GİRİŞ
17. YÜZYIL
İNGİLTERE’SİNDE ÖNEM ARZ EDEN GELİŞMELER
17. yüzyılın ilk
yirmi yılı İngiltere tarihinde bir tarafta I. James’in (1603-1625)
önderliğindeki Kraliyet ve Londra ticari eliti[1],
diğer tarafta ise Parlamento’nun yer aldığı bir mücadeleye tanıklık etmiştir.
Gerekenden fazla harcama yapma ve yeterince vergi toplayamamadan kaynaklı
finansal krizle karşı karşıya olan Kraliyet’in maddi destek sağlamak için
Londra ticari elitini oluşturan belirli şirketlere ticari ayrıcalıklar tanıması
Parlamento için sorun teşkil etmekteydi (Brenner, 1992: 199; ayrıca bkz. Hill,
1980: 116). Parlamento bir avuç şirketin denetiminde olan ticaret faaliyetinden
ve kendisinin onayı olmadan Kraliyet tarafından uygulanan vergilerden
rahatsızlık duyuyordu.[2]
Pamuk yetiştiricileri, giyim imalatçıları ve bu ürünleri dışarıya satan
kesimlerin çıkarlarının temsil olunduğu Parlamento “Kraliyet’in sağladığı
ayrıcalıklar sayesinde tek bir alıcıyla birden fazla satıcının olduğu bir
piyasa durumunda hakim pozisyonda olan Londra ticari eliti” karşısında serbest
ticareti ve ayrıcalıkların sonlandırılmasını talep etmekteydi (Brenner, 1992: 203).
1620’lerin ortasına
gelindiğinde, İngiliz siyasi hayatında Buckingham Dükü ve I. Charles’ın
Parlamento’yla ittifak kurarak I. James’in yerine iktidara gelişi ve Londra
ticari elitinin Kraliyet’le sorun yaşayarak kısa süreliğine Parlamento’nun
desteğini alması İngiliz İç Savaşı’na giden süreçte Elizabeth İttifakı’nın
yalpalaması bakımından önem arz eden bir gelişmeydi. Brenner (1992: 218) Londra
ticari elitinin Kraliyet’ten uzaklaştığı beş yıllık periyodu (1624-1629) I. Charles’ın
stratejik tercihiyle ilişkilendirmektedir zira Charles ve Bukcingham Dükü
ticari faaliyetin serbest bir biçimde yürütülmesi konusunda Parlamento’nun yanında
saf tutmuştu (Brenner, 1992: 218). Parlamento üyeleri muhalif pozisyonlarına
rağmen son ana kadar Kraliyet’in önemine olan inançlarından taviz vermeseler de
17. yüzyılın ilk yıllarından itibaren merkezi iktidara karşı gösterdikleri
direnç belirli periyotlarda daha da yoğunlaşmıştır. Nitekim 1626 yılına
gelindiğinde “Avam Kamarası kendisinin onayı olmadan yapılan tüm uygulamaların
gayrimeşru” olduğunu ilan ederek iktisadi sorunları “anayasal bir sorun” hâline
getirmiştir (Brenner, 1992: 221). Fakat Kral’a karşı gösterilen bu direncin sık
sık Parlamento’nun Kral tarafından feshiyle sonuçlandığını not etmek
gerekmektedir. Nitekim 1626’da Buckingham Dükü’nün azlini önlemek için I. Charles
Parlamento’yu feshetmiş, akabinde savaş hazırlıklarının maddi giderlerini
karşılamak için talep ettiği geliri yaratamayınca ‘Zorunlu Borç’ (Forced Loan) uygulamasını başlatmış ve
bu durum hem gentry’nin hem de
kentlerdeki esnaf ve zanaatkârların ciddi direnciyle karşılaşmıştır (Brenner,
1992: 225-226). Bu uygulamaya karşı gösterilen direncin ardından yapılan
tutuklamalar, kralın herhangi bir sebep sunmadan kişileri tutuklama kararı
verme hakkının tartışmaya açıldığı ‘Beş Şövalye Davası’na (Five Knights' Case) sebep olmuş ve fakat bu davadan I. Charles lehine çıkan sonuç
Parlamento’nun Haklar Dilekçesi’ni (Petition
of Rights) sunmasıyla sonuçlanmıştır (Hill, 1983: 11-12). Söz konusu
dilekçede dile getirilen dört temel ilke bulunmaktaydı: Parlamento'nun onayı
olmadan vergi alınmaması, sebepsiz hapis cezası verilmemesi, askerlerin
tebaanın üzerine sürülmemesi ve barış zamanında sıkıyönetim uygulanmaması.
1629 yılına
gelindiğinde I. Charles, ülkeyi 1640
yılına kadar Parlamento olmadan yönetmeye girişmiş ve kısa bir süre önce
kendisine yabancılaştırdığı Londra ticari elitiyle ilişkilerini yeniden rayına
oturtmaya çalışmıştır. I. Charles’in parlamentosuz yönetim deneyiminde önem arz
eden nokta, Kral’ın “toprak sahibi sınıflardan bağımsız” bir yeni düzen kurma
amacı gütmesi ve kendi seleflerinden daha fazla oranda ticari gelirlere[3]
yaslanmasıydı (Brenner, 1992: 240-241). Fakat I. Charles’ın bir süre geçtikten
sonra ülkeyi parlamentosuz yönetme isteğinden vazgeçmesi gerekecekti. I.
Charles’ın, 1637 yılında İngiliz Dua Kitabı’nı (English Prayer Book) İskoçlara dayatmak istemesi üzerine iki ülke
arasında bir savaş patlak vermiş ve orduyu toplama konusunda zorlanan Kral,
1640’ta Avam Kamarası’nı toplayarak üç hafta sürecek Kısa Parlamento dönemini
başlatmıştı (Hill, 1983: 13). Fakat Kısa Parlamento’nun varlığı sadece 21 gün
sürmüştür. Parlamento’nun feshedilmesinin ardından muhalif Avam Kamarası
üyelerine yönelik tutuklamalar başlarken, ruhbanların oluşturduğu meclis, “din
adamlarına Kralların Kutsal Hakkı’nı (Divine
Right of Kings) vaaz etmelerini emreden kanunlar” çıkarmış ve merkezi
yönetime pek de yeterli olmayacak finansal destek sağlamıştı (Hill, 1983: 13-14).
Kral I. Charles 1640 yılında Parlamento’yu İskoçlara karşı beraber mücadele
yürütmeye ikna edemezken aynı dönemde İskoç ordusunun İngiltere’ye yürüyüşü
devam etmekteydi. Aynı sene İskoçlarla barış antlaşması imzalansa da nihai
antlaşmanın gerçekleşeceği süre zarfında İskoç ordusuna günlük belirli bir
miktar ödeme yapılacağı Kral tarafından taahhüt edilmişti. Bu süreçte hem
soyluların oluşturduğu meclisten hem İskoçlardan hem de idari bölgelerden gelen
talepler Parlamento’nun yeniden toplanması yönündeydi ve dolayısıyla Kral 1640
yılında bu talebe boyun eğmeye mecbur olmuştur (Hill, 1983: 14). Bu kararla birlikte İngiltere’de Uzun Parlamento (Long Parliament) dönemi başlamıştır.
Brenner’e (1992:
291) göre, Parlamento’nun yeniden toplanmasına karar verildiği 1640 yılında
Londra’nın geleneksel ticari elitinin I. Charles’ın yanında yer alması Kasım
1640 - Ocak 1641 tarihli parlamenter yasama devrimi sürecinde Kraliyet’e karşı örgütlenen
muhalefetin, radikal unsurları denkleme dahil edecek şekilde yürütülmesinde
önem arz etmekteydi. Brenner’in (1992: 316) kendi ifadesiyle, “bir yanda
Londra’daki radikal hareket ve Parlamentodaki muhalefet, diğer yanda Londra’daki
muhafazakâr hareket ve Kraliyet arasındaki ittifakların birleşmesiyle Londra ve
parlamento çatışmaları tamamen birleştiğinde iç savaş kaçınılmaz hale geldi.”
İç savaş 1642 yılında patlak vermeden önce Kasım 1640’tan Temmuz 1641’e kadar
Parlamento’daki büyük toprak sahipleri yasama devrimini gerçekleştirdiler:
yönetimdeki mutlakiyetçilik sonlandırıldı ve Parlamento hükümetin daimi bir
kurumu hâline getirildi (Brenner, 1992: 319). Üstelik, Şubat 1641’de daha
önceki parlamentosuz 11 yıllık acı tecrübenin tekrar yaşanmasını önlemek
amacıyla Avam Kamarası’nın her üç yılda bir toplanmasını öngören ‘Üç Yılı
Kapsayan Yasalar’ (Triennial Acts)
kabul edildi (Hill, 1983: 119). Ayrıca, bir önceki dönemin zorla dayatılan
vergileri yasa dışı ilan edildi. Bunun haricinde, merkezi yönetime ve kiliseye
ait yargı organlarının faaliyeti sonlandırıldı (Hill, 1983: 120). 1641’de
İrlanda İsyanı’nın patlak vermesi aslında 1642 tarihli İngiliz İç Savaşı’ndan
önceki son damla oldu. Bu isyanın patlak vermesiyle birlikte, Kraliyet ve
Parlamento arasında isyana karşı biraraya getirilmesi düşünülen ordunun
denetimi sorunu ortaya çıktı (Brenner, 1992: 357; ayrıca bkz. Russell, 1973:
13). Bu dönemde ortaya çıkan tedirginlik durumu, 1641
yılında Kraliyet politikasına yönelik eleştirileri içeren ‘Muhteşem Protesto’ (Grand Remonstrace) yasasının kabul
edilmesini beraberinde getirdi.
Kral I. Charles’ın bu yasaya muhalif Parlamento üyelerini tutuklayarak cevap
verme isteği ise kendisinin Londra’yı terk etmesiyle sonuçlandı zira muhalif
kesime Londra’dan destek yağmaktaydı (Hill, 1983: 110). İrlanda İsyanı’nın
patlak vermesiyle birlikte ortaya çıkan askeri gücün denetimi sorununa eşlik
eden bir diğer meselen İngiliz İç Savaşı’nın belirli bir bölümünü kapsayan
radikal halk hareketlerinin denetimi meselesiydi (Russell, 1973: 30’dan aktaran
Brenner, 1992: 357). Londra’da kenetlenen radikal halk kitleleri, İngiliz İç
Savaşı’nda Kraliyet yanlılarına karşı bir denge unsuru oluşturmakta ve fakat
aynı zamanda Parlamento’nun hep muhafazakâr eğilimler gösteren ‘ilerici’
muhalifleri (ve tabii ki gerici soylular) için denetim altında tutulması
gereken potansiyel tehdit olarak görülmekteydi. Londra’nın radikal muhalifleri
– İngiliz Devrimi’yle[4]
paralellik oluşturacak bir biçimde – 1641-1642 yıllarında “eski oligarşik
anayasa”yı ortadan kaldıran ve Londra’daki siyasi gücü “kentin yeni tüccarları,
esnafları ve zanaatkârlarının saflarından oluşmuş güçlü bir yurttaş hareketine
önderlik eden” yeni ticari liderliğe devreden “kentsel devrim”i yaptılar (Brenner,
1992: 373-374).
İngiliz İç
Savaşı’nın bir sonraki safhası, monarşinin tamamen ortadan kaldırıldığı gerçek
anlamda bir halk egemenliğine dayalı radikal yönetim anlayışına başından beri
geçit verme niyetinde olmayan Parlamento muhalefetinin bu radikalizmi
sönümlendirme çabasına şahitlik etmiştir. Özellikle, 1640’ların ortalarına
gelindiğinde Parlamento muhalefeti, istikrarı sağlamak amacıyla Kral I. Charles’la
anlaşma yapma girişiminde bulunmuştur (Brenner, 1992: 461). 1645 yılında
Parlamento yanlıları tarafından 1660’a kadar varlığını sürdürecek ‘Yeni Ordu’ (New Model Army) kurulmuş ve dolayısıyla
Parlamento’nun askeri gücü doruğuna ulaşmıştır (Brenner, 1992: 461; Hill, 1983:
111). Bu dönem aynı zamanda Londra radikal halk hareketinin de gücünün
doruğunda olduğu bir dönemdi. Kraliyet yanlılarının 1645’te Naseby’de bozguna
uğratılmasının ardından Parlamento askeri zafere ulaşınca “(İngiliz) İç
Savaşı’nı kaybetmemek için” temel hedefini Kral’la işbirliği yapmak, diğer bir
deyişle, radikal grupların etkisini azaltmak olarak belirlemiştir (Brenner,
1992: 461). Kral I. Charles’la yapılmak istenen uzlaşı sonuç vermemiş ve 1646
yılında İskoçlara teslim olan Charles 1647’de Parlamento’ya teslim edilmiştir (Hill,
1983: 111). Aynı tarihte Ordu Konseyi’nde daha demokratik bir anayasa üzerine
yürüyen tartışmaların çıkmaza girmesinin ardından Oliver Cromwell’in müdahelesi
tartışmaları nihayete erdirmiştir (Hill, 1983: 112). Cromwell’in yaptığı
müdahale I. Charles’ın gözaltından kaçtığı, İskoçlarla anlaşma yaparak 1648’de
İngiltere’ye saldırdığı ve dolayısıyla İngiliz İç Savaşı’nın yeniden
hararetlendiği bir döneme denk düşmekteydi (Hill, 1983: 112). Fakat bu saldırı kolayca bertaraf edilmiştir. Ardından
Parlamento’daki muhafazakâr kesim
(Presbyterians) Kral’la müzakereye
başlama isteğinden vazgeçerek radikal kesimle ittifakı yeniden canlandırmış ve
akabinde Yeni Ordu Londra’nın denetimini eline alarak yüzlerce Avam Kamarası
üyesini Parlamento’dan zorla çıkarmıştır (Pride’s
Purge) (Hill, 1983: 112;
Russell, 1973: 3). Kral’ı yargılamak için kurulan mahkeme ise Ocak 1649’da
Charles’ın idamına hükmetmiştir. İngiliz İç Savaşı’nın ikinci safhası veya
ikinci devrim olarak nitelenen bu sürecin ardından monarşi lağvedilse de
“demokratik reformlar yapılmadığı” gibi İngiliz İç Savaşı’na destek veren daha
demokratik yönetim yanlısı radikal kesimlerin liderleri de hapse atılmıştır (Hill,
1983: 112). Burada belirtmek gerekir ki, Kral’ın idam edilişinin ardından
önlerine set çekilen radikal unsurlar sadece kentli halk kesimlerinden ibaret
değildi; ordu içindeki radikalizm de aynı şekilde engellenmişti (Hill, 1983: 112;
Russell, 1973: 3). Russell bu iki devrimden ve iç savaştan ilkinin, devrimden
ziyade Parlamento tarafından merkezi yönetime karşı yapılan bir isyan,
ikincisinin ise ordu tarafından yapılan ve “gerçek anlamda devrimci
ideolojilerle beslenen” bir devrim olduğunu belirtmektedir. Fakat bu devrim
tabirinin dikkatle kullanılması gereketiğini hatırlatan Russell (1973: 3),
Cromwell’in esas amacının gentry’nin
hakimiyetini restore etmek olduğunu not etmektedir (ayrıca bkz. Hill, 1980: 115,
118-119).
İNGİLTERE’NİN
ÖZGÜN SINIFSAL YAPISI
İngiltere’yi
kapsayacak bir şekilde Avrupa genelinde feodalizmin ortaya çıkması, kendi
içinde değişmesi veya kökten dönüşerek yerini kapitalizme bırakması söz konusu
coğrafyanın çeşitli bölgelerinde oldukça farklı seyirler izlemiştir. Bu
bakımdan feodalizmden kapitalizme geçiş tartışması bağlamında bu coğrafyada
bulunan tüm ülkeleri tek bir potada eritmek tekil örneklerin hangi açılardan
birbirinden farklılaştığını görmezden gelmek anlamına gelir. Yine de Avrupa’da
hakim olan feodal yapı özelinde bir genelliştirme yapmak gerekirse, Kıta
Avrupa’sında ‘parçalı egemenlik’in hakim olduğunu ve İngiltere’nin bu bakımdan
ayrıksı bir örnek oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Feodal yapının
İngiltere’de aldığı farklı biçim, yani feodalizmin senyörel mülk sahipliğinin
çoğunluğuna dayalı bir biçim almaması söz konusu yapının dönüşüm evresi için de
kilit önemdedir (Comninel, 2000: 4). Zira feodalizmin krize girdiği süreç
sonrasında İngiltere’nin kendine özgü feodal yapısı onun kapitalizme
evrilmesine doğrudan katkı sunmuştur.
Robert Brenner (1990:
11), feodalizmden kapitalizme giden süreci açıklarken, genel olarak Avrupa,
spesifik olarak ise İngiltere özelinde yaşanan kapsamlı iktisadi dönüşümleri
“demografi” ve “ticaret” gibi tekil iktisadi faktörlerden ziyade “sınıfsal
yapı” üzerinden açıklamayı tercih etmektedir. Brenner’in (1990: 11) analizinde
sınıfsal yapı “doğrudan üreticilerin birbirileriyle, üretim araçlarıyla ve
toprakla olan ilişkisi”ni ve “özü itibariyle çatışmalı mülkiyet ilişkileri”ni
kapsayan bir kavramdır. Kavramın tarihsel olarak bütünlük oluşturan ve fakat
analitik olarak ayrıştırılan bu iki yönü, sırasıyla, “emek süreci” veyahut
“üretimin toplumsal güçleri” ile “mülkiyet ilişkisi” veya “artı değere el koyma
ilişkisi”ne tekabül etmektedir (Brenner, 1990: 11). Brenner (1990: 30), sınıfsal yapı kavramı çerçevesinde
feodalizmin dönüşümünü analiz ederken, bir yandan, serfliğin ortadan kalkması
(veya varlığını sürdürmesi), öte yandan, küçük köylü mülkiyetinin ortaya çıkışı
ve hakimiyeti gibi iki temel sorunla karşılaştığımıza dikkat çekmektedir.
İngiltere örneğinde feodalizmin dönüşümü serflik ilişkisinin ortadan kalkması
ve küçük köylü mülkiyetinin hakimiyetinin sekteye uğratılmasıyle el ele
gitmiştir.
Feodal üretim
biçiminde toprağın sahibi olan lordla köylü arasındaki serflik ilişkisi
üretilen artıya el koyma biçiminde ilerlediği ölçüde “köylü üretiminin
tükenmesi” kaçınılmaz hâle gelmekteydi (Brenner, 1990: 33).
Zira lordun tarımsal yeniliklerden ziyade ürün fazlasının sömürüsüne
odaklanması, bir yandan, daha önceden hayvanlar için ayrılmış toprakların da
tarımsal üretime konu olması sebebiyle hayvan yetiştiriciliğine önem
verilmemesi, öte yandan, daha kötü toprakların ekime açılmasına yol açmaktaydı
(Brenner, 1990: 33). Tarımsal üretkenliğin engellenmesi sorununun ikinci boyutu
ise artı ürün elde etme ve birikim yapma potansiyeli olan mülk sahibi köylü
grubunun üstünlük kazanmasının önlenmesiydi[5]
(Brenner, 1990: 33). Genel olarak Avrupa, spesifik olarak ise İngiltere özelinde
lordlarla köylüler arasında azalan işgücü sayısıdan kaynaklı olarak 14.
yüzyılın sonundan 16. yüzyıla kadar süren bu çekişme bir kriz durumu yaratarak
söz konusu yapının özünü oluşturan sınıflar arasındaki çatışmanın
yoğunlaşmasına sebebiyet vermiştir (Brenner, 1990: 35-36). Avrupa’nın farklı
bölgelerinde feodalizme özgü sınıfsal yapının tarafları arasındaki göreli güç
dengesi farklı sonuçların ortaya çıkmasını beraberinde getirirken, İngiltere’deki
süreç, 15. yüzyılda köylülerin serf olma durumundan kurtulması ve 16. yüzyılda
lordların sahip oldukları arazi parçalarını ellerinde tutması yönünde gelişmiştir
(Brenner, 1990: 46). Her ne kadar köylüler serflik ilişkisinin dışında kalıp
kişinin kendi toprağının sahibi olduğu bir mülkiyet yapısı (freehold) için çabalasa da bu girişim,
lordların, arazilerini çitleyerek kapitalist çiftçilere kiralaması sonucunda
akamete uğramıştır (Brenner, 1990: 46, 49). Brenner; lordlar ve köylüler
arasında yüzyıllara yayılan çekişmede ilkinin diğeri karşısında elde ettiği
üstünlüğü toprak sahipliği oranı üzerinden göstermektedir. Yazara göre, İngiliz
İç Savaşı’nın yaşandığı 17. yüzyılın sonuna gelirken mülk sahibi lordlar
ekilebilir arazilerin yaklaşık %70’ini ellerinde tutuyorlardı (Brenner, 1990: 48).
Fakat 17. yüzyıla gelinceye dek bu üstünlüğü koruyan lordun aynı zamanda azalan
işgücü karşısında toprağı işleme zorunluluğu gibi bir dezavantajla karşı
karşıya olduğunu da akılda tutmak gerekmektedir. Toprağın işlenmesi için
arazilerin kapitalist çiftçilere kiralanmasındaki amaç bu açmazdan kurtulmaktı.
16. yüzyıldan itibaren yeomen
grubunun bir bölümü İngiliz gentry’siyle
birlikte piyasa merkezli üretimde iştirak etmişlerdir (Hill, 1980: 113). Buradaki
en önemli husus, lordun toprağını ücretli emek aracılığıyla işleten kiracı çiftçinin
ekonomi dışı zor gücünün kullanımıyla ilişkili olmamasıydı (üçüncü bölümün
sonunda bu hususa tekrar geri dönülecektir). Kiracı kapitalist çiftçiler
toprağı ekip becermek için emeğini belirli bir ücret karşılığında satan
köylüleri kullanmaktaydı. Dolayısıyla bu yeni sınıfsal ilişkiler hem toprağın
hem de emek gücünün metalaştığı yeni bir düzen anlamına geliyordu. Bu düzenin
tarafları toprak sahibi lord, kapitalist kiracı çiftçi ve ücretli emek idi.
Böylelikle 17. yüzyıla gelindiğinde, İngiltere’de kapitalist ilişkiler ağının
örüldüğü anlaşılmaktadır. İç savaştan sonraki yıllarda yaşanan gelişmelerle
birlikte İngiltere kapitalizmi olgunluğa erişecektir (bkz. Hill, 1980: 115-118).
Dolayısıyla Brenner’in (Brenner, 1990: 49) saptadığı üzere, “klasik bir toprak
lordu – kapitalist kiracı – ücretli emek düzeni” İngiltere’de tarımsal üretim
dönüşmesiyle kendine has bir iktisadi gelişimi mümkün kılan sınıfsal dengeydi.
‘SINIFSAL
YAPI’ KAVRAMLAŞTIRMASI BAĞLAMINDA İNGİLİZ İÇ SAVAŞI VE ‘BURJUVA DEVRİMİ’
TARTIŞMASI
Bir önceki bölümde ana hatlarını özetlemeye
çalıştığımız kavramsal çerçevenin İngiliz İç Savaşı’nın nedenlerine dair bu
yazıda benimsediğimiz açıklama biçimiyle olan bağlantısını kurabilmek için
İngiliz İç Savaşı’nın neden gerçekleştiği sorusuna cevap vermek gerekmektedir.
Çeşitli disiplinlerde önem atfedilen bu sürecin nedenlerine dair literatür
oldukça zengindir. Bu literatürün neleri içerdiği bu çalışmanın sınırlarını
aştığı için ilgili yazın bu yazıda ele alınmayacaktır. Burada üzerinde
duracağımız kısım, İngiliz İç Savaşı sonrasında gelişen süreci burjuvaziyle
ilişkilendiren ‘burjuva devrimi’ iddiası ve savaşın bu geleneksel yorumuna yöneltilen,
bizim de bu çalışmada kısmen kabul
ettiğimiz revizyonist eleştiridir. Fakat şunu da eklemek gerekir ki, revizyonist
yaklaşımın yaptığı katkı önemli olmakla birlikte, bu yaklaşım toplumsal
gerçekliğe ilişkin bakışımızı temellendirdiğimiz postulatlar açısından
eleştiriye tabi tutulmalıdır. Dolayısıyla savaşın nedenlerine ilişkin literatüre
yapılan revizyonist katkı, bu katkının sınıfsal yapıdaki dönüşüm merkezli
eleştirisiyle birlikte ele alındığı takdirde, bir önceki bölümde özetlediğimiz
kavramsal çerçeve ile İngiliz İç Savaşı arasında bağ kurmak daha da
kolaylaşacaktır.
Lawrence Stone (1985:
44) burjuva devrimi tartışmasıyla ilintili olarak 19. yüzyılda ortaya atılmış
bir argümana işaret etmektedir: “İngiliz İç Savaşı feodalizmden kapitalizme
geçişte bir aşamaya işaret etmektedir.” Bu argümanın üç boyutu bulunmaktadır:
bunlardan ilki, Parlamento (ve dolayısıyla modernlik) ve Kraliyet (ve
dolayısıyla muhafazakârlık) yanlısı çatışan grupların emek ve mülkiyete yönelik
farklı davranış biçimleri benimsediği; ikincisi, eski düzenin yıkılışını
destekleyen Parlamento üyelerinin bilinçli bir şekilde feodalizmin yıkılmasını
arzuladıkları; üçüncüsü ise İngiliz İç Savaşı’nın sonucunun “sahiplenici
bireycilik”le[6] nitelendirilen
bir burjuva toplumu olduğudur (Stone, 1985: 44). Toplum genelinde çeşitli
grupların yürüttüğü iktisadi faaliyetlerle bu grupların siyasi tutumları
arasında doğal olarak bir bağ olduğunu göstermeye çalışan burjuva devrimi
argümanları karşısında Stone (1985: 45), bu argümanı oluşturan çeşitli
iddiaların aksi yönde kanıtlar sunarak spesifik bir iktisadi faaliyetle uğraşan
herhangi bir toplumsal grubun ileri veya gerici tutumlar sergilemesini “ticari
çıkarlar ve siyasi gücün denetimindeki farklılıklar”la açıklamaya
çalışmaktadır. Her şeyden önce
vurgulanması gereken husus şu ki, her ne kadar kentlerdeki Parlamento ve
Kraliyet yanlıları, sırasıyla, burjuvazi/esnaf ve soylu kesiminden oluşsa da,
Londra dışındaki karşıt grupların her ikisinde taşradaki soyluların (gentry) büyük bir yer kaplamaktaydı[7]
(Stone, 1985: 44-45). Stone’nun (1985: 47-48) saptamalarındaki diğer dikkat
çekici nokta, feodalizme has baskıcı üretim rejimlerini benimseyen gerici
toprak sahiplerinin, Kraliyet yanlısı olmakla birlikte, “madencilik, metalürji
ve yün üretiminde” girişimci faaliyetlerde bulundukları gerçeğidir.
İngiltere’deki toplumsal yapının yeniden üretimine ilişkin bulgular, genellikle
eski rejimin yıkılmasını talep eden ‘ilerici’ aktörlerle özdeşleştirilen
girişimcilik faaliyetlerinin hiç de düşünüldüğü üzere belirli bir kesimle
sınırlandırılamayacağını göstermektedir. Öte yandan, burjuvazi ile siyasi
radikalizm talepleri arasında kurulmak istenen ilişkiye dair coğrafi
farklılıkları merkezine alan yaklaşımlar da Stone’un çalışmasında eleştiriye
tabi tutulmaktadır. Örneğin, Stone, İngiltere’nin daha az gelişen Kuzey ve Batı
bölgelerinin daha fazla gelişim gösteren Güney ve Doğu bölgelerinden ayrı
tutulmasının aynı zamanda siyasi tutumlara dair fikir verdiğini öne süren
iddialara yönelttiği eleştirisinde, böylesi argümanların olumlu gelişim
gösteren coğrafi bölgelerdeki Parlamento yanlısı kesimlerin gerçekten girişimci
olup olmadığına dair kesin bir saptamadan yoksun olduğunu belirtmektedir (Stone,
1985: 46). Stone’a (1985: 48-49) göre, toprağa ve kiracı çiftçiliğe yönelik
girişimci (ve dolayısıyla ilerici) veyahut paternalist (ve dolayısıyla gerici)
bir tavır sergilenip sergilenmediğini anlamak için en anlamlı göstergelerden
biri “kiracıların topraktan dışlanmasını ve kırsal alanın nüfusunun
azaltılmasını içerecek şekilde toprağın çitlenmesi” faaliyetine yönelik
benimsenen olumlu veya olumsuz tutumdur. Gelgelelim Stone, çitleme lehinde
faaliyet yürütmenin, gentry’nin
içerisinde siyasi tutuma yönelik beliren zıtlığa dair fikir veremeyeceğini
ampirik bulgular üzerinden ortaya koymaktadır. Daha somut bir biçimde ifade
etmek gerekirse, feodalizm karşıtı niteliği gereğince Kraliyet tarafından sık
sık cezalandırılan çitleme girişimini yürüten sözde ‘ilerici’ gentry kesimi Kraliyet yanlısı tutumuyla
öne çıkmış ve hatta herhangi bir cezaya konu olmayan gentry kesiminden daha düzen yanlısı bir tutum sergilemişdir (Stone,
1985: 52).
Burjuva devrimi
yaklaşımının taraftarlarından biri olarak bilinen Christopher Hill (1980: 110)
ise aslında Marksist kullanımda burjuva devrimi anlayışının “devrimin bilinçli
olarak burjuvazi tarafından yapıldığı anlamına gelmediğini”, böylesi bir
kavrayışın daha çok yeterli bilgiden yoksun Marksist olmayan kimseler
tarafından dile getirildiğini ifade etmektedir. Fakat Hill, Marksist burjuva
devrimi anlayışının burjuvazinin bilinçli devrimci girişimi olarak
yorumlanmaması gerektiğini söylemekle birlikte, İngiliz Devrimi’nin ortaya
çıkışını spesifik bir sınıfa atfetmenin iç savaş ve sonrasındaki dönüşüme dair
tatmin edici bir açıklama sunmadığını da belirtmektedir. Stone’nun gentry tabakasının ön planda olmasına
ilişkin yorumuna benzer şekilde, Hill (1980: 118) de İngiliz Devrimi öncesinde
ve sonrasında gentry’nin İngiltere
toplumunda hakim konumda olduğunu hatırlatmaktadır. Hill’in (1980: 124)
analizinde eleştirel bir biçimde dikkat çektiği diğer bir husus, Parlamento
üyeleri arasındaki fikir ayrılıklarının belirli bir sınıflandırma üzerinden
anlamlandırılmasıdır. Hill, bu girişime karşılık olarak, Parlamento’nun büyük
çoğunluğunun geleneksel elitlerden oluşmasının burjuva devrimi fikrini
çürütemeyeceği gibi, bu kurumun üyelerinin fabrika benzeri işletme sahibi olmalarının
da İngiliz Devrimi’nin bir burjuva devrimi olarak yorumlanmasını
gerektirmeyeceğini not etmektedir. Onun için temel mesele, daha ziyade, iç
savaş dönemine gelinceye dek sınıfsal güç ilişkilerinde yaşanan gelişmelerdir
(Hill, 1980: 124). Aksi takdirde, devrimci sürecin, sınıfsal ilişkilerdeki
değişimleri geri planda bırakarak, Parlamento üyelerinin sınıflandırmaya tabi
tutulmasıyla açıklanması birkaç sorunu beraberinde getirebilir. Öncelikle,
Parlamento üyelerinin birbirinden oldukça farklı kişisel amaçlarına göre karar
verdiklerini belirtmekte fayda var (Hill, 1980: 125). Bunun anlamı, onların
ortak bir hedef doğrultusunda hareket eden gruplarmış gibi algılanmasının
olgusal gerçekliğe uymadığıdır. Bunun dışında, bu elit kesimin sosyo-ekonomik
düzenin kökten dönüşümüne karşı olduğu unutulmamalıdır (Hill, 1980: 125; ayrıca
bkz. Brenner, 1992; Russell, 1973). Her ne kadar etkileri zamanla azalsa da alt
tabakada konumlanan halk kitlelerinden gelen baskı olmasaydı, düzene yönelik muhafazakâr
ve önemli ölçüde Kraliyet yanlısı siyasi elitlerin olduğu toplumda böylesi bir
devrimci durumun belirmesi pek olası değildi. Parlamento üyelerine benzer
şekilde, yüzünü Parlamento’ya çeviren burjuva kesimleri (örneğin, tüccarlar ve
zanaatkârlar) de Kraliyet’in kendilerine ayrıcalık tanıması durumunda bireysel
olarak kolaylıkla taraf değiştirebilirdi (Hill 1980: 129). Dolayısıyla devrimi
yapan ne ‘bilinçli’ burjuvazi ne de kendisine burjuva
nitelikler atfedilen ‘ilerici’ gentry idi.
Hill’in (1980: 124) belirttiği üzere, devrimci durumu mümkün kılan şey,
toplumdaki elit kesimler arasında yaşanan bölünme ile alt sınıflardan gelen
baskının aynı döneme denk gelmesi idi (ayrıca bkz. Russell, 1973: 12). Bu
ilişkiler yumağında 1640’lara gelinceye dek göze çarpan unsur söz konusu
sosyo-ekonomik ilişkilerin kapitalist niteliğe bürünmesiydi. Hill (1980: 131),
bir ‘burjuva devrimi’nden bahsedilecekse bunun sadece ve sadece kapitalist
üretim ilişkilerinin gelişmeye başladığı bir sosyo-ekonomik düzende mümkün
olduğunu eklemektedir. Tüm bunların ötesinde, Hill (1980: 131) için ‘burjuva
devrimi’ yaklaşımı, devrimin akabinde siyasi iktidarın doğrudan doğruya burjuva
tarafından ele geçirilmesi anlamına da gelmemektedir. 20. yüzyılın kapitalist
dünyasında merkezi otoriteyle burjuva tabakası arasında siyasi ve iktisadi
gücün kullanımı bakımından mevcut olan işbölümünü hatırlatan Hill (1980: 131),
benzer bir durumun İngiliz Devrimi sonrasındaki siyasi iktidar kullanımı için
de geçerli olduğunu ifade etmektedir.
Burjuva devrimi
tartışması aslında revizyonistlerin münhasıran odaklandığı tartışma değildir.
Revizyonistlerin odak noktası, İngiliz İç Savaşı’nın veya İngiliz Devrimi’nin
nedenlerine ilişkin belirli toplumsal gruplara veyahut kurumlara odaklanan ve geleneksel
yaklaşımlar olarak nitelenen birbirinden kısmen farklı üç yorumdur: bunlar,
İngiliz İç Savaşı’nın Whig, Marksist ve sosyolojik yorumlarıdır.
Revizyonistlere göre bu üç farklı yaklaşımın ortak paydası “tarihe yönelik
teleolojik bir yaklaşım” benimsemeleridir (Fulbrook, 1982: 250). Geleneksel
yaklaşımlar, tarihi kaçınılmaz bir sonuca doğru ilerleyen bir süreç olarak görmektedir.
Söz konusu geleneksel yaklaşımları birbirinden farklı kılan nokta ise bu
evrimsel tarih anlayışında ayrıcalıklı addedilen kurumların veya aktörlerin
Whig tarih anlayışında parlamentoya, Marksist tarih anlayışında burjuvaziye,
sosyolojik tarih anlayışında ise önemini kaybeden aristokrasiye denk düşmesidir
(Fulbrook, 1982: 250). Revizyonist yaklaşımlar, burjuva devrimi tartışmasını
anımsatacak bir biçimde, herhangi bir kurumun veya aktörün toplumsal dönüşüm
yapma yönünde bilinçli bir tercihte bulunmadığını öne sürerken, öte yandan,
İngiliz İç Savaşı’nın birtakım nüfuz kazanma mücadelelerinin bir ürünü olarak
karmaşık güç ilişkilerinden rastlantısal olarak doğduğunu iddia etmektedirler.
Revizyonist yaklaşımlar bu savlarını desteklemek için İngiliz İç Savaşı
sürecine dair ampirik göstergelere büyük önem atfetmektedirler. Dolayısıyla
herhangi spesifik bir aktörün siyasi faaliyetlerine ideolojik bir anlam atfetme
kolaycılığı yerine, bahsi geçen dönemdeki olgusal gerçekliğin aslında neye
tekabül ettiği revizyonistler için daha önemlidir. Yine de, daha önce ifade
ettiğimiz üzere, revizyonist yaklaşımların ampirik göstergeler üzerinden yeni
bir tarihsel anlatı geliştirme çabası dikkate değer bir girişim olsa da bu,
toplumsal yeniden üretim sürecinde yerleşmiş olan sınıfsal yapının görmezden
gelinmesine yol açmamalıdır. Dolayısıyla tarihsel süreçteki olgusal detaylara
inmeyen basitleştirici açıklamalardan – tam tersi bir yöntemle – ampirik
göstergelere bakmak suretiyle uzaklaşmak ne kadar önemliyse, aynı zamanda içine
düştüğümüz karmaşık ilişkiler ağındaki sınıfsal örüntüleri yakalayarak bu
karmaşıklığı aşmak da bir o kadar önem arz etmektedir.
Revizyonistlerin
geleneksel yaklaşımlara ilişkin çeşitli eleştirileri bulunmaktadır (bkz.
Russell, 1973; Christianson, 1976). Öncelikle, geleneksel yaklaşımların “sosyal
statü, ekonomik zenginlik ve siyasi mensubiyet arasında korelasyon” kurduğunu
iddia eden revizyonistler, bu korelasyon üzerine bina edilmiş “yükselen
burjuvazi” veyahut “zayıflayan aristokrasi” merkezli anlatıların ampirik
göstergelerle uyumsuz olduğunu ve dolayısıyla kabul edilemeyeceğini öne
sürmektedirler (Fulbrook, 1982: 251). İkinci olarak, İngiliz İç Savaşı’nın
ortaya çıkışında Parlamento kurumuna önem atfeden yaklaşımlara karşı bütünlüklü
bir siyasi gruplaşma veya parti anlayışının mevcut olmadığı, çatışmaların daha
ziyade kişisel güç mücadeleleri üzerinden patlak verdiği ve sonuç olarak söz
konusu kurumun halkın çoğunluğunun çıkarlarını Kraliyet karşısında temsil eden,
idealize edilmiş bir kurum olmadığı vurgulanmaktadır (Fulbrook, 1982: 251; Hill,
1980: 125). Daha önce ifade edildiği üzere, Parlamento’daki gentry temsilcileri arasında Kraliyet
yanlısı ve karşıtları olarak çıkan kutuplaşmada radikal halk hareketlerinin
yanında yer alan ‘ilerici’ grupların bu tercihi toplumsal dönüşüm arzusundan
ziyade stratejik bir tercih idi (Brenner, 1992: 358, 446; Russell, 1973: 10;
Hill, 1980: 125). Üçüncü olarak, İngiliz toplumu 1640’lara kadar muhafazakar
bir nitelikte olmuştur (Fulbrook, 1982: 251). Diğer bir deyişle, ne bir sınıf
ne de bir toplumsal grup özelinde devrim yapma yönünde bir istek bulmak mümkün
görünmemektedir. Fulbrook (1982: 251), Kraliyet’e belirli sorunlar üzerinden
muhalif olan kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda eyleme kalkışmalarının
bile oldukça sınırlı çerçevede yürüdüğünü ve toplumsal yapıyı bütün olarak
dönüştürmenin tartışma konusu dahi olmadığını belirtmektedir. ‘Peki,
revizyonistler İngiliz İç Savaşı’nı nasıl açıklıyorlar?’ diye sorulduğunda
birden fazla nedensel açıklama bulmak mümkündür. Fakat Fulbrook’un (1982: 252) yerinde
bir saptama yaparak belirttiği üzere, revizyonistler genel itibariyle nedensel
bir açıklama bulma zorunluluğu hissetmemekte; zira onlar, İngiliz İç Savaşı’nın,
tarihsel bir dönüm noktasından ziyade siyasi iktidar ve toplumun çeşitli
katmanları arasındaki basit bir çatışma olduğunu düşünmektedirler. Yine de,
Fulbrook (1982: 252) – açıkça belirtilip belirtilmemesinden bağımsız olarak –
revizyonist yaklaşımlarda, “İngiltere'nin ademimerkeziyetçi ve muhafazakâr
yerel yönetimi ile Kraliyet'in bazı yenilikçi politikaları arasındaki gerilimlerin
yanı sıra (...) İngiliz devletinin bir savaş makinesi olarak mali ve idari
zayıflığının yinelenmesi”nin söz konusu olduğunu belirtmektedir (ayrıca bkz.
Russell, 1973; Christianson, 1976).
Fulbrook
revizyonistlerin İngiliz İç Savaşı’na dair öne sürdüğü ampirik bulgulara
yaslanarak aslında savaşın nedenlerine dair rastlantısal olmayan tutarlı bir
açıklamanın verilebileceğini iddia etmektedir. Bu amaç doğrultusunda, yazar
İngiltere ile Kıta Avrupa’da mutlakıyetçiliğe evrilen devletler arasında bir
karşılaştırma yapmakta ve İngiltere’de başarısızlıkla sonuçlanan mutlakıyetçi
girişimin nedenlerini göstermeye çalışmaktadır. Hiç şüphesiz, Kıta Avrupa’dan
İngiltere’ye Norman fethiyle ihraç edilen feodal yapının bu ülkede farklı bir
nitelik kazanması, 17. yüzyıla gelindiğinde mutlakıyetçi girişimlerin nasıl ve
neden sekteye uğratıldığını anlamak için önem arz etmektedir. Dolayısıyla
revizyonistlerin, İngiliz İç Savaşı’na dair uzun dönemli analizleri yanıltıcı
kabul etmesine karşın – Fulbrook’un yaptığı gibi – erken feodal dönemde İngiltere’de
oluşan yeni yapının ayırt edici özelliklerine vurgu yapmak sınıfsal yapı
kavramlaştırması üzerine temellenen açıklama biçimi için elzemdir. Fulbrook’un
(1982: 255) kendi analizinde üzerinde durduğu nokta, “İngiltere’de yönetimin
görece erken merkezileşmesi ve feodal siyasi soyluluğun saray odaklı bir
aristokrasiye dönüşmesi”dir. Bu durum, kralların “ayrı bir devlet bürokrasisi
geliştirmekten vazgeçebilmeleri”ne ve “bunun yerine yaptıkları görev
mukabilinde ücret almayan yerel memurlara dayanan ademimerkeziyetçi bir yerel
yönetim biçimi” aracılığıyla yönetebilmelerine olanak sağlamıştır (Fulbrook,
1982: 255). Fakat bu yönetim yapısı, aynı zamanda, merkezde alınan kararların
yerel yöneticiler tarafından görmezden gelinmesi veya etkin bir biçimde uygulanmaması,
saldırgan bir dış politika için gerekeli finansal kaynağın toplanamaması,
Kraliyet’in pek rağbet görmeyen dini (özellikle Katolik) ve kültürel
politikalarıyla Parlamento’nun karşı çıktığı harici siyaset biraraya geldiği
zaman beliren dirence karşı konulamaması gibi
eksiklerden muzdaripti (Fulbrook, 1982: 255-256). Görüldüğü üzere, İngiltere’de
feodal yapının özgün biçime bürünmesi merkezi iktidar için bir direnç sorunu
oluşturmaktaydı. İngiliz toplumunun farklı kesimlerinden gelen direnç aslında
yerleşiklik kazanan sınıfsal yapıdaki güç ilişkilerine tekabül etmektedir.
Daha somut bir biçimde ifade etmek gerekirse, İngiltere’de 17. yüzyıla
gelindiğinde Kraliyet’in karşısında konumunu güçlendirmiş ve hakları
Parlamento’da temsil edilen ticari toprak sahiplerinin kendilerini
temellendirdiği ekonomik sistemde merkezi iktidardan herhangi bir ayrıcalık
beklentileri yoktu. Brenner’in (1992: 204) detaylı bir şekilde incelediği
üzere, Kıta Avrupa'daki lordlardan farklı olarak İngiltere’de ticari niteliğe
bürünmüş toprak sahibi soylunun kiraya verdiği arazisinden gelir elde etmek
için “ekonomi dışı güç kullanma kapasitesi”ne gereksinimi bulunmuyordu.
“Aksine, toprak ve işgücü piyasalarının kabaca serbest olmasından kaynaklanan
artan ekonomik rantları topladıkları geniş ticarileştirilmiş toprak mülkleriyle
çok iyi geçinebiliyorlardı” (Brenner, 1992: 204). Daha da önemlisi, bu görece
bağımsız konum, Kraliyet tarafından toprak sahiplerinin mülkiyet haklarını
tehlikeye atacak keyfi yönetime ve Parlamento’nun onayına tabi tutulmayan
vergilendirme biçimine karşı durmayı mümkün kılıyordu (Brenner, 1992: 204;
ayrıca bkz. Hill, 1980: 116). Tam da bu koşullar altında, Parlamento’da biriken
muhalif güç odağı; Londra’da eski Kraliyet yanlısı tüccar elitin ikamesi olan
yeni tüccar sınıfı ve tüccar olmayan kentli halk kitleleriyle biraraya gelerek
merkezi hükümete karşı çıkmış ve İngiliz İç Savaşı’na giden süreci
tamamlamıştır.
SONUÇ
Önceki
paragraflarda, 1650’ler ve sonrasının İngiltere için kapitalizmin olgunlaştığı
bir evre olarak düşünülmesi gerektiği vurgulanmıştır. Nasıl ki İngiliz İç
Savaşı’na giden süreçte ülkenin sınıfsal yapısında yerleşmeye başlayan
kapitalist toplumsal ilişkiler bu karmaşık sürecin ortaya çıkmasında kilit rol
oynamışsa, savaşın sonrasındaki gelişmelerle birlikte bu uzun erimli iktisadi
dönüşüm ivme kazanmıştır. Hill bu dönüşüme ilişkin olarak toprakta feodal
kullanım haklarının ve feodal vergi düzenini yöneten yargı organlarının (Court of Wards) işlevsiz kılınmasının
lordluk kurumunun – ‘sahiplenici bireycilik’ kavramını tekrar hatırlatacak bir
şekilde – mutlak anlamda mülkiyetle ikame edilmesi sonucunu doğurduğunu
belirtmektedir (Hill, 1980: 115-116). Aynı dönemde belgeli serf işletmecileri (copyholder)
için mülkiyet güvencesi sağlanmasına yönelik talepler reddedilmekle kalmadı,
aynı zamanda serflik ilişkilerinin dışında kalıp kendi toprağının sahibi olan
serbest köylüler (freeholder) de
mülkiyet güvencesizliğinde muzdarip hâle getirildi ve böylelikle çitleme
faaliyetlerinin daha etkin bir biçimde sürdürülerek kapitalist tarımın
geliştirilmesine olanak sağlandı (Hill, 1980: 116-117). 1660’larda Londra
ticari elitinin 17. yüzyılın başından beri faydalandığı ayrıcalıkların
engellenmesine yönelik yasalar çıkarılırken Parlamento’yla (ve dolayısıyla
burada temsil edilen çıkarlarla) uyuşmayan iktisadi kararların merkezi hükümet
tarafından keyfi bir biçimde uygulanması engellenmiş oldu (Hill, 1980: 117).
Feodalizmden arta kalan ilişkilerin teker teker ortadan kaldırılması aynı
zamanda İngiltere’nin sanayileşmeye giden yolda daha az engellerle
karşılaşmasına da olanak yaratacaktır.
Bu yaşanan
gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, İngiliz İç Savaşı, Brenner’in büyük
iktisadi dönüşümlere ilişkin kavramsal çerçevesi üzerinden düşünüldüğünde,
İngiltere’de feodal üretim ilişkilerinin toplumun özünden sökülüp atılması
bağlamında İngiliz kapitalizmine ivme kazandıran olaylar zinciri olarak
değerlendirilebilir. Her ne kadar bu savaş dünya tarihinde Kral I. Charles’ın kafasının kesilmesi ve ‘halkın
temsilcisi’ Parlamento’nun mutlak zafer kazanması gibi sembolik olaylarla öne
çıksa da İngiliz İç Savaşı’na giden sürecin nasıl başladığını anlamak için
tarihi 17. yüzyıl öncesine geri sarmak ve bunu yaparken dönemin ampirik
bulgularıyla uyumlu bir sınıfsal örüntüyü yakalamak gerekmektedir.
KAYNAKÇA
Brenner, R. (1992). Merchants
and Revolution-Commercial Change, Political Conflict and London Overseas
Traders 1550-1653, Princeton.
Brenner, R. (1990).
Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe, T.H. Aston and C.H.E. Philpin, The Brenner Debate-Agrarian Class Structure and Economic Development in
Pre-Industrial Europe içinde (10-63), Cambridge University Press.
Carchedi, G. (1983). Problems
in Class Analysis, London: Routledge and Kegan Paul.
Christianson, P. (1976). The Causes of the English Revolution: A
Reappraisal, Journal of British Studies,
15(2), ss. 40-75, Cambridge University Press.
Comninel, C. G. (2000). “English
Feudalism and the Origins of Capitalism”, The
Journal of Peasant Studies, 27(4), ss. 1-53, http://dx.doi.org/10.1080/03066150008438748.
Fulbrook, M. (1982). The English Revolution and the Revisionist Revolt, Social History, 7(3), ss. 249-264,
Taylor & Francis.
Hill, C. (1980). A Bourgeois Revolution?, J. G. A. Pocock (der.), Three British Revolutions içinde
(109-139), Princeton.
Hill, C. (1983). The Century of Revolution 1603- 1714,
Norton.
Russell, C. (1973). Introduction. C. Russell (der.), The Origins of English Civil War içinde (1-31), Macmillan.
Stone, L. (1985). The Bourgeois Revolution of Seventeenth-Century
England Revisited, Past & Present,
No. 109, ss. 44-54, Oxford University Press.
[1] İngiltere’de Kraliyet ve Londra ticari eliti arasında oluşan
işbirliği aynı zamanda Elizabeth İttifakı olarak bilinmektedir (Brenner, 1992: 205).
[2] Vergilendirme faaliyeti ve buradan doğan
hoşnutsuzluk sadece Kraliyet tarafından uygulanan tek tip bir vergiyle sınırlı
değildi. 17. yüzyıl boyunca şirketler de ülkeye giren ticari ürünlere
Kraliyet’in de pay sahibi olduğu vergiler uygulama ayrıcalığına sahipti.
Ayrıca, Londra ticari elitini temsil eden şirketlerin Kraliyet’ten aldıkları
ayrıcalıkların yenilenmesine karşılık ödedikleri yüksek meblağı tazmin etmek
için kendilerinin uyguladığı bir harç olan imprest
money uygulaması da mecvuttu
(Brenner, 1992: 218). Bunun dışında, sadece liman bölgeleriyle sınırlı olan
‘Donanma Vergisi’nin (Ship Money)
finansal kaynak yaratmak amacıyla ülkenin iç bölgelerine doğru genişletilmesi
de huzursuzluk doğuracaktır (Hill, 1983: 13). Diğer bir örnek ise 1626
yılında savaş giderlerini karşılamak için Kraliyet tarafından dayatılan
‘Zorunlu Borç’ (Forced Loan)
vergisidir.
[3] Brenner
(1992: 241) Londra ticari elitinin Kraliyet için başlıca gelir kaynağına
dönüştüğü dönemi somut rakamlarla göstermektedir: I. Charles’tan önce merkezi
yönetimin elde ettiği 70 bin pound’luk getiri 218 bin pound’a
ulaşmış, 1640 yılına yaklaşırken gümrüklerden elde edilen toplam gelir Kraliyet
gelirinin %35-40’ını oluşturmuş ve dolayısıyla merkezi idarenin 900 bin pound’luk gelirinin yaklaşık 400 bin pound’u ticari elit kesiminden elde
edilmiştir.
[4] Burada kullanılan ‘devrim’ ifadesinin literatürde
iç savaşın ikamesi olarak da tercih edildiğinin altını çizmek gerekmektedir.
Fakat İngiliz İç Savaşı’nın bir devrim olarak nitelenip nitelenemeyeceğine dair
oydaşma bulunmamaktadır.
[5] İngiltere’de yeomen
olarak bilinen küçük köylü mülkiyetinin Normanlar’ın fethiyle 13. yüzyılda
ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir. Kraliyet uzunca bir süre bu küçük
mülk sahiplerini kendi mahkemelerinde lordlara karşı kullanacaktır.
[6] Burada “sahiplenici bireycilik” kavramı, çitleme hareketiyle ilintili bir
biçimde “bir insanın başkaları üzerindeki sosyal ve ekonomik etkilerine
bakmaksızın kendi mülkünde istediğini yapma hakkı” olarak tanımlanmaktadır (Stone,
1985: 48-49).
[7] Stone burada Engels ve Marx’ın bu ampirik
bulguya karşılık olarak iki farklı argüman öne sürdüklerini belirtmektedir.
Engels büyük çoğunluğu oluşturan gentry’yi
tanımlarken “Parlamento’nun yanında yer alan gentry, sosyal maliyetleri ne olursa olsun kâr marjlarını en üst
düzeye çıkarmaya kararlı ‘burjuva’ modernleşmecilerken, kralın yanında yer
alanlar ise gelirlerini arttırmaktan ziyade kişisel hizmet bağlarını korumakla
ilgilenen ‘feodal’ gelenekçilerdir” yorumunu yapmıştır (Stone, 1985: 45). Marx ise gentry’yi tanımlarken “İngiliz gentry’sinin kendine özgü bir burjuvazi
hâline geldi” yorumunu yapmıştır (Hill, 1980: 130’dan aktaran Stone, 1985: 45).
Yorumlar
Yorum Gönder