Ana içeriğe atla

İngiliz İç Savaşı'nın Önemine Dair


 

GİRİŞ

İngiliz İç Savaşı; siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler veya tarih gibi disiplinlerde üzerinde sıkça durulan ve büyük önem atfedilen bir tarihsel süreç olarak bilinmektedir. İngiliz İç Savaşı’nın önemi haiz oluşu, sözümona ‘demokrasinin beşiği’ olarak nitelendirilen İngiltere’de bu ‘demokrasi’yi sembolize ettiği iddia edilen olaylarla – yani, henüz 17. yüzyılda Kral I. Charles’ın kafasının kesilmesi ve Parlamento’nun mutlakıyet yanlısı, keyfi merkezi iktidar karşısında başat bir konuma evrilmesi – ilişkilidir. Fakat böyle bir anlatı, temsil ettikleri çıkarlarla bağı uygun bir biçimde kurulmayan güç odakları (Kraliyet-Parlamento veya aristokrasi-burjuvazi) arasındaki birkaç spesifik olaya odaklanan yüzeysel bir tarih anlatısıdır. Sosyal bilimlerdeki araştırmacılar olarak toplumsal gerçeklik anlayışımızı temellendirdiğimiz postulatlar – doğal hayatın maddi boyutu, maddi hayatın toplumsal boyutu ve toplumsal hayatın sınıfsal boyutu  (Carchedi, 1983) – tarihte önem arz eden toplumsal olgu ve olayları değerlendirirken böylesi yüzeysel anlatılara temkinli yaklaşmamız gerektiğine işaret etmektedir. Toplumsal gerçekliğe ilişkin olarak doğal hayatın maddi, toplumsal ve sınıfsal boyutunu esas alan bakış açıları için belirli bir toplumun yeniden üretim konusunu kısmen veya tamamen analizin dışında tutup oldukça az sayıda aktörün açıklanmaya ihtiyaç duyulmayan kararlarına ideolojik bir anlam atfederek kurgulanan tarihsel anlatıların yeniden ve daha tatmin edici bir biçimde analiz edilmesi elzemdir. Bunun için ele alınan olayların geçtiği ilgili tarihsel dönemdeki olgusal gerçekliğin neye tekabül ettiğini ortaya koymak gerekmektedir. Daha da önemlisi, ele alınan olayın hangi tarihsel koşullarda gerçekleştiğinin ve dolayısıyla dünya tarihindeki temel dönüşümler açısından ne anlama geldiğinin farkına varılmalıdır. Bu iki unsurun üzerinde yoğunlaşmak kaçınılmaz olarak söz konusu iç savaşa dair farklı bir anlamlandırmayla sonuçlanmaktadır. İngiliz İç Savaşı’nın yaşandığı dönemdeki olgusal gerçekliği yeniden ele alan ampirik bulgu merkezli çalışmalar, uzun yıllar benimsenen anlatının aksine, İngiliz toplumunda 17. yüzyılda toplumsal dönüşüme ilişkin hakim olan muhafazakâr eğilimlerin varlığını saptayarak savaşın bilinçli bir şekilde yapılan devrimci girişim olmadığını öne sürerken, İngiltere’nin 17. yüzyıla gelinceye dek yerleşmiş olan sınıfsal yapısına odaklanan çalışmalar da bu savaşın aslında söz konusu yapı üzerine temellenmiş üretim biçiminin gelişimine ivme kazandıran bir süreç olarak anlaşılmasına olanak sağlamıştır. Dolayısıyla bu çalışma, literatürde sıkça karşılaşılan yüzeysel tarih anlatısının aksine, İngiliz İç Savaşı’nın önemini, tekil aktörlerin sözümona bilinçli bir şekilde yaptıkları ‘devrimci-demokratik’ girişimlerde değil, İngiltere’nin feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde oynadığı rolde aramayı amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda, yazının birinci bölümünde, İngiliz İç Savaşı’nın belirli bir kısmını kapsayacak bir şekilde, kabaca 17. yüzyıl İngiltere’sinde önem arz eden olaylar özetlenecektir. İkinci bölümde, İngiltere’ye özgü feodal yapıdaki dönüşüm bağlamında Robert Brenner’in çizdiği kavramsal çerçevenin öne çıkan kısımları ele alınacaktır. Üçüncü bölümde ise 17. yüzyıl İngiltere’sinde yerleşik olan sınıfsal yapı bağlamında İngiliz İç Savaşı’nın ortaya çıkış nedenlerine değinilecektir.

 

17. YÜZYIL İNGİLTERE’SİNDE ÖNEM ARZ EDEN GELİŞMELER

17. yüzyılın ilk yirmi yılı İngiltere tarihinde bir tarafta I. James’in (1603-1625) önderliğindeki Kraliyet ve Londra ticari eliti[1], diğer tarafta ise Parlamento’nun yer aldığı bir mücadeleye tanıklık etmiştir. Gerekenden fazla harcama yapma ve yeterince vergi toplayamamadan kaynaklı finansal krizle karşı karşıya olan Kraliyet’in maddi destek sağlamak için Londra ticari elitini oluşturan belirli şirketlere ticari ayrıcalıklar tanıması Parlamento için sorun teşkil etmekteydi (Brenner, 1992: 199; ayrıca bkz. Hill, 1980: 116). Parlamento bir avuç şirketin denetiminde olan ticaret faaliyetinden ve kendisinin onayı olmadan Kraliyet tarafından uygulanan vergilerden rahatsızlık duyuyordu.[2] Pamuk yetiştiricileri, giyim imalatçıları ve bu ürünleri dışarıya satan kesimlerin çıkarlarının temsil olunduğu Parlamento “Kraliyet’in sağladığı ayrıcalıklar sayesinde tek bir alıcıyla birden fazla satıcının olduğu bir piyasa durumunda hakim pozisyonda olan Londra ticari eliti” karşısında serbest ticareti ve ayrıcalıkların sonlandırılmasını talep etmekteydi (Brenner, 1992: 203).

1620’lerin ortasına gelindiğinde, İngiliz siyasi hayatında Buckingham Dükü ve I. Charles’ın Parlamento’yla ittifak kurarak I. James’in yerine iktidara gelişi ve Londra ticari elitinin Kraliyet’le sorun yaşayarak kısa süreliğine Parlamento’nun desteğini alması İngiliz İç Savaşı’na giden süreçte Elizabeth İttifakı’nın yalpalaması bakımından önem arz eden bir gelişmeydi. Brenner (1992: 218) Londra ticari elitinin Kraliyet’ten uzaklaştığı beş yıllık periyodu (1624-1629) I. Charles’ın stratejik tercihiyle ilişkilendirmektedir zira Charles ve Bukcingham Dükü ticari faaliyetin serbest bir biçimde yürütülmesi konusunda Parlamento’nun yanında saf tutmuştu (Brenner, 1992: 218). Parlamento üyeleri muhalif pozisyonlarına rağmen son ana kadar Kraliyet’in önemine olan inançlarından taviz vermeseler de 17. yüzyılın ilk yıllarından itibaren merkezi iktidara karşı gösterdikleri direnç belirli periyotlarda daha da yoğunlaşmıştır. Nitekim 1626 yılına gelindiğinde “Avam Kamarası kendisinin onayı olmadan yapılan tüm uygulamaların gayrimeşru” olduğunu ilan ederek iktisadi sorunları “anayasal bir sorun” hâline getirmiştir (Brenner, 1992: 221). Fakat Kral’a karşı gösterilen bu direncin sık sık Parlamento’nun Kral tarafından feshiyle sonuçlandığını not etmek gerekmektedir. Nitekim 1626’da Buckingham Dükü’nün azlini önlemek için I. Charles Parlamento’yu feshetmiş, akabinde savaş hazırlıklarının maddi giderlerini karşılamak için talep ettiği geliri yaratamayınca ‘Zorunlu Borç’ (Forced Loan) uygulamasını başlatmış ve bu durum hem gentry’nin hem de kentlerdeki esnaf ve zanaatkârların ciddi direnciyle karşılaşmıştır (Brenner, 1992: 225-226). Bu uygulamaya karşı gösterilen direncin ardından yapılan tutuklamalar, kralın herhangi bir sebep sunmadan kişileri tutuklama kararı verme hakkının tartışmaya açıldığı ‘Beş Şövalye Davası’na (Five KnightsCase) sebep olmuş ve fakat bu davadan I. Charles lehine çıkan sonuç Parlamento’nun Haklar Dilekçesi’ni (Petition of Rights) sunmasıyla sonuçlanmıştır (Hill, 1983: 11-12). Söz konusu dilekçede dile getirilen dört temel ilke bulunmaktaydı: Parlamento'nun onayı olmadan vergi alınmaması, sebepsiz hapis cezası verilmemesi, askerlerin tebaanın üzerine sürülmemesi ve barış zamanında sıkıyönetim uygulanmaması.

1629 yılına gelindiğinde I. Charles, ülkeyi 1640 yılına kadar Parlamento olmadan yönetmeye girişmiş ve kısa bir süre önce kendisine yabancılaştırdığı Londra ticari elitiyle ilişkilerini yeniden rayına oturtmaya çalışmıştır. I. Charles’in parlamentosuz yönetim deneyiminde önem arz eden nokta, Kral’ın “toprak sahibi sınıflardan bağımsız” bir yeni düzen kurma amacı gütmesi ve kendi seleflerinden daha fazla oranda ticari gelirlere[3] yaslanmasıydı (Brenner, 1992: 240-241). Fakat I. Charles’ın bir süre geçtikten sonra ülkeyi parlamentosuz yönetme isteğinden vazgeçmesi gerekecekti. I. Charles’ın, 1637 yılında İngiliz Dua Kitabı’nı (English Prayer Book) İskoçlara dayatmak istemesi üzerine iki ülke arasında bir savaş patlak vermiş ve orduyu toplama konusunda zorlanan Kral, 1640’ta Avam Kamarası’nı toplayarak üç hafta sürecek Kısa Parlamento dönemini başlatmıştı (Hill, 1983: 13). Fakat Kısa Parlamento’nun varlığı sadece 21 gün sürmüştür. Parlamento’nun feshedilmesinin ardından muhalif Avam Kamarası üyelerine yönelik tutuklamalar başlarken, ruhbanların oluşturduğu meclis, “din adamlarına Kralların Kutsal Hakkı’nı (Divine Right of Kings) vaaz etmelerini emreden kanunlar” çıkarmış ve merkezi yönetime pek de yeterli olmayacak finansal destek sağlamıştı (Hill, 1983: 13-14). Kral I. Charles 1640 yılında Parlamento’yu İskoçlara karşı beraber mücadele yürütmeye ikna edemezken aynı dönemde İskoç ordusunun İngiltere’ye yürüyüşü devam etmekteydi. Aynı sene İskoçlarla barış antlaşması imzalansa da nihai antlaşmanın gerçekleşeceği süre zarfında İskoç ordusuna günlük belirli bir miktar ödeme yapılacağı Kral tarafından taahhüt edilmişti. Bu süreçte hem soyluların oluşturduğu meclisten hem İskoçlardan hem de idari bölgelerden gelen talepler Parlamento’nun yeniden toplanması yönündeydi ve dolayısıyla Kral 1640 yılında bu talebe boyun eğmeye mecbur olmuştur (Hill, 1983: 14). Bu kararla birlikte İngiltere’de Uzun Parlamento (Long Parliament) dönemi başlamıştır.

Brenner’e (1992: 291) göre, Parlamento’nun yeniden toplanmasına karar verildiği 1640 yılında Londra’nın geleneksel ticari elitinin I. Charles’ın yanında yer alması Kasım 1640 - Ocak 1641 tarihli parlamenter yasama devrimi sürecinde Kraliyet’e karşı örgütlenen muhalefetin, radikal unsurları denkleme dahil edecek şekilde yürütülmesinde önem arz etmekteydi. Brenner’in (1992: 316) kendi ifadesiyle, “bir yanda Londra’daki radikal hareket ve Parlamentodaki muhalefet, diğer yanda Londra’daki muhafazakâr hareket ve Kraliyet arasındaki ittifakların birleşmesiyle Londra ve parlamento çatışmaları tamamen birleştiğinde iç savaş kaçınılmaz hale geldi.” İç savaş 1642 yılında patlak vermeden önce Kasım 1640’tan Temmuz 1641’e kadar Parlamento’daki büyük toprak sahipleri yasama devrimini gerçekleştirdiler: yönetimdeki mutlakiyetçilik sonlandırıldı ve Parlamento hükümetin daimi bir kurumu hâline getirildi (Brenner, 1992: 319). Üstelik, Şubat 1641’de daha önceki parlamentosuz 11 yıllık acı tecrübenin tekrar yaşanmasını önlemek amacıyla Avam Kamarası’nın her üç yılda bir toplanmasını öngören ‘Üç Yılı Kapsayan Yasalar’ (Triennial Acts) kabul edildi (Hill, 1983: 119). Ayrıca, bir önceki dönemin zorla dayatılan vergileri yasa dışı ilan edildi. Bunun haricinde, merkezi yönetime ve kiliseye ait yargı organlarının faaliyeti sonlandırıldı (Hill, 1983: 120). 1641’de İrlanda İsyanı’nın patlak vermesi aslında 1642 tarihli İngiliz İç Savaşı’ndan önceki son damla oldu. Bu isyanın patlak vermesiyle birlikte, Kraliyet ve Parlamento arasında isyana karşı biraraya getirilmesi düşünülen ordunun denetimi sorunu ortaya çıktı (Brenner, 1992: 357; ayrıca bkz. Russell, 1973: 13). Bu dönemde ortaya çıkan tedirginlik durumu, 1641 yılında Kraliyet politikasına yönelik eleştirileri içeren ‘Muhteşem Protesto’ (Grand Remonstrace) yasasının kabul edilmesini beraberinde getirdi. Kral I. Charles’ın bu yasaya muhalif Parlamento üyelerini tutuklayarak cevap verme isteği ise kendisinin Londra’yı terk etmesiyle sonuçlandı zira muhalif kesime Londra’dan destek yağmaktaydı (Hill, 1983: 110). İrlanda İsyanı’nın patlak vermesiyle birlikte ortaya çıkan askeri gücün denetimi sorununa eşlik eden bir diğer meselen İngiliz İç Savaşı’nın belirli bir bölümünü kapsayan radikal halk hareketlerinin denetimi meselesiydi (Russell, 1973: 30’dan aktaran Brenner, 1992: 357). Londra’da kenetlenen radikal halk kitleleri, İngiliz İç Savaşı’nda Kraliyet yanlılarına karşı bir denge unsuru oluşturmakta ve fakat aynı zamanda Parlamento’nun hep muhafazakâr eğilimler gösteren ‘ilerici’ muhalifleri (ve tabii ki gerici soylular) için denetim altında tutulması gereken potansiyel tehdit olarak görülmekteydi. Londra’nın radikal muhalifleri – İngiliz Devrimi’yle[4] paralellik oluşturacak bir biçimde – 1641-1642 yıllarında “eski oligarşik anayasa”yı ortadan kaldıran ve Londra’daki siyasi gücü “kentin yeni tüccarları, esnafları ve zanaatkârlarının saflarından oluşmuş güçlü bir yurttaş hareketine önderlik eden” yeni ticari liderliğe devreden “kentsel devrim”i yaptılar (Brenner, 1992: 373-374).

İngiliz İç Savaşı’nın bir sonraki safhası, monarşinin tamamen ortadan kaldırıldığı gerçek anlamda bir halk egemenliğine dayalı radikal yönetim anlayışına başından beri geçit verme niyetinde olmayan Parlamento muhalefetinin bu radikalizmi sönümlendirme çabasına şahitlik etmiştir. Özellikle, 1640’ların ortalarına gelindiğinde Parlamento muhalefeti, istikrarı sağlamak amacıyla Kral I. Charles’la anlaşma yapma girişiminde bulunmuştur (Brenner, 1992: 461). 1645 yılında Parlamento yanlıları tarafından 1660’a kadar varlığını sürdürecek ‘Yeni Ordu’ (New Model Army) kurulmuş ve dolayısıyla Parlamento’nun askeri gücü doruğuna ulaşmıştır (Brenner, 1992: 461; Hill, 1983: 111). Bu dönem aynı zamanda Londra radikal halk hareketinin de gücünün doruğunda olduğu bir dönemdi. Kraliyet yanlılarının 1645’te Naseby’de bozguna uğratılmasının ardından Parlamento askeri zafere ulaşınca “(İngiliz) İç Savaşı’nı kaybetmemek için” temel hedefini Kral’la işbirliği yapmak, diğer bir deyişle, radikal grupların etkisini azaltmak olarak belirlemiştir (Brenner, 1992: 461). Kral I. Charles’la yapılmak istenen uzlaşı sonuç vermemiş ve 1646 yılında İskoçlara teslim olan Charles 1647’de Parlamento’ya teslim edilmiştir (Hill, 1983: 111). Aynı tarihte Ordu Konseyi’nde daha demokratik bir anayasa üzerine yürüyen tartışmaların çıkmaza girmesinin ardından Oliver Cromwell’in müdahelesi tartışmaları nihayete erdirmiştir (Hill, 1983: 112). Cromwell’in yaptığı müdahale I. Charles’ın gözaltından kaçtığı, İskoçlarla anlaşma yaparak 1648’de İngiltere’ye saldırdığı ve dolayısıyla İngiliz İç Savaşı’nın yeniden hararetlendiği bir döneme denk düşmekteydi (Hill, 1983: 112). Fakat bu saldırı kolayca bertaraf edilmiştir. Ardından Parlamento’daki muhafazakâr kesim (Presbyterians) Kral’la müzakereye başlama isteğinden vazgeçerek radikal kesimle ittifakı yeniden canlandırmış ve akabinde Yeni Ordu Londra’nın denetimini eline alarak yüzlerce Avam Kamarası üyesini Parlamento’dan zorla çıkarmıştır (Pride’s Purge) (Hill, 1983: 112; Russell, 1973: 3). Kral’ı yargılamak için kurulan mahkeme ise Ocak 1649’da Charles’ın idamına hükmetmiştir. İngiliz İç Savaşı’nın ikinci safhası veya ikinci devrim olarak nitelenen bu sürecin ardından monarşi lağvedilse de “demokratik reformlar yapılmadığı” gibi İngiliz İç Savaşı’na destek veren daha demokratik yönetim yanlısı radikal kesimlerin liderleri de hapse atılmıştır (Hill, 1983: 112). Burada belirtmek gerekir ki, Kral’ın idam edilişinin ardından önlerine set çekilen radikal unsurlar sadece kentli halk kesimlerinden ibaret değildi; ordu içindeki radikalizm de aynı şekilde engellenmişti (Hill, 1983: 112; Russell, 1973: 3). Russell bu iki devrimden ve iç savaştan ilkinin, devrimden ziyade Parlamento tarafından merkezi yönetime karşı yapılan bir isyan, ikincisinin ise ordu tarafından yapılan ve “gerçek anlamda devrimci ideolojilerle beslenen” bir devrim olduğunu belirtmektedir. Fakat bu devrim tabirinin dikkatle kullanılması gereketiğini hatırlatan Russell (1973: 3), Cromwell’in esas amacının gentry’nin hakimiyetini restore etmek olduğunu not etmektedir (ayrıca bkz. Hill, 1980: 115, 118-119).

 

İNGİLTERE’NİN ÖZGÜN SINIFSAL YAPISI

İngiltere’yi kapsayacak bir şekilde Avrupa genelinde feodalizmin ortaya çıkması, kendi içinde değişmesi veya kökten dönüşerek yerini kapitalizme bırakması söz konusu coğrafyanın çeşitli bölgelerinde oldukça farklı seyirler izlemiştir. Bu bakımdan feodalizmden kapitalizme geçiş tartışması bağlamında bu coğrafyada bulunan tüm ülkeleri tek bir potada eritmek tekil örneklerin hangi açılardan birbirinden farklılaştığını görmezden gelmek anlamına gelir. Yine de Avrupa’da hakim olan feodal yapı özelinde bir genelliştirme yapmak gerekirse, Kıta Avrupa’sında ‘parçalı egemenlik’in hakim olduğunu ve İngiltere’nin bu bakımdan ayrıksı bir örnek oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Feodal yapının İngiltere’de aldığı farklı biçim, yani feodalizmin senyörel mülk sahipliğinin çoğunluğuna dayalı bir biçim almaması söz konusu yapının dönüşüm evresi için de kilit önemdedir (Comninel, 2000: 4). Zira feodalizmin krize girdiği süreç sonrasında İngiltere’nin kendine özgü feodal yapısı onun kapitalizme evrilmesine doğrudan katkı sunmuştur.

Robert Brenner (1990: 11), feodalizmden kapitalizme giden süreci açıklarken, genel olarak Avrupa, spesifik olarak ise İngiltere özelinde yaşanan kapsamlı iktisadi dönüşümleri “demografi” ve “ticaret” gibi tekil iktisadi faktörlerden ziyade “sınıfsal yapı” üzerinden açıklamayı tercih etmektedir. Brenner’in (1990: 11) analizinde sınıfsal yapı “doğrudan üreticilerin birbirileriyle, üretim araçlarıyla ve toprakla olan ilişkisi”ni ve “özü itibariyle çatışmalı mülkiyet ilişkileri”ni kapsayan bir kavramdır. Kavramın tarihsel olarak bütünlük oluşturan ve fakat analitik olarak ayrıştırılan bu iki yönü, sırasıyla, “emek süreci” veyahut “üretimin toplumsal güçleri” ile “mülkiyet ilişkisi” veya “artı değere el koyma ilişkisi”ne tekabül etmektedir (Brenner, 1990: 11). Brenner (1990: 30),  sınıfsal yapı kavramı çerçevesinde feodalizmin dönüşümünü analiz ederken, bir yandan, serfliğin ortadan kalkması (veya varlığını sürdürmesi), öte yandan, küçük köylü mülkiyetinin ortaya çıkışı ve hakimiyeti gibi iki temel sorunla karşılaştığımıza dikkat çekmektedir. İngiltere örneğinde feodalizmin dönüşümü serflik ilişkisinin ortadan kalkması ve küçük köylü mülkiyetinin hakimiyetinin sekteye uğratılmasıyle el ele gitmiştir.

Feodal üretim biçiminde toprağın sahibi olan lordla köylü arasındaki serflik ilişkisi üretilen artıya el koyma biçiminde ilerlediği ölçüde “köylü üretiminin tükenmesi” kaçınılmaz hâle gelmekteydi (Brenner, 1990: 33). Zira lordun tarımsal yeniliklerden ziyade ürün fazlasının sömürüsüne odaklanması, bir yandan, daha önceden hayvanlar için ayrılmış toprakların da tarımsal üretime konu olması sebebiyle hayvan yetiştiriciliğine önem verilmemesi, öte yandan, daha kötü toprakların ekime açılmasına yol açmaktaydı (Brenner, 1990: 33). Tarımsal üretkenliğin engellenmesi sorununun ikinci boyutu ise artı ürün elde etme ve birikim yapma potansiyeli olan mülk sahibi köylü grubunun üstünlük kazanmasının önlenmesiydi[5] (Brenner, 1990: 33). Genel olarak Avrupa, spesifik olarak ise İngiltere özelinde lordlarla köylüler arasında azalan işgücü sayısıdan kaynaklı olarak 14. yüzyılın sonundan 16. yüzyıla kadar süren bu çekişme bir kriz durumu yaratarak söz konusu yapının özünü oluşturan sınıflar arasındaki çatışmanın yoğunlaşmasına sebebiyet vermiştir (Brenner, 1990: 35-36). Avrupa’nın farklı bölgelerinde feodalizme özgü sınıfsal yapının tarafları arasındaki göreli güç dengesi farklı sonuçların ortaya çıkmasını beraberinde getirirken, İngiltere’deki süreç, 15. yüzyılda köylülerin serf olma durumundan kurtulması ve 16. yüzyılda lordların sahip oldukları arazi parçalarını ellerinde tutması yönünde gelişmiştir (Brenner, 1990: 46). Her ne kadar köylüler serflik ilişkisinin dışında kalıp kişinin kendi toprağının sahibi olduğu bir mülkiyet yapısı (freehold) için çabalasa da bu girişim, lordların, arazilerini çitleyerek kapitalist çiftçilere kiralaması sonucunda akamete uğramıştır (Brenner, 1990: 46, 49). Brenner; lordlar ve köylüler arasında yüzyıllara yayılan çekişmede ilkinin diğeri karşısında elde ettiği üstünlüğü toprak sahipliği oranı üzerinden göstermektedir. Yazara göre, İngiliz İç Savaşı’nın yaşandığı 17. yüzyılın sonuna gelirken mülk sahibi lordlar ekilebilir arazilerin yaklaşık %70’ini ellerinde tutuyorlardı (Brenner, 1990: 48). Fakat 17. yüzyıla gelinceye dek bu üstünlüğü koruyan lordun aynı zamanda azalan işgücü karşısında toprağı işleme zorunluluğu gibi bir dezavantajla karşı karşıya olduğunu da akılda tutmak gerekmektedir. Toprağın işlenmesi için arazilerin kapitalist çiftçilere kiralanmasındaki amaç bu açmazdan kurtulmaktı. 16. yüzyıldan itibaren yeomen grubunun bir bölümü İngiliz gentry’siyle birlikte piyasa merkezli üretimde iştirak etmişlerdir (Hill, 1980: 113). Buradaki en önemli husus, lordun toprağını ücretli emek aracılığıyla işleten kiracı çiftçinin ekonomi dışı zor gücünün kullanımıyla ilişkili olmamasıydı (üçüncü bölümün sonunda bu hususa tekrar geri dönülecektir). Kiracı kapitalist çiftçiler toprağı ekip becermek için emeğini belirli bir ücret karşılığında satan köylüleri kullanmaktaydı. Dolayısıyla bu yeni sınıfsal ilişkiler hem toprağın hem de emek gücünün metalaştığı yeni bir düzen anlamına geliyordu. Bu düzenin tarafları toprak sahibi lord, kapitalist kiracı çiftçi ve ücretli emek idi. Böylelikle 17. yüzyıla gelindiğinde, İngiltere’de kapitalist ilişkiler ağının örüldüğü anlaşılmaktadır. İç savaştan sonraki yıllarda yaşanan gelişmelerle birlikte İngiltere kapitalizmi olgunluğa erişecektir (bkz. Hill, 1980: 115-118). Dolayısıyla Brenner’in (Brenner, 1990: 49) saptadığı üzere, “klasik bir toprak lordu – kapitalist kiracı – ücretli emek düzeni” İngiltere’de tarımsal üretim dönüşmesiyle kendine has bir iktisadi gelişimi mümkün kılan sınıfsal dengeydi.

 

‘SINIFSAL YAPI’ KAVRAMLAŞTIRMASI BAĞLAMINDA İNGİLİZ İÇ SAVAŞI VE ‘BURJUVA DEVRİMİ’ TARTIŞMASI

Bir önceki bölümde ana hatlarını özetlemeye çalıştığımız kavramsal çerçevenin İngiliz İç Savaşı’nın nedenlerine dair bu yazıda benimsediğimiz açıklama biçimiyle olan bağlantısını kurabilmek için İngiliz İç Savaşı’nın neden gerçekleştiği sorusuna cevap vermek gerekmektedir. Çeşitli disiplinlerde önem atfedilen bu sürecin nedenlerine dair literatür oldukça zengindir. Bu literatürün neleri içerdiği bu çalışmanın sınırlarını aştığı için ilgili yazın bu yazıda ele alınmayacaktır. Burada üzerinde duracağımız kısım, İngiliz İç Savaşı sonrasında gelişen süreci burjuvaziyle ilişkilendiren ‘burjuva devrimi’ iddiası  ve savaşın bu geleneksel yorumuna yöneltilen, bizim de bu çalışmada kısmen kabul ettiğimiz revizyonist eleştiridir. Fakat şunu da eklemek gerekir ki, revizyonist yaklaşımın yaptığı katkı önemli olmakla birlikte, bu yaklaşım toplumsal gerçekliğe ilişkin bakışımızı temellendirdiğimiz postulatlar açısından eleştiriye tabi tutulmalıdır. Dolayısıyla savaşın nedenlerine ilişkin literatüre yapılan revizyonist katkı, bu katkının sınıfsal yapıdaki dönüşüm merkezli eleştirisiyle birlikte ele alındığı takdirde, bir önceki bölümde özetlediğimiz kavramsal çerçeve ile İngiliz İç Savaşı arasında bağ kurmak daha da kolaylaşacaktır.

Lawrence Stone (1985: 44) burjuva devrimi tartışmasıyla ilintili olarak 19. yüzyılda ortaya atılmış bir argümana işaret etmektedir: “İngiliz İç Savaşı feodalizmden kapitalizme geçişte bir aşamaya işaret etmektedir.” Bu argümanın üç boyutu bulunmaktadır: bunlardan ilki, Parlamento (ve dolayısıyla modernlik) ve Kraliyet (ve dolayısıyla muhafazakârlık) yanlısı çatışan grupların emek ve mülkiyete yönelik farklı davranış biçimleri benimsediği; ikincisi, eski düzenin yıkılışını destekleyen Parlamento üyelerinin bilinçli bir şekilde feodalizmin yıkılmasını arzuladıkları; üçüncüsü ise İngiliz İç Savaşı’nın sonucunun “sahiplenici bireycilik”le[6] nitelendirilen bir burjuva toplumu olduğudur (Stone, 1985: 44). Toplum genelinde çeşitli grupların yürüttüğü iktisadi faaliyetlerle bu grupların siyasi tutumları arasında doğal olarak bir bağ olduğunu göstermeye çalışan burjuva devrimi argümanları karşısında Stone (1985: 45), bu argümanı oluşturan çeşitli iddiaların aksi yönde kanıtlar sunarak spesifik bir iktisadi faaliyetle uğraşan herhangi bir toplumsal grubun ileri veya gerici tutumlar sergilemesini “ticari çıkarlar ve siyasi gücün denetimindeki farklılıklar”la açıklamaya çalışmaktadır. Her şeyden önce vurgulanması gereken husus şu ki, her ne kadar kentlerdeki Parlamento ve Kraliyet yanlıları, sırasıyla, burjuvazi/esnaf ve soylu kesiminden oluşsa da, Londra dışındaki karşıt grupların her ikisinde taşradaki soyluların (gentry) büyük bir yer kaplamaktaydı[7] (Stone, 1985: 44-45). Stone’nun (1985: 47-48) saptamalarındaki diğer dikkat çekici nokta, feodalizme has baskıcı üretim rejimlerini benimseyen gerici toprak sahiplerinin, Kraliyet yanlısı olmakla birlikte, “madencilik, metalürji ve yün üretiminde” girişimci faaliyetlerde bulundukları gerçeğidir. İngiltere’deki toplumsal yapının yeniden üretimine ilişkin bulgular, genellikle eski rejimin yıkılmasını talep eden ‘ilerici’ aktörlerle özdeşleştirilen girişimcilik faaliyetlerinin hiç de düşünüldüğü üzere belirli bir kesimle sınırlandırılamayacağını göstermektedir. Öte yandan, burjuvazi ile siyasi radikalizm talepleri arasında kurulmak istenen ilişkiye dair coğrafi farklılıkları merkezine alan yaklaşımlar da Stone’un çalışmasında eleştiriye tabi tutulmaktadır. Örneğin, Stone, İngiltere’nin daha az gelişen Kuzey ve Batı bölgelerinin daha fazla gelişim gösteren Güney ve Doğu bölgelerinden ayrı tutulmasının aynı zamanda siyasi tutumlara dair fikir verdiğini öne süren iddialara yönelttiği eleştirisinde, böylesi argümanların olumlu gelişim gösteren coğrafi bölgelerdeki Parlamento yanlısı kesimlerin gerçekten girişimci olup olmadığına dair kesin bir saptamadan yoksun olduğunu belirtmektedir (Stone, 1985: 46). Stone’a (1985: 48-49) göre, toprağa ve kiracı çiftçiliğe yönelik girişimci (ve dolayısıyla ilerici) veyahut paternalist (ve dolayısıyla gerici) bir tavır sergilenip sergilenmediğini anlamak için en anlamlı göstergelerden biri “kiracıların topraktan dışlanmasını ve kırsal alanın nüfusunun azaltılmasını içerecek şekilde toprağın çitlenmesi” faaliyetine yönelik benimsenen olumlu veya olumsuz tutumdur. Gelgelelim Stone, çitleme lehinde faaliyet yürütmenin, gentry’nin içerisinde siyasi tutuma yönelik beliren zıtlığa dair fikir veremeyeceğini ampirik bulgular üzerinden ortaya koymaktadır. Daha somut bir biçimde ifade etmek gerekirse, feodalizm karşıtı niteliği gereğince Kraliyet tarafından sık sık cezalandırılan çitleme girişimini yürüten sözde ‘ilerici’ gentry kesimi Kraliyet yanlısı tutumuyla öne çıkmış ve hatta herhangi bir cezaya konu olmayan gentry kesiminden daha düzen yanlısı bir tutum sergilemişdir (Stone, 1985: 52).

Burjuva devrimi yaklaşımının taraftarlarından biri olarak bilinen Christopher Hill (1980: 110) ise aslında Marksist kullanımda burjuva devrimi anlayışının “devrimin bilinçli olarak burjuvazi tarafından yapıldığı anlamına gelmediğini”, böylesi bir kavrayışın daha çok yeterli bilgiden yoksun Marksist olmayan kimseler tarafından dile getirildiğini ifade etmektedir. Fakat Hill, Marksist burjuva devrimi anlayışının burjuvazinin bilinçli devrimci girişimi olarak yorumlanmaması gerektiğini söylemekle birlikte, İngiliz Devrimi’nin ortaya çıkışını spesifik bir sınıfa atfetmenin iç savaş ve sonrasındaki dönüşüme dair tatmin edici bir açıklama sunmadığını da belirtmektedir. Stone’nun gentry tabakasının ön planda olmasına ilişkin yorumuna benzer şekilde, Hill (1980: 118) de İngiliz Devrimi öncesinde ve sonrasında gentry’nin İngiltere toplumunda hakim konumda olduğunu hatırlatmaktadır. Hill’in (1980: 124) analizinde eleştirel bir biçimde dikkat çektiği diğer bir husus, Parlamento üyeleri arasındaki fikir ayrılıklarının belirli bir sınıflandırma üzerinden anlamlandırılmasıdır. Hill, bu girişime karşılık olarak, Parlamento’nun büyük çoğunluğunun geleneksel elitlerden oluşmasının burjuva devrimi fikrini çürütemeyeceği gibi, bu kurumun üyelerinin fabrika benzeri işletme sahibi olmalarının da İngiliz Devrimi’nin bir burjuva devrimi olarak yorumlanmasını gerektirmeyeceğini not etmektedir. Onun için temel mesele, daha ziyade, iç savaş dönemine gelinceye dek sınıfsal güç ilişkilerinde yaşanan gelişmelerdir (Hill, 1980: 124). Aksi takdirde, devrimci sürecin, sınıfsal ilişkilerdeki değişimleri geri planda bırakarak, Parlamento üyelerinin sınıflandırmaya tabi tutulmasıyla açıklanması birkaç sorunu beraberinde getirebilir. Öncelikle, Parlamento üyelerinin birbirinden oldukça farklı kişisel amaçlarına göre karar verdiklerini belirtmekte fayda var (Hill, 1980: 125). Bunun anlamı, onların ortak bir hedef doğrultusunda hareket eden gruplarmış gibi algılanmasının olgusal gerçekliğe uymadığıdır. Bunun dışında, bu elit kesimin sosyo-ekonomik düzenin kökten dönüşümüne karşı olduğu unutulmamalıdır (Hill, 1980: 125; ayrıca bkz. Brenner, 1992; Russell, 1973). Her ne kadar etkileri zamanla azalsa da alt tabakada konumlanan halk kitlelerinden gelen baskı olmasaydı, düzene yönelik muhafazakâr ve önemli ölçüde Kraliyet yanlısı siyasi elitlerin olduğu toplumda böylesi bir devrimci durumun belirmesi pek olası değildi. Parlamento üyelerine benzer şekilde, yüzünü Parlamento’ya çeviren burjuva kesimleri (örneğin, tüccarlar ve zanaatkârlar) de Kraliyet’in kendilerine ayrıcalık tanıması durumunda bireysel olarak kolaylıkla taraf değiştirebilirdi (Hill 1980: 129). Dolayısıyla devrimi yapan ne bilinçli’ burjuvazi ne de kendisine burjuva nitelikler atfedilen ‘ilerici’ gentry idi. Hill’in (1980: 124) belirttiği üzere, devrimci durumu mümkün kılan şey, toplumdaki elit kesimler arasında yaşanan bölünme ile alt sınıflardan gelen baskının aynı döneme denk gelmesi idi (ayrıca bkz. Russell, 1973: 12). Bu ilişkiler yumağında 1640’lara gelinceye dek göze çarpan unsur söz konusu sosyo-ekonomik ilişkilerin kapitalist niteliğe bürünmesiydi. Hill (1980: 131), bir ‘burjuva devrimi’nden bahsedilecekse bunun sadece ve sadece kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmeye başladığı bir sosyo-ekonomik düzende mümkün olduğunu eklemektedir. Tüm bunların ötesinde, Hill (1980: 131) için ‘burjuva devrimi’ yaklaşımı, devrimin akabinde siyasi iktidarın doğrudan doğruya burjuva tarafından ele geçirilmesi anlamına da gelmemektedir. 20. yüzyılın kapitalist dünyasında merkezi otoriteyle burjuva tabakası arasında siyasi ve iktisadi gücün kullanımı bakımından mevcut olan işbölümünü hatırlatan Hill (1980: 131), benzer bir durumun İngiliz Devrimi sonrasındaki siyasi iktidar kullanımı için de geçerli olduğunu ifade etmektedir.

Burjuva devrimi tartışması aslında revizyonistlerin münhasıran odaklandığı tartışma değildir. Revizyonistlerin odak noktası, İngiliz İç Savaşı’nın veya İngiliz Devrimi’nin nedenlerine ilişkin belirli toplumsal gruplara veyahut kurumlara odaklanan ve geleneksel yaklaşımlar olarak nitelenen birbirinden kısmen farklı üç yorumdur: bunlar, İngiliz İç Savaşı’nın Whig, Marksist ve sosyolojik yorumlarıdır. Revizyonistlere göre bu üç farklı yaklaşımın ortak paydası “tarihe yönelik teleolojik bir yaklaşım” benimsemeleridir (Fulbrook, 1982: 250). Geleneksel yaklaşımlar, tarihi kaçınılmaz bir sonuca doğru ilerleyen bir süreç olarak görmektedir. Söz konusu geleneksel yaklaşımları birbirinden farklı kılan nokta ise bu evrimsel tarih anlayışında ayrıcalıklı addedilen kurumların veya aktörlerin Whig tarih anlayışında parlamentoya, Marksist tarih anlayışında burjuvaziye, sosyolojik tarih anlayışında ise önemini kaybeden aristokrasiye denk düşmesidir (Fulbrook, 1982: 250). Revizyonist yaklaşımlar, burjuva devrimi tartışmasını anımsatacak bir biçimde, herhangi bir kurumun veya aktörün toplumsal dönüşüm yapma yönünde bilinçli bir tercihte bulunmadığını öne sürerken, öte yandan, İngiliz İç Savaşı’nın birtakım nüfuz kazanma mücadelelerinin bir ürünü olarak karmaşık güç ilişkilerinden rastlantısal olarak doğduğunu iddia etmektedirler. Revizyonist yaklaşımlar bu savlarını desteklemek için İngiliz İç Savaşı sürecine dair ampirik göstergelere büyük önem atfetmektedirler. Dolayısıyla herhangi spesifik bir aktörün siyasi faaliyetlerine ideolojik bir anlam atfetme kolaycılığı yerine, bahsi geçen dönemdeki olgusal gerçekliğin aslında neye tekabül ettiği revizyonistler için daha önemlidir. Yine de, daha önce ifade ettiğimiz üzere, revizyonist yaklaşımların ampirik göstergeler üzerinden yeni bir tarihsel anlatı geliştirme çabası dikkate değer bir girişim olsa da bu, toplumsal yeniden üretim sürecinde yerleşmiş olan sınıfsal yapının görmezden gelinmesine yol açmamalıdır. Dolayısıyla tarihsel süreçteki olgusal detaylara inmeyen basitleştirici açıklamalardan – tam tersi bir yöntemle – ampirik göstergelere bakmak suretiyle uzaklaşmak ne kadar önemliyse, aynı zamanda içine düştüğümüz karmaşık ilişkiler ağındaki sınıfsal örüntüleri yakalayarak bu karmaşıklığı aşmak da bir o kadar önem arz etmektedir.

Revizyonistlerin geleneksel yaklaşımlara ilişkin çeşitli eleştirileri bulunmaktadır (bkz. Russell, 1973; Christianson, 1976). Öncelikle, geleneksel yaklaşımların “sosyal statü, ekonomik zenginlik ve siyasi mensubiyet arasında korelasyon” kurduğunu iddia eden revizyonistler, bu korelasyon üzerine bina edilmiş “yükselen burjuvazi” veyahut “zayıflayan aristokrasi” merkezli anlatıların ampirik göstergelerle uyumsuz olduğunu ve dolayısıyla kabul edilemeyeceğini öne sürmektedirler (Fulbrook, 1982: 251). İkinci olarak, İngiliz İç Savaşı’nın ortaya çıkışında Parlamento kurumuna önem atfeden yaklaşımlara karşı bütünlüklü bir siyasi gruplaşma veya parti anlayışının mevcut olmadığı, çatışmaların daha ziyade kişisel güç mücadeleleri üzerinden patlak verdiği ve sonuç olarak söz konusu kurumun halkın çoğunluğunun çıkarlarını Kraliyet karşısında temsil eden, idealize edilmiş bir kurum olmadığı vurgulanmaktadır (Fulbrook, 1982: 251; Hill, 1980: 125). Daha önce ifade edildiği üzere, Parlamento’daki gentry temsilcileri arasında Kraliyet yanlısı ve karşıtları olarak çıkan kutuplaşmada radikal halk hareketlerinin yanında yer alan ‘ilerici’ grupların bu tercihi toplumsal dönüşüm arzusundan ziyade stratejik bir tercih idi (Brenner, 1992: 358, 446; Russell, 1973: 10; Hill, 1980: 125). Üçüncü olarak, İngiliz toplumu 1640’lara kadar muhafazakar bir nitelikte olmuştur (Fulbrook, 1982: 251). Diğer bir deyişle, ne bir sınıf ne de bir toplumsal grup özelinde devrim yapma yönünde bir istek bulmak mümkün görünmemektedir. Fulbrook (1982: 251), Kraliyet’e belirli sorunlar üzerinden muhalif olan kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda eyleme kalkışmalarının bile oldukça sınırlı çerçevede yürüdüğünü ve toplumsal yapıyı bütün olarak dönüştürmenin tartışma konusu dahi olmadığını belirtmektedir. ‘Peki, revizyonistler İngiliz İç Savaşı’nı nasıl açıklıyorlar?’ diye sorulduğunda birden fazla nedensel açıklama bulmak mümkündür. Fakat Fulbrook’un (1982: 252) yerinde bir saptama yaparak belirttiği üzere, revizyonistler genel itibariyle nedensel bir açıklama bulma zorunluluğu hissetmemekte; zira onlar, İngiliz İç Savaşı’nın, tarihsel bir dönüm noktasından ziyade siyasi iktidar ve toplumun çeşitli katmanları arasındaki basit bir çatışma olduğunu düşünmektedirler. Yine de, Fulbrook (1982: 252) – açıkça belirtilip belirtilmemesinden bağımsız olarak – revizyonist yaklaşımlarda, “İngiltere'nin ademimerkeziyetçi ve muhafazakâr yerel yönetimi ile Kraliyet'in bazı yenilikçi politikaları arasındaki gerilimlerin yanı sıra (...) İngiliz devletinin bir savaş makinesi olarak mali ve idari zayıflığının yinelenmesi”nin söz konusu olduğunu belirtmektedir (ayrıca bkz. Russell, 1973; Christianson, 1976).

Fulbrook revizyonistlerin İngiliz İç Savaşı’na dair öne sürdüğü ampirik bulgulara yaslanarak aslında savaşın nedenlerine dair rastlantısal olmayan tutarlı bir açıklamanın verilebileceğini iddia etmektedir. Bu amaç doğrultusunda, yazar İngiltere ile Kıta Avrupa’da mutlakıyetçiliğe evrilen devletler arasında bir karşılaştırma yapmakta ve İngiltere’de başarısızlıkla sonuçlanan mutlakıyetçi girişimin nedenlerini göstermeye çalışmaktadır. Hiç şüphesiz, Kıta Avrupa’dan İngiltere’ye Norman fethiyle ihraç edilen feodal yapının bu ülkede farklı bir nitelik kazanması, 17. yüzyıla gelindiğinde mutlakıyetçi girişimlerin nasıl ve neden sekteye uğratıldığını anlamak için önem arz etmektedir. Dolayısıyla revizyonistlerin, İngiliz İç Savaşı’na dair uzun dönemli analizleri yanıltıcı kabul etmesine karşın – Fulbrook’un yaptığı gibi – erken feodal dönemde İngiltere’de oluşan yeni yapının ayırt edici özelliklerine vurgu yapmak sınıfsal yapı kavramlaştırması üzerine temellenen açıklama biçimi için elzemdir. Fulbrook’un (1982: 255) kendi analizinde üzerinde durduğu nokta, “İngiltere’de yönetimin görece erken merkezileşmesi ve feodal siyasi soyluluğun saray odaklı bir aristokrasiye dönüşmesi”dir. Bu durum, kralların “ayrı bir devlet bürokrasisi geliştirmekten vazgeçebilmeleri”ne ve “bunun yerine yaptıkları görev mukabilinde ücret almayan yerel memurlara dayanan ademimerkeziyetçi bir yerel yönetim biçimi” aracılığıyla yönetebilmelerine olanak sağlamıştır (Fulbrook, 1982: 255). Fakat bu yönetim yapısı, aynı zamanda, merkezde alınan kararların yerel yöneticiler tarafından görmezden gelinmesi veya etkin bir biçimde uygulanmaması, saldırgan bir dış politika için gerekeli finansal kaynağın toplanamaması, Kraliyet’in pek rağbet görmeyen dini (özellikle Katolik) ve kültürel politikalarıyla Parlamento’nun karşı çıktığı harici siyaset biraraya geldiği zaman beliren dirence karşı konulamaması gibi eksiklerden muzdaripti (Fulbrook, 1982: 255-256). Görüldüğü üzere, İngiltere’de feodal yapının özgün biçime bürünmesi merkezi iktidar için bir direnç sorunu oluşturmaktaydı. İngiliz toplumunun farklı kesimlerinden gelen direnç aslında yerleşiklik kazanan sınıfsal yapıdaki güç ilişkilerine tekabül etmektedir. Daha somut bir biçimde ifade etmek gerekirse, İngiltere’de 17. yüzyıla gelindiğinde Kraliyet’in karşısında konumunu güçlendirmiş ve hakları Parlamento’da temsil edilen ticari toprak sahiplerinin kendilerini temellendirdiği ekonomik sistemde merkezi iktidardan herhangi bir ayrıcalık beklentileri yoktu. Brenner’in (1992: 204) detaylı bir şekilde incelediği üzere, Kıta Avrupa'daki lordlardan farklı olarak İngiltere’de ticari niteliğe bürünmüş toprak sahibi soylunun kiraya verdiği arazisinden gelir elde etmek için “ekonomi dışı güç kullanma kapasitesi”ne gereksinimi bulunmuyordu. “Aksine, toprak ve işgücü piyasalarının kabaca serbest olmasından kaynaklanan artan ekonomik rantları topladıkları geniş ticarileştirilmiş toprak mülkleriyle çok iyi geçinebiliyorlardı” (Brenner, 1992: 204). Daha da önemlisi, bu görece bağımsız konum, Kraliyet tarafından toprak sahiplerinin mülkiyet haklarını tehlikeye atacak keyfi yönetime ve Parlamento’nun onayına tabi tutulmayan vergilendirme biçimine karşı durmayı mümkün kılıyordu (Brenner, 1992: 204; ayrıca bkz. Hill, 1980: 116). Tam da bu koşullar altında, Parlamento’da biriken muhalif güç odağı; Londra’da eski Kraliyet yanlısı tüccar elitin ikamesi olan yeni tüccar sınıfı ve tüccar olmayan kentli halk kitleleriyle biraraya gelerek merkezi hükümete karşı çıkmış ve İngiliz İç Savaşı’na giden süreci tamamlamıştır.

 

SONUÇ

Önceki paragraflarda, 1650’ler ve sonrasının İngiltere için kapitalizmin olgunlaştığı bir evre olarak düşünülmesi gerektiği vurgulanmıştır. Nasıl ki İngiliz İç Savaşı’na giden süreçte ülkenin sınıfsal yapısında yerleşmeye başlayan kapitalist toplumsal ilişkiler bu karmaşık sürecin ortaya çıkmasında kilit rol oynamışsa, savaşın sonrasındaki gelişmelerle birlikte bu uzun erimli iktisadi dönüşüm ivme kazanmıştır. Hill bu dönüşüme ilişkin olarak toprakta feodal kullanım haklarının ve feodal vergi düzenini yöneten yargı organlarının (Court of Wards) işlevsiz kılınmasının lordluk kurumunun – ‘sahiplenici bireycilik’ kavramını tekrar hatırlatacak bir şekilde – mutlak anlamda mülkiyetle ikame edilmesi sonucunu doğurduğunu belirtmektedir (Hill, 1980: 115-116). Aynı dönemde belgeli serf işletmecileri (copyholder) için mülkiyet güvencesi sağlanmasına yönelik talepler reddedilmekle kalmadı, aynı zamanda serflik ilişkilerinin dışında kalıp kendi toprağının sahibi olan serbest köylüler (freeholder) de mülkiyet güvencesizliğinde muzdarip hâle getirildi ve böylelikle çitleme faaliyetlerinin daha etkin bir biçimde sürdürülerek kapitalist tarımın geliştirilmesine olanak sağlandı (Hill, 1980: 116-117). 1660’larda Londra ticari elitinin 17. yüzyılın başından beri faydalandığı ayrıcalıkların engellenmesine yönelik yasalar çıkarılırken Parlamento’yla (ve dolayısıyla burada temsil edilen çıkarlarla) uyuşmayan iktisadi kararların merkezi hükümet tarafından keyfi bir biçimde uygulanması engellenmiş oldu (Hill, 1980: 117). Feodalizmden arta kalan ilişkilerin teker teker ortadan kaldırılması aynı zamanda İngiltere’nin sanayileşmeye giden yolda daha az engellerle karşılaşmasına da olanak yaratacaktır.

Bu yaşanan gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, İngiliz İç Savaşı, Brenner’in büyük iktisadi dönüşümlere ilişkin kavramsal çerçevesi üzerinden düşünüldüğünde, İngiltere’de feodal üretim ilişkilerinin toplumun özünden sökülüp atılması bağlamında İngiliz kapitalizmine ivme kazandıran olaylar zinciri olarak değerlendirilebilir. Her ne kadar bu savaş dünya tarihinde Kral I. Charles’ın kafasının kesilmesi ve ‘halkın temsilcisi’ Parlamento’nun mutlak zafer kazanması gibi sembolik olaylarla öne çıksa da İngiliz İç Savaşı’na giden sürecin nasıl başladığını anlamak için tarihi 17. yüzyıl öncesine geri sarmak ve bunu yaparken dönemin ampirik bulgularıyla uyumlu bir sınıfsal örüntüyü yakalamak gerekmektedir.  

 

KAYNAKÇA

Brenner, R. (1992). Merchants and Revolution-Commercial Change, Political Conflict and London Overseas Traders 1550-1653, Princeton.

Brenner, R. (1990). Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe, T.H. Aston and C.H.E. Philpin, The Brenner Debate-Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe içinde (10-63), Cambridge University Press.

Carchedi, G. (1983). Problems in Class Analysis, London: Routledge and Kegan Paul.

Christianson, P. (1976). The Causes of the English Revolution: A Reappraisal, Journal of British Studies, 15(2), ss. 40-75, Cambridge University Press.

Comninel, C. G. (2000). “English Feudalism and the Origins of Capitalism”, The Journal of Peasant Studies, 27(4), ss. 1-53,  http://dx.doi.org/10.1080/03066150008438748.

Fulbrook, M. (1982). The English Revolution and the Revisionist Revolt, Social History, 7(3), ss. 249-264, Taylor & Francis.

Hill, C. (1980). A Bourgeois Revolution?, J. G. A. Pocock (der.), Three British Revolutions içinde (109-139), Princeton.

Hill, C. (1983). The Century of Revolution 1603- 1714, Norton.

Russell, C. (1973). Introduction. C. Russell (der.), The Origins of English Civil War içinde (1-31), Macmillan.

Stone, L. (1985). The Bourgeois Revolution of Seventeenth-Century England Revisited, Past & Present, No. 109, ss. 44-54, Oxford University Press.



[1] İngilterede Kraliyet ve Londra ticari eliti arasında oluşan işbirliği aynı zamanda Elizabeth İttifakı olarak bilinmektedir (Brenner, 1992: 205).

[2] Vergilendirme faaliyeti ve buradan doğan hoşnutsuzluk sadece Kraliyet tarafından uygulanan tek tip bir vergiyle sınırlı değildi. 17. yüzyıl boyunca şirketler de ülkeye giren ticari ürünlere Kraliyet’in de pay sahibi olduğu vergiler uygulama ayrıcalığına sahipti. Ayrıca, Londra ticari elitini temsil eden şirketlerin Kraliyet’ten aldıkları ayrıcalıkların yenilenmesine karşılık ödedikleri yüksek meblağı tazmin etmek için kendilerinin uyguladığı bir harç olan imprest money uygulaması da mecvuttu (Brenner, 1992: 218). Bunun dışında, sadece liman bölgeleriyle sınırlı olan ‘Donanma Vergisi’nin (Ship Money) finansal kaynak yaratmak amacıyla ülkenin iç bölgelerine doğru genişletilmesi de huzursuzluk doğuracaktır (Hill, 1983: 13). Diğer bir örnek ise 1626 yılında savaş giderlerini karşılamak için Kraliyet tarafından dayatılan ‘Zorunlu Borç’ (Forced Loan) vergisidir.

[3] Brenner (1992: 241) Londra ticari elitinin Kraliyet için başlıca gelir kaynağına dönüştüğü dönemi somut rakamlarla göstermektedir: I. Charles’tan önce merkezi yönetimin elde ettiği 70 bin pound’luk getiri 218 bin pound’a ulaşmış, 1640 yılına yaklaşırken gümrüklerden elde edilen toplam gelir Kraliyet gelirinin %35-40’ını oluşturmuş ve dolayısıyla merkezi idarenin 900 bin pound’luk gelirinin yaklaşık 400 bin pound’u ticari elit kesiminden elde edilmiştir.

[4] Burada kullanılan ‘devrim’ ifadesinin literatürde iç savaşın ikamesi olarak da tercih edildiğinin altını çizmek gerekmektedir. Fakat İngiliz İç Savaşı’nın bir devrim olarak nitelenip nitelenemeyeceğine dair oydaşma bulunmamaktadır.

[5] İngiltere’de yeomen olarak bilinen küçük köylü mülkiyetinin Normanlar’ın fethiyle 13. yüzyılda ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir. Kraliyet uzunca bir süre bu küçük mülk sahiplerini kendi mahkemelerinde lordlara karşı kullanacaktır.

[6] Burada “sahiplenici bireycilik” kavramı, çitleme hareketiyle ilintili bir biçimde “bir insanın başkaları üzerindeki sosyal ve ekonomik etkilerine bakmaksızın kendi mülkünde istediğini yapma hakkı” olarak tanımlanmaktadır (Stone, 1985: 48-49).

[7] Stone burada Engels ve Marx’ın bu ampirik bulguya karşılık olarak iki farklı argüman öne sürdüklerini belirtmektedir. Engels büyük çoğunluğu oluşturan gentry’yi tanımlarken “Parlamento’nun yanında yer alan gentry, sosyal maliyetleri ne olursa olsun kâr marjlarını en üst düzeye çıkarmaya kararlı ‘burjuva’ modernleşmecilerken, kralın yanında yer alanlar ise gelirlerini arttırmaktan ziyade kişisel hizmet bağlarını korumakla ilgilenen ‘feodal’ gelenekçilerdir” yorumunu yapmıştır (Stone, 1985: 45). Marx ise gentry’yi tanımlarken “İngiliz gentry’sinin kendine özgü bir burjuvazi hâline geldi” yorumunu yapmıştır (Hill, 1980: 130’dan aktaran Stone, 1985: 45).

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...