Son yıllarda minimalist yaşamın yükselişte olduğu artık "heyecan verici bir gelişmeden" çok alelade bir bilgi niteliğinde. Marie Kondo’dan The Minimalist’e kadar minimalist yaşamın her ögesi kültürel hayatın bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle beyaz yakalılar arasında yayılan biçimiyle “Less is More” mottosuyla özetlenen minimalist hareket, temelde sahip olduklarımızdan çok azını kullandığımız iddiasına odaklanan bir yaşam biçimi olarak kendisini tanımlıyor. Bunun tam karşısında ise, bir alt-kültür olarak süregelen en büyüğünü, en fazlasını, en gösterişlisini, en pahalısını hedefleyen maksimalist bir yaşam bizi karşılıyor. Peki bunlar sahiden anlatıldığı kadar zıt mı? Bu kısa yazıda kabaca bu soruyu tartışmaya çalışacağım.
Minimalizm son yıllarda Youtube videolarından Netflix belgesellerine, Ikea kataloglarından influencer trendlerine kadar her alanda karşımıza çıkıyor. Bu trendlere ilgilenen biriyseniz kaçınılmaz olarak aklınıza ilk şu soru gelecektir: “Güzel, peki ama bu detoksun yöntemi nasıl olmalı?" Aslında minimalist yaşam guruları ve/veya bunun takipçisi influencerların söylediklerine, yaptıklarına, videolarına baktığınızda bir ortak yöntem/öğüt sizi karşılıyor; "Belli sayıda eşya kullan, belli bir süre kullanmadığın eşyaları hayatından çıkar”. Ne kadar basit değil mi? Fakat internet tarayıcınıza minimalist yaşam yazıp çıkan görselleri şöyle bir taradığınızda başka bazı ortak noktalar göze çarpıyor. İskandinav tarzı Ikea eşyalarıyla “donatılmış” neredeyse boş denilebilecek odalar, obsesif derecede düzgün, üzerinde Apple’dan Macbook’un, Airpods’un, Iphone’un eksik edilmediği, yanlarına Moleskine’den son derece şık bir defter, Lamy’den bir kalem ve Starbucks’tan bir kahve bardağının iliştirildiği masalar… Aslında tüm bu gizli ortaklıklar minimalist yaşamın yöntemini size fısıldıyor; "Tüket… Ancak avamca değil, rafine ve elegant bir şekilde tüket.” Dev logolu, pahalı sweatshirtlere karşı sade bir kazak, kocaman üç katlı cheddarlı altın kaplama bir hamburgere karşı son derece sağlıklı bir bowl kasesi, dev bir Jeep otomobile karşı çevre dostu bir bisiklet… İşte size hayatın ve insanların tüm hoyratlığına karşı mükemmel bir tatmin alanı.
Bu steril yaşamın karşısında ise bayağı bir tüketim çılgınlığı konumlandırılıyor. Minimalist yaşamın karşısına yerleştirilen maksimalist yaşam, (ki burada kastettiğim, estetize edilmiş bir “çok çoktur” düşüncesinden ziyade avam bir “altına hücum” pratiği) Türkiye’de pek çok örneğini kolaylıkla bulabileceğimiz ve kimileri tarafından bir “görgüsüzlük” olarak nitelendirilen, sosyal medya platformlarında sıkça duyduğumuz biçimiyle “başkası adına utandıran” şeylerin bütünü. Eminim bu yazıyı okuyanların büyük bir çoğunluğu bu maksimalist yaşamdan “tiksiniyordur”. Burada dikkat çekmek istediğim nokta bunlardan hangisinin daha estetik veya hangisinin daha “cool” olduğu değil. Çünkü hangisi içinde yer alırsak alalım o kadar da farklı değiliz sanki. Aslında temeldeki ekonomi-politik kırılma bizi iki kamptan birinin müşterisi haline getiriyor. Bu iki uç arasında adına kapitalizm dediğimiz ortak bir zemin var. Bir tarafta her an statü sahibi ve konforlu işini kaybetme riskiyle yaşayanlar, diğer tarafta tarihsel olarak yoksullukla mücadele etmiş ancak gün gelmiş bir şekilde voliyi vurmuş ve bundan mülhem her şeyi kendine hak sayanlar.
Minimalizm, çoğunlukla güvencesiz/freelancer çalışan beyaz yakalıların, toplumsal/sosyal hayatta bir şeylerin yolunda gitmediğini bir şekilde hisseden veya deneyimleyen marjinallerin kaçış noktası olarak özel olanı çerçeveleyen, tüm ilgi ve odağınızı kendi vücudunuza, eşyalarınıza ve evinize, yani özel alanınıza indirgemenizi tembihleyen bir akım iken maksimalist yaşam alt-kültürün, ani bir zenginleşmeyle kültürel sermaye edinememiş avamın, “hayattan alacaklıların” kamusal alanı işgali niteliğinde. Açıkça görülüyor ki, minimalizm ile maksimalizm arasında olduğu iddia edilen bu zıtlık kapitalist perspektifte tam anlamıyla bir bütünlük sergiliyor. Ya Nusret’te maksimalist ol ya da Ikea’dan aldığın koltuğunda otur ve biraz Netflix açıp chill takıl. Seçim senin(!). Fakat her nerede olursan ol temel çatışma unsurlarını sakın düşünme; piramidin en tepesinde yer alan ve altındaki insanlara her gün işlerini kaybettirme riskini yaşatan görünmez azınlık ve hala yoksulluk içinde kıvranan, ellerini bağlayan ve günü gelince kaybedeceği bir zinciri dahi olmayan, her yanı budanmış, sesi bastırılmış bir çoğunluk.
Minimalizm son yıllarda Youtube videolarından Netflix belgesellerine, Ikea kataloglarından influencer trendlerine kadar her alanda karşımıza çıkıyor. Bu trendlere ilgilenen biriyseniz kaçınılmaz olarak aklınıza ilk şu soru gelecektir: “Güzel, peki ama bu detoksun yöntemi nasıl olmalı?" Aslında minimalist yaşam guruları ve/veya bunun takipçisi influencerların söylediklerine, yaptıklarına, videolarına baktığınızda bir ortak yöntem/öğüt sizi karşılıyor; "Belli sayıda eşya kullan, belli bir süre kullanmadığın eşyaları hayatından çıkar”. Ne kadar basit değil mi? Fakat internet tarayıcınıza minimalist yaşam yazıp çıkan görselleri şöyle bir taradığınızda başka bazı ortak noktalar göze çarpıyor. İskandinav tarzı Ikea eşyalarıyla “donatılmış” neredeyse boş denilebilecek odalar, obsesif derecede düzgün, üzerinde Apple’dan Macbook’un, Airpods’un, Iphone’un eksik edilmediği, yanlarına Moleskine’den son derece şık bir defter, Lamy’den bir kalem ve Starbucks’tan bir kahve bardağının iliştirildiği masalar… Aslında tüm bu gizli ortaklıklar minimalist yaşamın yöntemini size fısıldıyor; "Tüket… Ancak avamca değil, rafine ve elegant bir şekilde tüket.” Dev logolu, pahalı sweatshirtlere karşı sade bir kazak, kocaman üç katlı cheddarlı altın kaplama bir hamburgere karşı son derece sağlıklı bir bowl kasesi, dev bir Jeep otomobile karşı çevre dostu bir bisiklet… İşte size hayatın ve insanların tüm hoyratlığına karşı mükemmel bir tatmin alanı.
Bu steril yaşamın karşısında ise bayağı bir tüketim çılgınlığı konumlandırılıyor. Minimalist yaşamın karşısına yerleştirilen maksimalist yaşam, (ki burada kastettiğim, estetize edilmiş bir “çok çoktur” düşüncesinden ziyade avam bir “altına hücum” pratiği) Türkiye’de pek çok örneğini kolaylıkla bulabileceğimiz ve kimileri tarafından bir “görgüsüzlük” olarak nitelendirilen, sosyal medya platformlarında sıkça duyduğumuz biçimiyle “başkası adına utandıran” şeylerin bütünü. Eminim bu yazıyı okuyanların büyük bir çoğunluğu bu maksimalist yaşamdan “tiksiniyordur”. Burada dikkat çekmek istediğim nokta bunlardan hangisinin daha estetik veya hangisinin daha “cool” olduğu değil. Çünkü hangisi içinde yer alırsak alalım o kadar da farklı değiliz sanki. Aslında temeldeki ekonomi-politik kırılma bizi iki kamptan birinin müşterisi haline getiriyor. Bu iki uç arasında adına kapitalizm dediğimiz ortak bir zemin var. Bir tarafta her an statü sahibi ve konforlu işini kaybetme riskiyle yaşayanlar, diğer tarafta tarihsel olarak yoksullukla mücadele etmiş ancak gün gelmiş bir şekilde voliyi vurmuş ve bundan mülhem her şeyi kendine hak sayanlar.
Minimalizm, çoğunlukla güvencesiz/freelancer çalışan beyaz yakalıların, toplumsal/sosyal hayatta bir şeylerin yolunda gitmediğini bir şekilde hisseden veya deneyimleyen marjinallerin kaçış noktası olarak özel olanı çerçeveleyen, tüm ilgi ve odağınızı kendi vücudunuza, eşyalarınıza ve evinize, yani özel alanınıza indirgemenizi tembihleyen bir akım iken maksimalist yaşam alt-kültürün, ani bir zenginleşmeyle kültürel sermaye edinememiş avamın, “hayattan alacaklıların” kamusal alanı işgali niteliğinde. Açıkça görülüyor ki, minimalizm ile maksimalizm arasında olduğu iddia edilen bu zıtlık kapitalist perspektifte tam anlamıyla bir bütünlük sergiliyor. Ya Nusret’te maksimalist ol ya da Ikea’dan aldığın koltuğunda otur ve biraz Netflix açıp chill takıl. Seçim senin(!). Fakat her nerede olursan ol temel çatışma unsurlarını sakın düşünme; piramidin en tepesinde yer alan ve altındaki insanlara her gün işlerini kaybettirme riskini yaşatan görünmez azınlık ve hala yoksulluk içinde kıvranan, ellerini bağlayan ve günü gelince kaybedeceği bir zinciri dahi olmayan, her yanı budanmış, sesi bastırılmış bir çoğunluk.
Yorumlar
Yorum Gönder