Ana içeriğe atla

Otoriterlik-Neoliberalizm Tartışması Üzerine

Giriş
Son yıllarda dünya genelinde baskıcı siyasal rejimlerin yükselişiyle birlikte otoriterlik teriminin siyaset tartışmalarının vazgeçilmez kavramlarından biri haline geldiğine kuşku yok. Böylesi bir tartışma ortamında, otoriter eğilimlerin nedenleri farklı perspektiflerden ele alınmaya devam ederken, salgın döneminin beraberinde getirdiği yeni kısıtlamalar, söz konusu kavramın akademik tartışmaların dışında, deyim yerindeyse, dillere pelesenk olan bir sözcük haline gelmesine neden olmuştur. Her ne kadar bireyler devletin baskıcı uygulamalarını anlamlandırırken akademik düzeyde bir kavram setine başvurmasalar bile, dünya genelinde salgının sınırlamalarına karşı düzenlenen protesto hareketleri ve hükümetlerin benimsediği politikalar aleyhine kullanılan ifadeler otoriterlik olgusuna ilişkin bir farkındalığın mevcut olduğuna işaret etmektedir. Hemen hemen hepimiz, devletin baskı aygıtları aracılığıyla uyguladığı sınırlamaların günlük hayatımızdaki etkilerinin farkındayız. Bu bakımdan, gelişmiş veya gelişmekte olan kapitalist devletler arasında salt kaba gücün uygulanması açısından herhangi bir fark yoktur. Fakat tüm bu pratikler aslında buzdağının sadece görünen kısmıdır. Zira “sosyo-ekonomik hayatın her alanında yoğun bir devlet kontrolü” (Poulantzas, [1978] 2014: 203) otoriterlik veya otoriter devletçilik kavramlarının tanımı için önemli bir tespit olsa da, kavramın aslında bu tespitten fazlasını içerdiğini akılda tutmakta fayda var. Ian Bruff’ın Nicos Poulantzas ve Stuart Hall’un otoriterlik tartışmasına ilişkin yaptıkları katkılardan hareketle vurguladığı gibi, “otoriterlik, aynı zamanda, birtakım politikaları ve kurumsal uygulamaları toplumsal ve siyasi çatışmadan yalıtmak amacıyla devletin ve kurumsal otoritenin yeniden yapılandırılması olarak da gözlemlenebilmektedir” (Bruff, 2014: 115). Burada önemli olan, farklı teorisyenler tarafından dünya genelinde hızla artan otoriter eğilimleri anlamlandırmak için türetilen (otoriter liberalizm, otoriter devletçilik, otoriter popülizm, otoriter neoliberalizm veya neoliberal otoriterlik gibi) terimlerin, dikkatimizi benzer noktalara çekmiş olmasıdır. Bu benzerlikler, aslında 20. ve 21. yüzyıllar boyunca kapitalizmin kendi içindeki krizlerine verilen cevaplarla ilişkilidir. Fakat böylesi bir benzerlik, 1970’ler sonrası dönemin otoriterleşme eğilimini neoliberal dönemin spesifik özelliklerinden hareketle açıklamaya çalışan çözümlemeler ile 1970’ler öncesinde ortaya çıkan otoriter eğilimleri kapitalizmin spesifik bir aşamasına özgün olmayan ve kapitalizme içkin bir olgu olarak değerlendiren analizler arasında beliren temel bir farklılığın görmezden gelinmesine neden olmamalıdır. Bu farklılık, otoriterleşme eğiliminin neoliberal sosyo-ekonomik sistemle sınırlandırılamaz veya kapitalist sisteme içkin bir siyasi olgu olarak görülüp görülemeyeceğine ilişkin yeni bir soruyu gündeme getirmektedir. Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, otoriterlik tartışması bağlamında kapitalizmin yepyeni bir aşaması olan neoliberalizmin özgünlüğü göz ardı edilmeli midir? Bu soru, neoliberal sistemin özgünlüğü ile bağlantılı olarak, ‘kalıcılık’ sorunu diye tabir edebileceğimiz yenilikle de ilişkilendirilebilir. Takip eden paragraflarda tartışacağımız üzere, otoriterleşme olgusunu kapitalizmin içsel bir özelliği olarak ele almaya çalışan otoriter liberalizm ve neoliberal otoriterleşme gibi kavramlar, Nazizm ve Faşizm bağlamında kapitalizmin istisnai rejim değişikliklerine neden olan krizlerine vurgu yaparken, otoriter devletçilik ve otoriter neoliberalizm gibi kavramlar ise 1970’ler ve 2000’lerin krizleri bağlamında kapitalist sistemin egemen sınıflar lehine kapitalist devlet biçiminde kalıcı bir değişime neden olan güncel dinamiklerine (Karahanogulları & Turk, 2018) dikkat çekmektedirler. Bu iki farklı tutumu sorunsallaştırmak için öncelikle otoriterleşme olgusuna ilişkin farklı yaklaşımları sırasıyla gözden geçirmek gerekmektedir. Söz konusu argümanlar ışığında, devletin güncel biçimi ile kapitalist devletin genelleştirilebilir otoriter niteliği arasındaki ayrım daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Kapitalizmin İçsel Bir Özelliği Olarak Otoriterleşme
Otoriterleşme olgusunu kapitalist sosyo-ekonomik sisteme içkin olarak değerlendirme eğiliminde olan Werner Bonefeld ve John Weeks gibi teorisyenler, otoriter eğilimlerin kapitalizmin farklı dönemlerdeki krizlerine cevap olarak öne çıktığı koşullar arasındaki benzerliği gözler önüne sermeye çalışmaktadırlar. Kapitalizmin krizlerinin yol açtığı yeni düzen, otoriter liberalizm veya neoliberal otoriterleşme gibi farklı terimler aracılığıyla açıklansa da, dikkat edilmesi gereken ortak özellik, otoriterleşme pratiklerinin temel nedenlerinin Birinci Dünya Savaşının sonunda ortaya çıkan sistemle ilişkilendirilmesidir. Örneğin Bonefeld’e göre, Birinci Dünya Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle çıkmış Almanya’nın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik kriz durumu, liberal düşüncede otoriter bir dönüşüme yol açmış ve bu kriz süreci, sağcı Von Papen hükümetinin 1932 yılında iktidara gelmesiyle sonuçlanmıştır. Almanya örneğinde fark edilebileceği gibi, liberal düşüncedeki dönüşümün otoriter niteliği, kısaca ifade etmek gerekirse, Weimar demokrasisinin sağcı bir eleştirisi idi. Weimar Cumhuriyetinin (kapitalist) düzeni sürdürmedeki yetersizliğine işaret eden Carl Schmitt ve ordoliberalizm savunucuları için hükümetin, karşı karşıya olduğu ‘demokrasi yükü’nden kurtulması önem arz etmekteydi. Bu nedenle onlar zayıf devlet biçiminden (a state of pure quantity) ekonominin liberalizasyonu, sosyo-ekonomik ilişkilerin depolitize edilmesi, toplum yapısında ve toplumun düşüncesinde serbest ekonomiye olanak sağlanması ve özgür emeğin muhafaza edilmesi gibi görevleri üstlenen güçlü devlet biçimine (a state of total quality) doğru bir dönüşüm önermekteydiler (Bonefeld, 2016: 3). Fakat böylesi bir devlet formasyonu, ekonomik alanda zayıf, politik alanda ise tam tersine güçlü bir devlet anlayışına tekabül etmemektedir. Aksine, Bonefeld’in iddia ettiği gibi, mübadele ilişkilerinin depolitizasyonu otoriterinin piyasa savunucusu (market police) gibi hareket etmesi anlamına gelmekte ve bu da kapitalizme içkin bir otoriterleşme olgusuna işaret etmektedir. Liberal ekonominin temel ilkesi olarak rekabet, toplumsal mücadele ve uyuşmazlıkla ilişkili olduğu ölçüde, bütünlük arz eden bir piyasada pür-i pak mübadele ilişkileri ortaya çıkaran bir olgu olarak kabul edilmemelidir (Bonefeld, 2016: 9). Benzer şekilde, John Weeks de otoriterleşmeyi kapitalizmin tarihi boyunca varolan politik bir olgu olarak görme eğilimdedir. Fakat Weeks, otoriter dönüşümün temel nedenine ilişkin olarak, kapitalist sistem içindeki piyasa rekabetini vurgulamaktadır. Oligopoller arasındaki rekabet, John Weeks’e göre, İkinci Dünya Savaşı örneğinde olduğu gibi, doğası gereği toplumsal ve siyasi çatışmaya doğru genişlemektedir (Weeks, 2018). Burada özellikle ‘doğası gereği’ ifadesinin kullanımına dikkat çekmemiz gerekir. Zira, ekonomik sistemin piyasa rekabetinin doğal bir sonucu olarak genişlemesi, aynı zamanda kapitalist sistemin otoriter niteliği savunusuna da ışık tutmaktadır. Öte yandan, 1930’lu ve 1970’li yıllar arasında kurulan benzerlikte de fark edebileceğimiz gibi, John Weeks, 20. yüzyıldaki tarihsel gelişmeler bağlamında beliren bir ayrıntıya dikkat çekmektedir. Söz konusu ayrıntı, “1930’lı yıllarda ABD’de ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa’da piyasa süreçlerinin etkin bir şekilde düzenlenmesinin, kapitalizme içkin olan otoriterleşme eğilimini önlemesi” (Weeks, 2018) ile ilgilidir. Dolayısıyla bu bağlamda, kapitalist sistemin otoriter eğilimlerinin belirli aralıklarla yüzeye çıktığını söylemek de mümkündür. Bu aralık ise 1970’li yıllardaki gelişmelerle birlikte son bulacak ve benzer bir otoriterleşme dalgası ortaya çıkacaktır.
1970’li yıllara gelindiğinde, otoriterleşme pratiklerine neden olan koşullar 1930’lı yıllardakine benzer şekilde yorumlanmıştır. Bu sefer, “kapitalist rekabetin yol açtığı aşırılıktan kaynaklanan otoriter dönüşüm, faşizm tarafından değil, neoliberalizm tarafından meşrulaştırılmış ve zincirlerinden kurtulmuştur” (Weeks, 2018).  Bonefeld’e göre, Keynesçi ekonomi politikaların neoliberalizmin savunucuları tarafından eleştirildiği bir dönemde, ‘yönetilemezlik’ durumuna yönelik eleştiriler ve krize karşı ortaya konulan çözümler Weimar Almanya’sı aleyhine ifade edilen fikirlerle benzerdir. Dolayısıyla, neoliberal eleştirinin öne çıkan vurgusu, kitlelerin bitmek bilmeyen beklentilerinden kaynaklı ‘demokrasi yükü’yle baş edemeyen devletin güçsüzlüğüdür. Neoliberalizm savunucularına göre, tüm kısıtlamalardan azade bir demokratik sistem, hükümetleri sonu gelmeyen sorumluluklar üstlenen yeni yapılara dönüştürmektedir. Söz konusu yapılar, “bireylerin karşılaştığı tüm muhtemel risklere karşı her zaman onları korumakla yükümlü olan sigorta şirketlerine” (King, 1976: 12) benzemektedir. Neoliberal ideoloji, böylesi bir devlet formasyonuna tümüyle karşı çıkmaktadır. Yeni Sağ ideolojisinin devlet anlayışına göre, otoritenin görevi toplum üyelerinin sorumlu bireyler olarak kendi hayatlarını idame ettirebilecekleri bir düzenin devamlılığını garanti altına almaktan başka bir şey değildir. Bu nedenle, toplum içerisindeki beklentilerin tümünü karşılama girişiminde olan herhangi bir siyasi otorite ‘işletme tipi devlet’ olarak nitelendirilmekte ve reddedilmektedir. Böylelikle, yönetim krizi veya yönetemezlik sorunu karşısında neoliberal ideolojinin önerdiği çözüm, liberal ekonominin otoriter eğilimlerine işaret etmektedir. Werner Bonefeld’den farklı olarak Weeks, neoliberal piyasanın yeniden düzenlenmesi sürecini açıklamak için ‘otoriter liberalizm’ terimi yerine, ‘aleni/açık otoriterleşme’ (overt authoritarianism) kavramını kullanmaktadır. Bu kavramla o, eşitlik ilkesi temelindeki “rızaya dayalı” sınıf yönetiminin ortadan kaldırılmasına işaret etmektedir. Daha önce, “adil paylaşım düzenine ulaşmaya çalışan politikaların temel konusu, kapitalist rekabetin toplum aleyhine beliren sonuçlarını önlemek için piyasının işleyişi üzerindeki sınırlamalar idi” (Weeks, 2018). Bu bağlamda neoliberal dönemle birlikte ortaya çıkan esas hedef, piyasa üzerinde uygulanan sınırlamaların sonlandırılması oldu. Bu ise “ekonomi politikaların temsili demokrasinin denetiminden kurtarılması” (Weeks, 2018) anlamına gelmekteydi. Toplumun daha baskıcı bir şekilde yeniden inşa edilmesine işaret eden finans kapital hegemonyası, üç farklı alanda – maliye politikası, para politikası ve döviz kurunun idaresinde keyfi gücün yükselişine karşı çıkma üzerine temellendirilmiştir (Weeks, 2018). John Weeks’in iki farklı dönem arasında ilişki kurması ve 1970’lere gelindiğinde eşitlik ilkesinin ortadan kalkışını açıklamak için ‘aleni/açık otoriterleşme’ kavramını kullanması göz önünde bulundurulduğunda, kendisinin de otoriterleşme olgusunu kapitalizme içkin bir özellik olarak kabul ettiğini söylemek mümkündür. Fakat 1920’lerden farklı olarak, Keynesçi dönemin krizini takip eden neoliberalleşme süreci, kapitalizmin yepyeni aşamasına işaret etmektedir ve bu yeni dönemle ilişkili olacak biçimde, otoriterleşme eğilimi de günümüze kadar kesintisiz bir şekilde devam ederek kalıcı bir biçime bürünmüştür. Dahası, 2000’lerde patlak veren küresel finansal kriz sonrasında otoriterleşme eğilimi kalıcı özelliğini sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda giderek ivme kazanmıştır (bkz. Bruff, 2014; Tansel, 2017; Boffo, Saad-Filho, & Fine, 2018). Söz konusu kalıcı niteliği anlamlandırmak için otoriterleşme pratikleri ile olan ilişkisi bağlamında, neoliberalizmin spesifik özelliği üzerine birkaç yorum yapmak tartışmamız açısından faydalı olacaktır.

Neoliberalizmin Özgünlüğü
Otoriterleşmeyle olan ilişkisi bağlamında neoliberalizmin özgünlüğü iki şekilde ele alınabilir: bunlardan ilki, neoliberalizmi kapitalizmin ‘yeni birikim stratejisi’ne (Karahanogulları & Turk, 2018; Jessop, 2014; Poulantzas, [1978] 2014) tekabül eden yeni bir aşaması aşaması olarak değerlendirmekle ilgiliyken; bir diğeri, kapitalizmin bu yeni aşamasını neoliberal ‘demokrasi’nin sürdürülmesine ket vuran sınırlayıcı bir olgu olarak değerlendirmekle ilgilidir (Boffo, Saad-Filho, & Fine, 2018). Bu iki görüş, her ne kadar, kapitalizmin neoliberal aşamasının otoriter niteliği konusunda hemfikirse de, otoriter pratiklerin yoğunlaşması, hız kazanması ve görünür olması bakımından birbirinden farklılaşmaktadır. Aynı zamanda, söz konusu değişim sürecinin açıklanmasında, sırasıyla, ‘otoriter devletçilik’ ve ‘otoriter neoliberalizm’ gibi farklı kavramlar öne çıkmaktadır.
Her şeyden önce, Poulantzas’ın kavramsallaştırması, kapitalist üretim biçiminin kapitalizmin rekabetçi aşamasından tekelci aşamasına dek değişen evrimine dikkat çekmektedir. Poulantzas’a göre, kapitalist devletin yeni otoriter biçimi, sistemin ‘yapısal değişimleri’nden ayrı tutulmamalıdır (Poulantzas, [1978] 2014: 204). Burada söz konusu olan, kapitalist üretim biçiminin güncel dinamiklerinden kaynaklanan yapısal bir zorunluluktur ve bu zorunluluk, tam da 1970’lere gelindiğinde, kapitalist devletin demokratik yönünün ortadan kalkmasıyla sonuçlanmıştır (Karahanogulları & Turk, 2018: 405). Poulantzas, kapitalist devletin burjuva-demokratik yönünün kaybolmasıyla birlikte, onun ikili işlevinin sürdürülemez hale geldiğini belirtmektedir. Daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, kapitalist devlet, düzenin lehine olacak şekilde, hem yöneten hem de yönetilen sınıfı tertip etme becerisinden yoksun hale gelmektedir. Bu koşullar altında karşılaşılan sonuç ise müdahaleciğilin artışıdır (Karahanogulları & Turk, 2018: 408). Poulantzas’ın kavramsallaştırmasında kapitalist devletin ikili işlevinin sürdürülememesi sonucunda müdahaleciliğin artışına yapılan vurguyu, Bonapartizm ve Faşizm gibi istisnai örnekler üzerinden düşünsek de, şunu akılda tutmak gerekir ki, kapitalist devletin kalıcı bir özelliği olarak otoriter devletçilik, Poulantzas için, “ne gerçek bir istisnai Devletin yeni biçimidir, ne de kendi içinde böyle bir Devlete giden yolda bir geçicilik arz etmektedir” (Poulantzas, [1978] 2014: 208-209). Diğer taraftan, kapitalist devletin ikili işlevinde beliren aksama, kuvvetler ayrılığında yürütmenin, yasama ve yargıya nazaran ağırlık kazanmasını da beraberinde getirmektedir. Böylelikle, liberal demokrasinin önemli ilkelerinden biri olarak kabul edebileceğimiz yasa yapma işlevi veya görevi, yürütme organı tarafından yerine getirilmektedir. Bu, Poulantzas tarafından, otoriter devletçiliğin merkezine yerleştirilen temel dönüşümdür (Karahanogulları & Turk, 2018). Poulantzas’ın kavramsallaştırmasında son olarak vurgulamamız gereken nokta, kapitalist devletin iktidar bloğu içerisindeki çelişkileri aradan kaldırmak için otoriterlik işlevini benimsediği bu sürecin, yeni birikim stratejisine paralel bir şekilde geliştiğidir.
Otoriter devletçilik başlığı altında yapılan yorumlara hem benzer hem de onlardan farklılaşan diğer bir değerlendirme ise, kapitalizmin yeni bir aşaması olan neoliberalizmin, 1970’lerden itibaren tedrici bir şekilde kendi meşruluğunun altını oyduğunu vurgulamaktadır. Beklenenin aksine, finansı önceleyen kemer sıkma politikalarının pekiştirilmesine yol açan neoliberal pratikler, sözde neoliberal ‘demokrasi’nin, yerini otoriter neoliberalizme bırakmasıyla sonuçlanmıştır. Neoliberalizmin özgünlüğüne ilişkin olarak yapılan bu değerlendirme, sistemin kendi iç çelişkisinden kaynaklanan meşruiyet kaybına atıf yapan ikinci görüşe tekabül etmektedir. Bu görüşün savunucularından olan Marco Boffo, Alfredo Saad-Filho ve Ben Fine’a göre, neoliberalizmin karateristik özelliği, onun yeni birikim stratejisinden öte, ‘yeni bir toplum’ yaratmış olmasıdır ve bu yeni toplum kendi ifadesini, “faiz getiren sermayenin diğer temel sermaye kaynakları üzerinde söz sahibi olmasında” (Boffo, Saad-Filho, & Fine, 2018) bulmuştur. Aslında, finans kapitalin üstün konumu açısından neoliberalizmin özgünlüğüne yapılan bu vurgu, bizi otoriter devletçilik tartışmalarına geri götürmektedir. Daha önce belirttiğimiz gibi, Poulantzas’ın otoriter devletçiliğe ilişkin kavramsallaştırmasının iktidar bloğu içerisindeki çelişkilerle ilgili olduğu göz önünde bulundurulduğunda, birikim stratejisinde ortaya çıkan her bir krizin iktidar bloğunu sarsan ve böylelikle, yeni birikim stratejisini gerekli kılan yeni bir kapitalist aşama olarak değerlendirilebileceği söylenebilir (Karahanogulları & Turk, 2018: 414). Birikim stratejisi, Bob Jessop’a atıfla, “sermaye çevriminin farklı uğraklarını (para ve banka sermayesi, endüstriyel sermaye, ticaret sermayesi gibi), belli bir fraksiyonun hegemonyası altında (ki bunun bileşimi, başka şeylerin yanı sıra kapitalist gelişmenin aşamalarına bağlı olarak değişecektir) birleştirmesi gereken” (Jessop, 2014) bir ekonomik ‘büyüme modeli’ni tanımlamaktadır (Karahanogulları & Turk, 2018: 414). Böylelikle bu tanım, Boffo, Saad-Filho ve Fine’ın katkıları bağlamında neoliberal düzenin belirleyici özelliğine de işaret etmektedir. Fakat bu benzerliğe rağmen, otoriterleşme sürecine aşamalı bir geçişten söz eden bu yazarlar, ayrıntılı olarak ele alınması gereken yeni ve farklı bir kavramsallaştırmayı ön plana çıkarmaktadırlar.
Hiç şüphesiz, finans kapitalin sermayenin diğer fraksiyonları üzerindeki hegemonyası, geride bırakılan düzene alternatif olarak yeni siyasi, ekonomik, toplumsal ve kurumsal düzenlemeleri beraberinde getirmektedir. Fakat bu yeni düzenin sürdürülme biçimi, aynı zamanda, neoliberalizmin çelişkilerine ve sınırlamalarına işaret etmektedir. Öncelikle, finans kapitalin lehine yürütülen politikaların geleneksel demokratik yollarla önlenmesi imkansız kılınmaktadır. Başka bir deyişle, temsili demokrasi kurumlarının işlerliği azalmaktadır. Buna ek olarak, ‘yapısal uyum programları’ başlığı altındaki ekonomik yeniden yapılanma süreci, bu programın yükünü çeken ‘büyük bir ekonomik kaybedenler ordusu’nun (Boffo, Saad-Filho, & Fine, 2018) ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Daha da önemlisi, kapitalist sosyo-ekonomik sisteme rakip olabilecek ideolojik mücadelenin mağlubiyeti ve “hem şekli hem de asli hakların giderek aşınması” (Bruff, 2017) sonucunda yönetilen sınıfların manevra alanı iyice kısıtlanmaktadır. Bu koşullar altında, toplumun sermaye lehine olacak biçimde yeniden inşası, hem baskıcı yönü hem de sonuçları itibariyle aşamalı bir şekilde meşruiyet zeminini kaybetmektedir. Boffo, Saad-Filho ve Fine’nın ‘neoliberalizmin paradoksu’ olarak işaret ettikleri bu süreç üç aşamayı içermektedir: 1990’lar öncesi, 1990-2008 arası dönem ve 2008 sonrası (Boffo, Saad-Filho, & Fine, 2018). Bu dönemselleştirme bağlamında, 2008 ve sonrası söz konusu meşruiyet krizinin yol açtığı otoriterleşme olgusu için elzemdir. Otoriter neoliberalizm olarak nitelendirilen bu yeni dönemde, “neoliberalizmin yeni biçimi, kısmen daha önce kendisini çevreleyen demokrasi kabuğundan sıyrılarak, ekonomik refah düzeninin herhangi bir biçimini gerçekleştirmedeki apaçık yetersizliğine rağmen, birikim rejimini sürdürmek için devletin baskı ve güvenlik aygıtlarını güçlendiren eğilimlerini artırmaktadır” (Boffo, Saad-Filho, & Fine, 2018: 253). Burada iki önemli noktaya dikkat çekmek gerekmektedir. Öncelikle, neoliberalizmin yeni biçimine doğru gerçekleşen bu aşamalı geçiş, refah düzeyini artırmaya yönelik geçici bir çözüm veya istinai bir dönem anlamına gelmemektedir. Tam tersine, neoliberalizmin bu yeni açamasıyla birlikte, otoriter eğilimler bir norm haline gelmiştir. İkincisi, 2008 yılında gerçekleşen küresel finansal krizin otoriterleşme olgusunun yükselişi için bir dönüm noktası gibi tasvir edilmesi, 2008 krizi öncesi dönemin çelişkilerden uzak bir toplumsal düzene işaret ettiği anlamına gelmemektedir. Zira, 2008 krizi sonrası dönemin pratiklerini bir önceki dönemden ayırt edebilmek için otoriter neoliberalizm kavramını kullanmayı tercih eden teorisyenler, genel anlamda neoliberal sosyo-ekonomik sistemin demokratik olmayan nitelikleri üzerinde hemfikirdirler (bkz. Bruff, 2014; Tansel, 2017; Ryan, 2018). Örneğin, Ian Bruff neoliberalizmi tanımlarken, dikkatimizi “toplumsal ilişkilerin piyasa adına baskıcı, demokratik olmayan ve eşitsiz bir biçimde yeniden düzenlenmesine” çekmektedir (Bruff, 2018). Ian Bruff’a göre, 2008 sonrası düzen, neoliberalizmin genişlemesi ve pekiştirilmesi bakımından bir önceki dönemden farklılaşmasa da, neoliberal düzenin yeniden üretiminde, küresel finansal kriz sonrası benimsenen kemer sıkma politikalarının anayasallaştırılması süreci, yönetilen sınıfların rızasını göz ardı ederek farklı bir nitelik kazanmaktadır. Buna ek olarak, Bruff’ın otoriter neoliberalizme ilişkin yaptığı tartışmayı bir adım ileri götüren Tansel, Bonefeld’in temel argümanına benzer şekilde, piyasa savunucusu (market police) kapitalist devletlerin otoriter niteliğinin, neoliberalizm tarafından icat edilen bir mekanizma olarak görülmemesi gerektiğini belirtmektedir (Tansel, 2017: 2). Tansel’e göre, günümüz neoliberalizmi, baskıcı devlet aygıtlarına dayanan disipline edici niteliği  ve sistemden hoşnut olmayan kitlelerin yeni yönetim pratiklerine muhalefet edebilecekleri uygun ‘alanlar’ın gelişimini önleyen hukuki ve idari devlet aygıtlarının artan kullanımına bağlılığıyla farklılaşmaktadır (Tansel, 2017: 2). Benzer nokta, Matthew Ryan’ın ‘dönemselleştirme sorunu’ başlığı altında otoriter neoliberalizm kavramına ilişkin yaptığı eleştirilerde gözlemlenebilir. Her ne kadar, Ryan’ın çalışması, esas itibariyle otoriter neoliberalizm kavramının kullanımına odaklansa da, onun tarihsel bakımından iki farklı vaka – 1980’ler Britanya’sı ve 2010’lar Yunanistan’ı - arasında kurduğu bağlantı (Ryan, 2018), 2008 öncesi neoliberalizmin otoriter niteliğinin kavranmasını mümkün kılmaktadır.

Sonuç
Kısaca özetlemek gerekirse, neoliberalizmle el ele giden bir otoriterleşme olgusu liberal otoriterleşme kavramının belirttiğinden daha karmaşık bir sürece işaret etmektedir. Hiç şüphesiz, liberal ekonomik modele dayanan bir düzenin liberal ilkeler temelinde varlığını sürdürebilmesi güçlü bir devlet otoritesini zorunlu kılmaktadır. Bu saptama, bir bakıma, kapitalizmin spesifik özelliğine, diğer bi deyişle artı ürünün ele geçirilme anı ile salt gücün uygulanması anının birbirinden ayrılması şeklinde tanımlanabilecek yeni bir üretim biçimine denk düşmektedir (bkz. Wood, 1995: 30). Fakat, otoriterleşme olgusu bağlamında dikkat edilmesi gereken kapitalist üretim biçiminin yeni bir aşamasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, otoriter eğilimler, dünyanın hemen hemen her bölgesinde demokratik gelişmişlik düzeyindeki farklardan bağımsız olarak gözlemlenmektedir. Bu anlamda, Werner Bonefeld ve John Weeks’in sırasıyla otoriter liberalizm ve aleni/açık otoriterleşme kavramları, Faşizm örneğinde olduğu gibi, istisnai vakalara odaklanmaktadır. Fakat, kapitalist devletin istisnai biçimi olmaktan ziyade, neoliberal dönemle birlikte ele alınan otoriterleşme olgusu, kendi varlığını herhangi bir kesintiye uğramadan devam ettiren ve etkisi giderek artan bir norm haline gelmiştir. Bu bağlamda, sınıf mücadelesinin yakın geçmişte aldığı biçim, bizim için önemli bir göstergedir. Zira, bilindiği üzere, neoliberalizmin sermaye yanlısı ekonomi politikaları ve bununla ilişki olacak şekilde, Sovyetler Birliği’nin 1991 yılındaki çöküşü sonucunda işçi sınıfının aldığı ağır yenilgi, sınıf mücadelesindeki dengenin tümüyle sermaye lehine kaymasına neden olmuştur. Üstelik, ezilen sınıflar örgütlenme kapasitelerinden hem uzaklaştırıldığı hem de uzaklaştığı ölçüde, neoliberal kapitalist üretim biçimi kendisini yeniden ve yeniden üretmeye devam etmektedir. Bu koşullar altında ise, yeni birikim rejimine en uygun devlet biçimi olan otoriter devletçilik kalıcı hale gelmektedir. 

Yazan: Muhammed Alizade

Kaynakça
Boffo, M., Saad-Filho, A. & Fine, B. (2018). Neoliberal Capitalism: The Authoritarian Turn. Socialist Register 2019, 247–270.
Bonefeld, Werner (2016). Authoritarian Liberalism: From Schmitt via Ordoliberalism to the Euro, Critical Sociology, 1-15.
Bruff, I. (2014). The Rise of Authoritarian Neoliberalism, Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society, 26(1), 113–129.
Bruff, I. (2017). “Authoritarian Neoliberalism and the Myth of Free Markets”, http://ppesydney.net/authoritarian-neoliberalism-myth-free-markets/,  17 Ocak 2017.
Jessop, B. (2014). “Accumulation Strategies, State Forms, and Hegemonic Project”, https://bobjessop.wordpress.com/2014/04/15/accumulation-strategies-state-forms-andhegemonic-projects/, 15 Nisan 2014.
Karahanoğulları Y. and Turk D. (2018). Authoritarian Statism, Neoliberalism, Turkey. Mülkiye Dergisi, 42(3), 403-448.
King, A. (1976). The problem of overload. In: A. King (ed.), Why is Britain Harder to Govern? (74-83). London: BBC Books, 74–83.
Poulantzas, N. ([1978] 2014). State, Power, Socialism. Londra: Verso & NLB.
Ryan, M. (2018). Interrogating ‘Authoritarian Neoliberalism’: The Problem of Periodization, Competiton & Change, 23(2), 116–137.
Tansel, C.  B. (2017). Authoritarian Neoliberalism:  Towards a New Research Agenda. In C. B. Tansel (Ed.), States of Discipline: Authoritarian Neoliberalism and the Contested Reproduction of Capitalist Order (1–28). London: Rowman & Littlefield Pub.
Weeks, J. (2018). “Free Markets & the Decline of Democracy”, https://www.primeeconomics.org/articles/free-markets-the-decline-of-democracy/, 4 Şubat 2018. 
Wood, E. M. (1995). Democracy Against Capitalism, Cambridge UP.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...