1970lerde küreselleşen sermayenin ideolojisi neoliberalizme; bireylerin etnik kökeni, dini, cinsel yönelimi öne çıkarılarak çeşitlilik ve farklılıkların vurgulandığı bir post-modern siyaset eşlik etmiştir. Bu bağlamda kimlikler etrafında örgütlenen siyaset ve yeni toplumsal hareketler, ekonomi-politik çelişkiler yerine biz/öteki çatışması üzerine yükselmiştir. Biz’in kendi varlığını koruması; kimliğinin biricikliğine ve kendiliğindenliğine vurgu yapması ve ötekiden ayrışmasını gerektirir. Böylece bu kimliklere eklemlenen grupların sınıfsal aidiyetleri, kimlik içerisinde eritilir. ‘Küresel kapitalist sınıfın iktidarını onarma projesi’ olarak tanımlanan neoliberalizm; tümele karşı tikeli, “biz”e karşı “öteki”yi ön plana çıkaran kimlik siyasetini dünyanın dört bir yanına yaymıştır. Dolayısıyla hem akademik çevrelerin hem de sol tandanslı siyasetçilerin siyasal argümanlarının önünde sonunda kimlik siyaseti ile harmanlandığı görmek kaçınılmaz olmuştur. Oysa neoliberalizmin her kesimden insanın katılımına açık demokrasi iddiaları mağduriyet devşirilen kimliklerin sembolik temsiliyetinden öte gitmemektedir.
Peki, nedir bu mağduriyet devşirilen kimlikler?
Türkiye’nin yakın tarihinden bir örnekle başlayalım. AKP, 2013 Gezi Direnişi’ne karşılık Sincan (Ankara) ve Kazlıçeşme’de (İstanbul) düzenlediği “Milli İradeye Saygı” mitingleri ile milli irade imgesi üzerinden bir söylem geliştirmişti. Dönemin Başbakanı’nın “Taksim’den büyük Kazlıçeşme var.” söyleminin altında bir mazlumluk anlatısı vardı: Tuzu kuru bir grup şehirlinin karşısında yıllardır hor görülmüş bir kitle duruyordu. Nitekim Gezi Parkı eylemlerinin İslami değerlere aykırılığı sıklıkla yinelenen bir söylemdi. Dolayısıyla “biz”in inşasında, kökü dışarıda olan “ötekilerin” kurucu bir işlevi vardı. AKP iktidarı; Kazlıçeşme’yi dışlanmış, yoksul ve inançlı milletin yeri olarak işaret ederken Müslüman kimliği üzerinden yoksullarla eşitleniyordu. Oysa AKP, Müslümanlık kimliği üzerinden mağduriyet yaratırken, başörtüsü dolayısıyla Türkiye’de eğitimine devam edemediğini iddia eden Sümeyye Erdoğan yurtdışında okuma ayrıcalığına sahip bir kadındı. Sümeyye Erdoğan’ın başörtülü olması dolayısıyla yoksul Müslüman kadınlarla ortak zeminde buluştuğu söylenebilir mi?
Ya da bir yılı aşkın bir süre önce ABD Başkan Yardımcısı olan Kamala Harris’in ABD tarihinde başkan yardımcılığına gelmiş ilk Afroamerikan kadın olarak bu dezavantajlı grubun ne kadar temsilcisi sayılıp sayılmayacağı da düşünülmelidir. Özellikle sol liberal kesimlerce büyük bir coşkuyla karşılanan bu durum karşısında, böyle bir temsiliyetin sembolik olduğunu ve asıl güç ilişkilerini silikleştirdiğini söylemek ve Harris’in yoksul Afroamerikan kadınlarla yalnızca kimlikte eşitlendiğini ifade etmek gerekir. Neoliberal kimlik politikaları baskılanan, dışlanan etnik köken, cinsiyet, cinsel yönelimler üzerinden bir söylem geliştirilerek eşitlik illüzyonunun yaratılmasına alan açmaktadır. Sermayenin parçası olarak küçük bir azınlık tarafından inşa edilen kimlik dili, yoksulluk ve şiddetle burun buruna yaşayan ve illaki mağdur olarak işaret edilecekse eğer birileri gerçekten de mağdur olan çoğunluğu temsil iddiası ile kullanılarak sınıfsal ilişkileri görünmez kılmaktadır.
Feminizmin içerisinde yer bulan kimlik siyasetinin, her kimlik için “feminizmler” yarattığını burada telaffuz etmek gerekir. Türkiye’de özellikle son birkaç yıldır dijital medya üzerinden devam eden, post-yapısalcılar ile sosyalist/radikal feminist ideolojiyi paylaşanlar arasında toplumsal cinsiyet (gender) etrafında olmakla birlikte fuhuş, pornografi gibi diğer alanlarda da kendini gösteren tartışmalar gerçekleşmektedir. Kimlikçi siyasetin hâkim olduğu üçüncü dalga feminizm/trans-aktivizm de biz/öteki ikiliğini bir söylem olarak benimseyerek feminizmler ve çeşitli kimlikler arasında bir hiyerarşi kuruyor. Ortaklıklara odaklanmak yerine farklılıklara vurgu yapılarak kimliklerin biricikliği üzerinde duruluyor. (Beyaz feminizm ve siyah feminizm, trans kadınlar ve cis kadınlar, nonbinary’ler ve binary’ler, heteroseksüeller ve homoseksüeller vb.) Her bir kimliğin mağduriyetini oluşturan deneyime özgü ayrımcılıklar üzerinde durulmasının ileri sürüldüğü “kesişimsellik” yaklaşımının benimsendiği görülüyor. Tam da bu yüzden her bir kimliğin karşısına bir “…fobi” getiriliyor. Oysa kimliklerin kendisi ezilen olmanın kurucu unsuru olmadığı gibi ezilen ve dışlanan gruplara karşı duyulan düşmanlığı “fobi” olarak nitelemenin de apolitik bir yönü vardır.
“Fobik” olmama adına kimlikler üzerinden kurgulanan ayrıcalık skalasına göre hareket etmemiz beklenir. Örneğin bir dönemin yaygın “Karen” yakıştırması beyaz feminizme yönelik eleştirilerde sıkça kullanılan bir caps/meme olarak karşımıza çıkıyordu. Karen’ların beyaz olmasından dolayı ayrıcalıklarını bilmesi, susup oturması beklenirdi. Bu bağlamda “ötekiler”, “bizden” sonsuz bir ayrıcalık talep eder. “Ötekiler” beyaz kimliğine kendiliğinden bir anlam atfederek bu kimlik karşısında bir ayrıcalık talep ederken aslında öteki olma halini de devam ettirir. Dolayısıyla ezilen kimliklerin eşitlenmesinden ziyade bir ayrıcalık skalasında kim daha dezavantajlı kimliğe sahipse onun daha çok söz hakkına sahip olduğu ve daha çok pozitif ayrımcılığı hak ettiği şeklinde bir yaklaşım söz konusudur. Üstelik böyle bir anlatımda toplumsal ve siyasal bağlam da neredeyse görmezden gelinir. Trans bireylerin görünürlüğünün artırılması iddiasıyla bugün Türkiye’de bazı kadın örgütlerinin, markaların ve gazetelerin kadın demeyi bırakarak natrans, cis kadın, vulvalı, regl olanlar demeye yönlendiği ‘kapsayıcılık’ da bağlamdan kopuk bu yaklaşımın ürünü olarak okunabilir.
Kapitalizmin soğuramayacağı hiçbir çelişki yoktur, emek-sermaye çelişkisi dışında. Dolayısıyla kimlik çatışmaları da pekâlâ sistemle uyumlaştırılabilir. Mesela Gucci’nin reklamında üçüncü dalga feminizmin kuramcılarından Judith Butler’ın kitabının kullanılması, aslında kimlik siyasetinin küresel sermaye tarafından benimsendiği ve desteklendiğini net bir şekilde göstermektedir. Benzer bir şekilde, ABD Başkanı Joe Biden’ın, eski Başkan Donald Trump’ın trans bireylerin orduya katılmasını yasaklayan kararını kaldırması da trans bireylere yapılan bir ayrımcılığın ortadan kaldırılması olarak okunan, kendini anti-militarist olarak konumlandıran kişiler tarafından dahi olumlu karşılanan bir haber olmuştu. Ancak ekonomi-politik yaklaşımın önüne geçen bir kimlik siyaseti olarak yalnızca sermayenin ‘renklendirildiği’ söylenebilir.
Etnik kökenler, cinsel yönelimler, kültürel aidiyetler arasında elbette ayrımcılığa uğrayan, nefret söylemlerine maruz kalan gruplar vardır. Ancak kimlik siyasetinde dezavantajlı grupları temsilen birkaç öznenin parlatılmasıyla neoliberal kapitalist ilişkiler görünmez kılınmaktadır. Klasik liberal ekonominin sınırlarını aşarak küreselleşen sermaye; sermaye-emek çelişkisinin yerini etnisite, din, cinsel yönelimler ve cinsiyet kimlikleri temelinde bir çatışmanın almasından son derece memnundur. Ekonomi-politik çelişkilerin yerine etnopolitik çelişkilerin konulması, sınıf çatışmasını gizemlileştirerek küresel sermaye lehine olacak biçimde gelişmelerin seyretmesini sağlamaktadır.
1 Kalay, Güley, (2013), Neoliberalizm ve Kimlik Siyaseti, Politika Dergisi http://www.politikadergisi.com/makale/neoliberalizm-ve-kimlik-siyaseti#_ftn7 (Son Erişim Tarihi: 04.04.2022)
2 Özger, O. (2021). Akp Siyasetinde Popülist Bir İnşa Pratiği Olarak Milli İrade Söylemi . Moment Dergi , Masculinities
3 Varlık, Yasemin, (2019), Feminizm ve kimlik siyasetinin bedelleri, GazeteDuvar, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2019/08/16/feminizm-ve-kimlik-siyasetinin-bedelleri (Son Erişim Tarihi: (04.04.2022)
4 https://www.instagram.com/p/CTrV6kFtpZn/?utm_medium=share_sheet (Son Erişim Tarihi: 04.04.2022)
Yorumlar
Yorum Gönder