Ana içeriğe atla

Çeviri | Catarina Príncipe - Avrupa Birliği Nasıl Kavranır?

"Avrupa Birliği’ne kafa tutmak istiyorsak öncelikle doğasını anlamalıyız."

7 Şubat 2022’de otuzuncu yılına giren Maastricht Antlaşması’nı “yâd etmek” için JacobinMag tarafından beş yılın üzerine yeniden paylaşılan yazının çevirisi sizlerle…

Catarina Príncipe - Avrupa Birliği Nasıl Kavranır?  (Ekim 2016)
Avrupa solu bir ikilem ile karşı karşıya. Syriza’nın kemer sıkma politikası karşıtlığından Avrupa diktasını takip eden bir partiye dönüşümü, İspanya’daki seçimlerde ortaya çıkan beklenmedik sonuç ve Brexit, bizleri Avrupa Birliği (AB) ile ilişkimizi yeniden düşünmeye zorluyor.
Yanis Varoufakis ve 2025 Avrupa’da Demokrasi Hareketi’nin (DiEM25) tek bir çıkış yolu var: Sol hareketleri harekete geçirmek için AB’yi içeriden dürtmek.[1] Ancak analizleri, ulus devletlerin oynamaya devam ettiği merkezi role dikkat çekmekte başarısız oluyor. Bu devletler hâlâ sermaye birikimi ve demokrasi merkezleri olmaya devam ediyor – kemer sıkma politikalarından kaçış için ihtiyaç duyulan aktörler ve onların politik stratejileri ancak ulusal düzeyde örgütlenebilir.

Devletler Neden Önemlidir?
AB içindeki ulus-devletlerin rolü, uzun bir zamandır tartışılıyor. Kimilerinin iddiası olan ulusötesi bir ekonomik bloğun ihdas edilmesi olgusu ile ekonominin düzenlenmesinde ulus-devletlerin önemsiz bir role sahip olduğu iddiası aynı anlama gelmektedir.
Ancak böyle bir analiz, Avrupa Birliği’nin hem ulusal hem de ulusüstü olan “esas” temelini görmezden gelmektedir. Elbette ki Birlik, dünya pazarında rekabet edebilecek ulusötesi bir kapitalist blok kurmak için tasarlanmıştır. Avro’nun yürürlüğe girişi tam da bu doğrultuda meydana gelen bir gelişmedir. Ancak, en başta birbiriyle ekonomik bir rekabet içinde olan ulus-devletler bu bloğu meydana getirmişlerdir. Tam da bu nedenle sermayenin ulusötesileşmesine odaklanmak yetersizdir; tam da bu nedenle ulusal sermayelerin oynadığı rolü de anlamamız gerekmektedir.
Avrupa entegrasyonu, ithalata ve ticareti yapılamayan mallara dayanan çevre pazarlarına ucuz mallar üretebilmek ve bunları ihraç edebilmek için merkezdeki ülkelerin emeğin değerini düşürdüğü merkez-çevre dinamiklerini hayata geçirdi. Sözde “Alman mucizesi”[2] ücretleri baskıladı ve bir yandan daha fazla insanın daha az ücrete çalışmasına, öte yandan daha ucuz ürünlerin piyasaya hâkim olmasına izin vererek emek ilişkilerini güvencesiz hale getirdi. Buna karşın çevre ülkeler, kredilere daha kolay bir erişim sağlamak pahasına kendi ekonomilerinin üretken sektörlerini ortadan kaldırdı. Ortak para birimi, bu eşitsizlikleri yalnızca daha fazla görünür kıldı. Almanya, Avro’nun kuruluşu sürecinde Mark’ını devalüe ettiğinde yeni para birimini Almanya’da değersizleştirirken İtalya ve Yunanistan gibi ülkelerde aşırı değerlendirdi. Bu karmaşık parasal süreç, Almanya’nın merkezî konumunu sağlamlaştırdı.
Ayrıca, zayıf ulusal ekonomiler için ekonomik krizlere cevap olarak kendi para birimlerini devalüe etmeyi imkânsız hâle getiren Avrupa Merkez Bankası’nın kurulması, yalnızca çevre ülkelerin merkez ülkelere bağımlılığını derinleştirdi.[3] Bu analiz, her ulusal burjuvazinin entegrasyon sürecinden kârlı çıkmasına vesile olduğu gerçeğini reddetmemektedir. Ancak, AB’nin açıkça bir ulusötesi fenomen olduğuna yönelik varsayım, devletlerin AB’nin yapılanmasında oynadıkları merkezî rolü reddetmektedir.
Küreselleşme süreçleri devletin ötesinde gerçekleşmemiştir: Aksine onlar tarafından kaleme alınmış ve bizatihi onların yeniden örgütlenmesiyle ilgili olmuştur. Leo Panitch buna “devletin uluslararasılaşması” demektedir. Bankalar ve şirketler arasında üretim, dağıtım, iletişim ve mübadeleyi mümkün kıldıkları için devletler, sermayenin ve piyasanın düzenleyici biçimleri olarak işlev görmeye devam etmektedir.
Bu durum 2008 krizi sonrası dönem için tam anlamıyla doğrudur. Merkezin kemer sıkma politikaları, sosyal devletin yapıları ve emek piyasasının düzenlenmesi yoluyla yıllardır yapıldığı gibi sermayenin metadan arındırılması anlamında değil, devletlerin işgücü piyasasını zorla düzensizleştirmesi, sosyal programları yok etmesi ve hepsinin de ötesinde, banka kurtarmalarında olduğu gibi özel sektörün borçlarını kamusallaştırarak üstlenmesiyle kitlesel müdahaleci ulusal programları harekete geçirdi. Bu açıdan devletler, emperyalist sermayenin ulusal düzeydeki çıkarlarını yürütmektedir. Tabii ki bu süreç, asla tek yönlü olmadı: Devletler, kendilerinin biçimlendirdiği uluslararası politikalar tarafından hedef alınmaktadır.
Bunun da ötesinde, farklı ulus-devlet biçimleri ortak bir niteliği paylaşır: hepsi de dünya ekonomisinin dinamiklerine yerleşmek için ulusal politikalarını uyumlaştırır. Kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen bir alameti olan eşitsiz gelişim, birtakım küreselleşme teorilerinin aksine, uluslararası rekabetin sürmesine olanak sağlamaktadır. James Meadway, devletin küresel ekonominin örgütlenmesi noktasındaki önemi hakkında bir başka neden daha öne sürmektedir.[4] Küreselleşmenin muhtemelen zirve noktasına ulaştığını ve sermayenin yakında evine döneceğine iddia etmektedir. Her halükârda, küresel sermaye ile ulus-devletin yeniden örgütlenme süreçleri arasında bariz bir çelişki bulunmadığı açıktır.

Ya Demokrasi?
Devletler yalnızca dünyayı oluşturmamakta ve yalnızca küresel ekonomiyi şekillendirmemekte, aynı zamanda yeterli olmayan türleri de dâhil olmak üzere, herhangi bir demokrasi kapitalist iktidarla ilişkili olmaya devam ettiği sürece, ulusal ve ulus altı siyasi yapılarda gömülü olarak bulunmaktadır. Devletin sermayeye karşı göreli özerkliği, ilerici çıktılarla birlikte siyasi çatışmaların meydana geleceği bir alan yaratır. Bu basitçe ulusüstü düzeyde mevcut değildir: Avrupa Birliği’nin yapıları en başından beri demokrasiden yoksundu.[5]
Ulusal seçmenler tarafından doğrudan seçimlerle göreve gelmesine rağmen Avrupa Parlamentosu yalnızca üstündeki yapılara hesap vermektedir. Bu bakımdan Avrupa Parlamentosunun yalnızca Komisyon veya Konsey düzeyinde uzlaşıya varması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, Avrupa düzeyindeki her hesap verebilirlik biçimi sadece yukarıya doğru işlemektedir.
Benzer bir şekilde, avro da bilinçli olarak seçim baskılarından muaf olacak bir biçimde tasarlandı. Örneğin, üye ülkelerin belirli zamanlarda ihtiyaç duyduğu devalüasyonun yasaklanması, para politikasını oy veren halktan izole etmektedir. Bu anlamda, yapısal olarak demokratik hesap verebilirliğin tek kalıntısı yalnızca ulus-devlet düzeyinde mevcuttur. Dünya hâlâ devletlerden ve onların küresel ekonomiyi şekillendirmedeki rolünden ibaret değildir, aynı zamanda devletler, kapitalistlerin gücüyle ilgili olarak (yeterli olmasa bile) herhangi bir demokrasi var olduğu sürece, yalnızca ulusal ve ulusaltı düzeyde mevcut olan siyasi yapılara gömülüdür.
Varoufakis’in demokrasiyi özünde var olan politikalardan ve programlardan sökülmüş bir kavram olarak formüle etme biçimi, demokrasiyi boş bir ifade hâline getirmektedir. Eğer ki somut ve maddi toplumsal dönüşümlerden bağımsız bir demokrasiden bahsedilecekse böyle bir demokrasi, aşırı sağ tarafından kolaylıkla idare edilebilir. Somut bir örnek olarak, yabancı karşıtı ve sağ söylemlerle yozlaşması nedeniyle Brexit referandumunun demokratik olmadığını iddia edemeyiz.[6] Bunun yerine demokrasi sorununu kapsayacak daha isabetli ve faydalı bir yol olarak söyleyebileceğimiz şey, demokrasinin yalnızca siyasi katılımın nasıl örgütlendiğine dayanmadığıdır.
Demokrasi, eğitim, sağlık, barınma, ekonomik denetim, eşitlik ve hayatımızı belirleyen koşullar üzerinden karar verme kabiliyetine temas ederek eşitlik ve katılım için maddi koşulları meydana getirir: Katılım ve karar almanın dayandığı gerçek ihtiyaçlar. Ve bu bakımdan, yapıların hâlâ onu yansıttığı demokrasi kalıntılarını kurtarmak için ulusaltı ve ulusal düzeyde mücadelelere ihtiyaç var.
DiEM’in gündemi bile bu basit olguyu yansıtmaktadır. Avrupa diktalarına karşı çıkmak ve nihayetinde itaat etmemek için çağrıda bulunan seçilmiş ve ilerici hükümetler, öncelikle siyasal alanın hâlâ var olduğu ulusal düzeyde güç kazanmalıdırlar. İşte tam da burada öncelik sorunu yatmaktadır. Varoufakis, tüm düzeylerin – ulusaltı, ulusal ve ulusüstü – aynı anda ele alınması gerektiğini savunurken toplumsal değişim ve dönüşümün aynı anda her yerde ve eşit olarak gerçekleşmediği maddi olgusunu inkâr eder. Bu makbul olup olmadığından değil, her ülkenin dünya düzeni içindeki somut konumlanışından kaynaklanmaktadır. Avrupa Birliği, ezilenler arasındaki değil, sadece zoru örgütleyenler arasındaki birliği düzenlemektedir.
Birbirinden farklı devletler, Avrupa Birliği içerisinde farklı konumları işgal eder ve farklı kültürel ve siyasi gelenekleri paylaşır. Bu somut olgular, vatandaşlarının dönüştürücü siyaseti nasıl yürüteceğini şekillendirmektedir. Sonuç olarak Sol, herhangi bir ilerici harekette istikrarsız ve bazen de çelişkili gelişmeleri deneyimleyecektir. Her bir özgül güç ilişkisi içinde eklemlenen konumlanışlar – ve her deneyimin birbirinden farklılaşan sınır ve kısıtları – nasıl manevra yapabileceğimizi ve stratejiyi daha kapsamlı bir biçimde nasıl koordine edebileceğimizi belirleyecektir.
Bu, ulusüstü düzeyin temas edilmeden ve dikkate alınmadan kendi hâline bırakılması gerektiği anlamına gelmesin. Krizlere ulusal çözümlerin münhasıran deva olabileceğini savunmamakla birlikte en güçlü Sol geleneklerin de enternasyonalizm tarafından kurulacağını iddia ediyorum. Ancak temelinde tartıştığımız şey, ilerici siyasetin güçleri bir araya getirmek ve toplumsal çoğunluklar kurmak için hangi mekânları özgürleştirebileceği ve her bir konumlanmanın gerektirdiği kısıtlamalar içinde siyasi eylemi hangi mekânlarda mümkün kılabileceğidir. İşte bu süreç, ulusal düzeyde başlar.

Başkaldırı
Varoufakis’in argümanında başkaldırı merkezî bir rol oynamaktadır. Genel olarak bu öneriye katılmakla birlikte, bunu formüle ediş biçimine itiraz etmekteyim. Demokrasi sorununda olduğu gibi, başkaldırı da politize edilmelidir. Aynı örneğe dönüş yapacak olursak, İngiliz ulusalcı güçlerin Brexit için kampanya yürütürken ekonomik ve siyasi elitlerin emirlerine karşı başkaldırdıklarını söyleyebiliriz – peki bu bize sol siyaseti geliştirme açısından neler getirmiştir?[7] Başkaldırı çıktılarının, sonuçlarının, zorluklarının ve nihai hedeflerinin somut bir şekilde kavranmasıyla ilişkili olmalıdır. Ne “sadece hayır diyen” seçilmiş vekiller tarafından sahnelenen bir tek kişilik performans olabilir, ne de yalnızca retorik bir enstrüman. Siyasi ilke ve fikirlerden ortaya çıkması gereken bir başkaldırı stratejisi, getireceği sonuç ne olursa olsun üstlenmeye hazır destekçi bir çoğunluğa gereksinim duymaktadır.
Avrupa Birliği’nin demokratik bir yapıdan başka bir şey olmadığını biliyoruz: demokratik olarak seçilmiş hükümetlere (daha önce gördüğümüz gibi devletlerin bu süreçte oynadığı merkezî rol yoluyla) demokratik olmayan politikalar ve önlemleri dayatmaktadır. Kemer sıkma politikalarını uzun vadede kamu borçlarını yeniden yapılandırarak, meşru olmayan kısımlarını ödemeyerek, bankacılık sistemini kamu denetimine tabi tutarak, ekonomik stratejik sektörleri kamulaştırarak, zenginleri vergilendirerek ve daha fazlasıyla alt üst edecek devletlerin kesinlikle AB hukukuna baş kaldırması gerekecektir. Bu önlemler AB, bütçe antlaşmaları ve avro mevzuatı kapsamında halihazırda yasaktır.
Bu strateji, çoğunluk tarafından destek bulması için - Varoufakis’inkinin aksine - başkaldırıyı açık politikalarla doldurmaktadır. Siyasi program önerdiğimizde ise ne Avrupa Birliği’ni biçimlendiren siyasi gruplar ne de bu grupların iktidarını sağlamlaştırmak için yabancı düşmanı söylemleri kullanan gruplar içinde müttefik bulamayacağız. Başkaldırı, eğer toplumsal sınıfların konumunu geliştirmek için kullanılacaksa, özgül politikaları gerektirecektir.

Sınır Ötesi Birlik
Varoufakis, bize Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da “dünyanın bütün işçileri, birleşin” sözüyle verdikleri enternasyonalizmi hatırlatıyor. Ancak anladığım kadarıyla onların enternasyonalizmi, her işçi sınıfının karşılaştığı somut konumlanmanın inkârından kaynaklanmamaktadır. Marx ve Engels, ulus-devletlerin önemini ve ulus-devletin yapısının sınıf mücadelesi sürecinde hayatî olduğunu, çünkü devletlerin kendisinin sermaye birikimi süreçlerinin örgütlenmesi için de hayatî olduğunu fark etmişlerdi. Bununla ilgili olarak Varoufakis’in Lexit[8] destekçileri hakkında yaptığı bir açıklama da vardır:
“Hatta daha da önemlisi, bizim stratejimiz, işçilerin serbest dolaşımının uygulandığı sınırsız bir Avrupa ile mi yoksa ulus-devletlerin sınırları kontrol ettiği ve işçileri gastarbeiters[9] adı verilen yeni bir proleter kategorisi yaratmak için kullandığı 1950’lerin başlarındaki Avrupa ile mi başlayıp başlamayacağımıza büyük ölçüde bağlıdır.” Bu son kısım, Lexit tehlikesinin altını çizmektedir. Avrupa Birliği’nin serbest dolaşımı tesis ettiğini varsayarsak – fiili destek olmasa da – Lexit dikenli teller ve silahlı muhafızlarla bezenmiş ulusal sınır kontrollerinin[10] yeniden hayata geçmesine teslim olmamız anlamına gelir.”
Fakat işçiler, sanki daha iyi bir ücret ve yaşam koşulları arayan işçiler ile meydana gelen Avrupa Birliği’ndeki göç realitesi[11] dışında bir serbest dolaşımdan faydalanmamaktadır. Birbirinden farklılaşan ücretler, vergi sistemleri ve toplumsal yapılara sahip rekabetçi ulus-devletlerden oluşan bir ulusötesi blok içinde farklı ülkelerdeki işçiler kendi istekleriyle yer değiştirmez – çünkü göçmenlerin ezici bir çoğunluğunun tüm dünyada yaptığı gibi daha iyi yaşam şartları arayışından dolayı yer değiştirirler.
Daha spesifik olarak çevre ülkelerdeki işçiler, AB içi göç rakamlarında görülebileceği gibi,  merkez ülkelerdeki düşük ücretli ve tehlikeli sektörlerde çalışmak için göç etme eğilimindedirler. Bunun da ötesinde, dikenli telleri ve silahlı muhafızları yerleştiren, Avrupa vatandaşı olmayan herkese karşı “kaleyi” savunan Avrupa Birliği’dir. Avrupa bu kaleyi insanlığı kıyıda terk edecek ve sınırlarını mezarlıklara dönüştürecek bir biçimde inşa etmiştir. Fakat bu yeni bir fenomen değil, esasında kapitalizmin çelişkilerinden birinin dışavurumudur: sermaye birikimi süreçleri, emek hareketliliğini talep eder. Bu engellerin olduğu yerde, sermaye genişlemesinin gücü o engelleri aşmaya çalışır.
Yine de kısa vadede parçalanmış bir işçi sınıfı üzerinde siyasi ve ideolojik hegemonyayı koruma gerekliliğine benzer şekilde uzun vadede tam-hareketliliğin ekonomik zorunluluğunun çatışması içinde kilitli kalan kapitalist sınıf içindeki çelişkili konumları aksettiren - işçiler arasındaki tabakalaşma - gibi yerinde duran engeller var. Ve parçalanmış bir işçi sınıfı içindeki rekabet süreçleri, benzer şekilde Avrupa Birliği içerisinde de gerçekleşmektedir. Bu mantık ile Marx ve Engels’in cümlesini pratikte nasıl konumlandırabiliriz? Bu cümle, işçi sınıfının içinde bulunduğu somut toplumsal ve ekonomik konumları inkâr ederek salt söylem yoluyla birleşeceği anlamına gelmez. Yine bu, işçilerin net hedefleri olmayan kampanyalara veya hareketlere katılacağı anlamına da gelmez.
Mümkün olan her yerdeki sınıf mücadelesi gelişimi, herkes için bir gelişim anlamına gelir. Aynı zamanda, derin bir dönüşümün ancak tüm dünya değişirse mümkün olacağı anlamına gelir. Son olarak dayanışma, sınıf mücadelesinin merkezinde yer alırken bu karmaşık sürecin gerektireceği geri çekilmelere ve ilerlemelere kayıtsız kalamayacağımız anlamına gelir. Örneğin, kemer sıkma politikalarına karşı Syriza hükümetinin beklentileri, yönetici sınıf arasında korku yaratmışken halk sınıfları arasında umut olmuştu.[12] Syriza’nın ardından diğer sol partilerin büyümesi, başka yerlerdeki işçilere ilham veren domino etkisini tam olarak yansıtmaktadır. Aynı şekilde, Almanya’daki işçiler ücret baskısını başarılı bir şekilde mağlup ederse, bu Avrupa Birliği’nin dinamiklerini temelden değiştirecektir.

Brexit ve Aşırı Sağ
Brexit aynı zamanda hareketlilik ve milliyetçilik arasındaki çelişkiye işaret etmektedir. Sol’un referandum öncesinde siyasi zemin oluşturmadaki başarısızlığı ve sonuçların kapsamlı bir analizini yapmayı reddetmesi, Avrupa Birliği üyeliğine karşı gelişin yarattığı olasılıklara ve tehlikelere ışık tutmaktadır. Milliyetçi sağın sahiplendiği ve Brexit ile sonuçlanan süreç iki temel olgunun varlığından kaynaklanmıştı. İlk olarak, seçmenler Avrupa Birliği’nin yarattığı yetkisizleştirmeye[13] tepki gösterdi. Demokratik olmayan ulusüstü entitelerin insanların yaşamlarını belirlediği fikrine direnen birçok kişi, bu kararların ulusal düzeye geri döndürülmesinin vatandaşlara daha fazla denetim olarak geri döneceği düşüncesiyle çıkış için oy kullandı. İkincisi, Sol işsizliğe, yoksulluğa ve sosyal devletin ortadan kaldırılmasına karşı güvenilir yanıtlar verememişken Sağ bu şikayetleri başarılı bir şekilde üstlendi ve hem basit hem de hedef şaşırtıcı bir analiz yaptı: Göçmenler ulusal işçi sınıfının karşılaştığı zorlukları ürettiler.
Bu noktanın altının çizilmesi gerekmektedir: Aşırı sağın büyümesi[14] birdenbire değil, Avrupa Birliği’nin iradesiyle ulusal hükümetler tarafından dayatılan hiper-neoliberalizm sebebiyle gerçekleşti. Aşırı sağ, işçi sınıfının bugünkü gerçek ve ciddi krizine yanıt vermek için yanlış bir strateji izliyor. Ayrıca, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının yalnızca sağ siyasete ait olmadığını hatırlamalıyız: Bunlar kapitalizmin yapısal parçalarıdır. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için Avrupa Birliği’nin mülteci sorunuyla nasıl başa çıktığına bakmamız yeterli. Bu anlamda, AB’nin dağılmasının başlı başına aşırı sağın -ve hatta faşizmin- önlenemez büyümesini hızlandıracağı fikri, mücadelenin ve değişimin belli anlarda çoğunluk tarafından cazip bulunan fikirler tarafından üretildiği gerçeğini reddediyor. Post-AB bağlamında aşırı sağın günü kurtaracağının bir garantisi yoktur. Ama aynı zamanda bu ürkünç tepkisellik, AB üyeliğinin tüm kıtadaki insanlara getirdiği gerçek sorunlara yönelik Sol’dan çözümleri daha da fazla gölgede bırakıyor ve hatta bu çözümlerin yerini alıyor.

Sol’un Stratejisi
Brexit, Avrupa Birliği’nden ayrılmanın yalnızca aşırı sağı alakadar ettiğine dair hegemonik fikri üretti. Bu nedenle Sol’un, özellikle de Avrupa Birliği’nden ayrılmayı kendinde bir amaç gören ve bunu merkezî strateji olarak belirleyen referandumlarda dikkatli bir şekilde yönlendirme yapması gerekmektedir.[15] Bu fikir sadece, - belki de Güney Avrupa ülkelerinin istisna olmasıyla birlikte - Sağ ile ilişkilendirilmesinden değil, aynı zamanda çıkışın seçmenlerin ezici bir çoğunluğunda korku ve belirsizlik yarattığı için de bir ihtiyaçtır. Ancak bu kaygılar, Sol’u ne Avrupa Birliği eleştirisini bir kenara bırakmaya ne de AB projesindeki değişimin – hatta dağılma ihtimalinin – henüz başlamadığını iddia etmeye zorlayamaz. Önceden de belirtildiği gibi borcu yapılandırma ve ödememe, finansal ve stratejik ekonomik sektörleri kamusallaştırma, zenginleri vergilendirme gibi uzun vadede kemer sıkma politikalarını tersine çevirecek önlemler Avrupa Birliği ve avronun mevcut yapıları içinde uygulanamaz. AB egemen sınıflarına başkaldırı anlamına gelse de, bu tür önlemleri desteklemek, gidilecek tek yoldur.
Aksi takdirde bu, demokrasi ve başkaldırı gibi boş terimleri politize eder. Ayrıca, belirtilen politikalar yalnızca mümkün olmasının yanında birçok yerde de halkçı olduğu için bu strateji aşırı sağın büyüme alanını ondan geri talep etmektedir. Sol, insanların hayatlarını gerçekten daha iyiye doğru dönüştürebilecek aslî cevapları vererek ulusüstü sömürü ve zor biçimlerine karşı gelmek için ihtiyaç duyduğu geniş desteği elde edebilir. Bu anlamda egemenlik, demokrasiden geriye kalanları kurtarmak ve işçilerin koşullarını iyileştiren politikaları yürürlüğe koymak için gerekli alanı yaratmak için bir araç olabilir. Bu, uluslararası politik koordinasyon ihtiyacını ya da önümüzde duran görevin zorluğunu reddetmez.
Ancak yakın tarih, bu çalışmanın yapıldığını göstermiştir. Blockupy, People United Against the Troika, Kasım 2012’deki genel grevler, Yunan halkıyla dayanışma hareketleri, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı ve Kanada-Avrupa Birliği Ekonomik ve Ticari Anlaşması ve Monsanto’ya karşı mücadele, tabandan gelişen ulusüstü demokrasi deneyimlerini yaratan ve uluslararası dayanışmayı güçlendiren uluslararası iş birliği için önemli örneklerdir. Ulus altı düzeyde özyönetim deneyimlerini hayata geçirecek örgütlere, ulusal düzeyde kemer sıkma politikalarına ve kapitalizme karşı çıkan siyasi parti ve hareketlere ve tüm bu siyasi öznelerin bir araya gelmesinden doğacak ulusüstü düzeydeki hareketlere ihtiyacımız var. Bugün Sol’un karşı karşıya olduğu sorunları çözmek kolay değil. Ancak toplumsal çoğunlukları kazanmak için farklı bağlamlarda karşılaşılan somut sorunlarla ilgilenmemiz gerekiyor. Avrupa krizine yönelik ihtiyaç duyulan bir çözüm, ne “demokrasi” ya da “başkaldırı” gibi salt retorik araçları kullanmayla ne de sermayeyi örgütleyen ve demokratik katılımın kalıntıları olan ulus-devletin merkezî önemini reddetmeyle meydana gelecek.

Metnin orijinali: https://www.jacobinmag.com/2016/10/eu-brexit-varoufakis-europe-lexit-troika/ (Son erişim tarihi: 13/04/2022).

Erdem Tekçi


1 Yanis Varoufakis, “Europe’s Left After Brexit”, JacobinMag, 5 Eylül 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/09/european-union-strategy-democracy-yanis-varoufakis-diem25/
David R. Henderson, “German Economic Miracle”, Econlib, 2008, https://www.econlib.org/library/Enc/GermanEconomicMiracle.html 
“ECB makes bond yields so negative that it can’t afford them”, RT, 14 Ekim 2016, https://www.rt.com/business/362751-ecb-bonds-corporate-yelds/ 
James Meadway, “What if we’ve reached peak globalisation?”, The Guardian, 28 Eylül 2015, https://www.theguardian.com/sustainable-business/2015/sep/28/peak-globalisation-have-we-reached-it-uk 
Luke Savage, “The Democratic Deficit”, JacobinMag, 7 Temmuz 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/07/populism-democracy-technocrats-brexit-trump-sanders-voting-referendum/ 
Peter Hallward, “The Will to Leave?”, JacobinMag, 30 Haziran 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/06/brexit-eu-uk-leave-farage-johnson-lexit-referendum-vote-sovereign-will/ 
Richard Seymour, “Brexit and the Left”, JacobinMag, 22 Haziran 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/06/brexit-yanis-varoufakis-boris-johnson-farage-ukip-corbyn-eu/ 
Left ve Exit’in birleşmesiyle oluşturulan “Sol’un çıkışı” anlamına gelen bir ifade.
“Konuk işçi” anlamına gelen ve Batı Almanya’da hayata geçirilen yabancı işçi politikasına verilen isimdir.
10 Gareth Dale, “A World Without Borders”, JacobinMag, 21 Eylül 2015, https://www.jacobinmag.com/2015/09/refugee-crisis-merkel-europe-germany/ 
11 Richard Seymour, “Europe’s Lethal Fortress”, JacobinMag, 3 Eylül 2015, https://www.jacobinmag.com/2015/09/refugee-crisis-mediterranean-europe-syria-libya/ 
12 Panagiotis Sotiris, “The Dream That Became a Nightmare”, JacobinMag, 10 Şubat 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/02/greece-syriza-alexis-tsipras-varoufakis-austerity-farmer-blockade-protests/ 
13 Neil Davidson, “The Socialist Case for Leave”, JacobinMag, 22 Haziran 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/06/leave-european-union-brexit-ukip-corbyn-cameron/ 
14 Alex de Jong, “Unfriendly Terrain”, JacobinMag, 30 Nisan 2016, https://www.jacobinmag.com/2016/04/netherlands-dutch-right-geert-wilders-freedom-party/ 
15 Nicole Gohlke & Jannike Wissler, “Escaping the Euro Dream”, JacobinMag, 31 Temmuz 2015, https://www.jacobinmag.com/2015/07/germany-greece-austerity-grexit/ 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...