Devlet, “politik olan” nitelemesiyle üstyapısal bir kategoriyi işgal etmesinden dolayı, Marksist teori tarafından uzun bir süre boyunca ihmal edilmiş ya da yüzeysel bir şekilde incelenmiştir. Nicos Poulantzas bu ihmalin sebeplerini üç temel başlık altında 1969’da yazmış olduğu Kapitalist Devlet Sorunu makalesinde ele almıştır (2013: 246). İlk olarak, düzeyler arası belirleyicilik ve egemenlik meselesi üzerinde durmuştur. Ona göre, feodal üretim tarzında ekonomi son kertede belirleyici iken, dinin kapsadığı alandan dolayı ideolojinin düzeyler arasında bir egemen rolünün bulunduğunu belirtmiştir. Fakat kapitalist üretim tarzında ekonomi yine son kertede belirleyici olmakla beraber, aynı zamanda egemen role de sahiptir. Bu nedenle Poulantzas, Marx’ın eserlerinde devlet düzeyiyle özgül bir biçimde ilgilenmediğini, onu yalnızca ekonomik düzey üzerindeki boyutlarıyla incelediğini iddia etmiştir. İkinci olarak ise, siyasal pratiğin –dolayısıyla sınıfsal failliğin- bir tezahürü olması sebebiyle devlet sorununun, “polemiksel” bir yöntemle Sovyet lider ve teorisyenleri tarafından ele alındığını ifade etmiştir. Üçüncü sebep olarak ise Poulantzas, “ekonomizm sapmasını” hedef göstermiştir. Buna göre ekonomizm, diğer bir ifadeyle ekonomik indirgemecilik, devlet başta olmak üzere toplumsal gerçekliğin üstyapısal kategorilerini ve bunların toplumsal gerçeklik içerisindeki etki alanını ekonomik yapıya indirgenebilir epifenomenler olarak kabul etmektedir. Aynı zamanda toplumsal sistemdeki dönüşümlerin ilk olarak ekonomik düzeyde meydana geldiğini ve bu nedenle de esas hedefin ekonomi olması gerektiğini savunarak özgül bir devlet incelemesini gereksiz olarak nitelemektedir.
Poulantzas ise kapitalist devleti incelemeye başlamadan önce, birbirinden farklı üretim tarzlarında hep aynı şekilde süregelmiş genel bir ekonomi kuramının olamayacağı gibi siyasetin de tarihsel olarak sabit kalmış bir genel kuramının olamayacağından söz etmiştir.[1] Bunun yerine Poulantzas, kapitalist devlete yönelik değerlendirmelerinin sonucunda kapitalist devletin sermayenin oluşum biçimine benzer şekilde düşünülmesi gerektiğini belirtmiştir: “sınıflar ve sınıf fraksiyonları arasındaki bir güç dengesinin maddi yoğunlaşması” (2006: 143). Antonio Gramsci’nin sınıf failliği yaklaşımını geliştirmesine benzer şekilde Poulantzas da toplumsal ilişkilerdeki dönüşümlere bağlı olarak üç kritere göre kapitalist devleti diğer devlet tiplerinden ayırmaktadır. Buna göre kapitalist devlet, sınırları içerisinde bulunan insanları, “birey”, “vatandaş” olarak ve birtakım hukuki bağlarla kendi egemenliği altına bağlaması, bu özne-insanlarla veya birey-öznelerle kurduğu ilişkiler neticesinde sınıfsal doğasını gizleyerek kendisini halkçı bir devlet olarak takdim etmesi ve meşruluğunu kutsal iradeden değil, bizzat biçimsel olarak özgür ve eşit olan birey-yurttaşlara dayandırmasıyla diğer devlet tiplerinden farklılaşmaktadır (Poulantzas, 2014: 139).
Kapitalist Devlet Ne Değildir?
Kapitalist devletin bu şekilde önceki devlet tiplerinden ayrılmasının iki başlık altında birleşen ve çelişkiler oluşturan sonuçları bulunmaktadır. Bunlardan birincisi devletin kendi toprakları içerisinde yaşayan insanları “birey” ve “yurttaş” olarak toplumsal aidiyetlerinden koparmasıdır. Bu bağlamda sınıfsal mücadelelerin ve bunların etkilerinin toplumsal birliğin inşası için halk-ulus biçimi altında gizlenmesi ve nihayetinde meydana gelen çelişkilerin devlet ve sivil toplum ayrımına ilişkin olarak ideolojik düzeyde çözülmeye çalışılması sorunun bazı izdüşümleridir (Poulantzas, 2014: 140). İkinci sorun ise devlet ile toplumsal grupların ilişkisinin belirginleşmesi sebebiyle “devletin işleyişini anlamak” üzerinden gelişmektedir. Marksist kuram içerisinde uzun süre devam eden “özne olarak devlet-nesne olarak devlet” tartışması buna örnek olarak verilebilmektedir (Poulantzas, 2006: 143; 2013: 111-113). Kısaca ifade etmek gerekirse, nesne olarak devlet, tek bir sınıfın egemenliğine tâbi olan ya da onun tarafından manipüle edilen ve hiçbir özerkliği bulunmayan edilgen bir devlet anlamına gelmektedir. Bu devlet kavramsallaştırması, Poulantzas’ın “iradeci” olarak sınıflandırdığı Marksistlerin savunduğu bir argümandır. Özne olarak devlet ise, sivil toplumun rasyonalitesinin tezahürü olan, sonsuz ve mutlak bir özerklikle donanmış ve belli bir rasyonalite etrafında faaliyetler gösteren bir devlete karşılık gelmektedir.
Bu iki önerme de devletin iç çelişkilerini ya da
çelişkili birliği sorununu kavramak noktasında yetersiz kalmaktadır
(Poulantzas, 2006: 146). Nesne olarak devlet yaklaşımı, devlet içerisindeki
çelişkilerin devlete ait araç veya çarklara bir blok ya da fraksiyonun
dışarıdan bir müdahalesi sonucunda meydana geldiğini ya da bu müdahale ile
çözülebileceğini iddia etmektedir. Öte yandan, özne olarak devletteki iç
çelişkiler ise içerisindeki bürokratik gruplar ya da siyasi elitlerin
münakaşaları sebebiyle meydana gelmekte ve birleştirici bir irade ile
sönümlenebilmektedir. Özet olarak, nesne olarak devlette sınıfsal çelişkiler
devletin dışarısına konumlanmakta; özne olarak devlette ise içsel çelişkiler
toplumsal sınıflardan ayrık bir noktada bulunmaktadır.
Poulantzas bu tartışmayı aşmak ve devleti kuram içerisine
sağlam bir şekilde oturtabilmek amacıyla “ilişki” kavramına ağırlık vermiştir.
Poulantzas’a göre (2013: 248), (devlet başta olmak üzere) somuta yönelik
yapılan bilimsel inceleme, önkoşul olarak incelenen nesnenin işleyiş tarzının
epistemolojik prensiplerinin açığa çıkarılmasıdır. Poulantzas’ın esas gerçekleştirmek
istediği ise, bir yandan üretim ilişkileri yapıları öbür yandan da sınıf
mücadelesi alanı ile kapitalist devletin ilişkilerini gözler önüne sermek ve
sınıf mücadelesini sadece ekonomik alana sıkıştırmayıp üstyapı kategorilerindeki
izdüşümlerini de takip edebilmektir (Bank, 2012: 31).
Öncelikle yapı ile sınıf pratikleri arasında tek taraflı
değil; karşılıklı bir belirlenim ilişkisi vardır. Çünkü Poulantzas’a göre,
sınıf pratiklerinin yapı tarafından belirlenmesi ve var olan ya da dönüşen
biçiminin mevcut yapıya müdahalesi, sınıf mücadelesi sınırlarının yapı
tarafından üretilmesine bağlıdır. Dolayısıyla yapının sınıfların pratiklerine
etkisi bu sınırlar tarafından somutlaşmaktadır. Bu noktada sınıf pratiklerinin
belirli düzeylerde yoğunlaşması olarak da ifade edilen iktidar ilişkileri,
analiz içerisine yerleştirilmelidir. Çünkü iktidar, bizzat iktidarın kendisi
tarafından yapının çeşitli sınıf mücadelesi pratiklerine etkilerini sınır
biçiminde özgülleştirmektedir. Bir sınıfın bir düzeyde gerçekleştirdiği pratik,
diğer bir sınıfın aynı düzey içerisindeki pratiklerine doğrudan müdahale
edebildiği takdirde o sınıf, iktidar güçleri içerisinde yer alabilmektedir
(Poulantzas, 2014: 122). Daha doğru bir ifadeyle, bir sınıfın herhangi bir
düzeyde iktidarda olması, diğer sınıfların aynı düzeydeki iktidar
kapasitelerine bağlıdır ve burada da bu sınırları belirleyen, resmileştiren ve
somutlaştıran sınıf pratiklerinin (bir anlamda da sınıfların fail oluşunun) ta
kendisidir.
O Halde Devlet Nedir?
Her ne kadar toplum, bireyler tarafından yaratılmış bir
yapı olmasa da, bireylerin pratik etkinliklerinin varoluşuna dayanan karşılıklı
ilişkiler ağı ve toplumsal pratiklerin birliğinden oluşmaktadır. Dolayısıyla
devletin tanımı ve işlevlerini kavrayabilmek için devletin sınıflarla ve bu
sınıfların iktidar ilişkisi kurduğu devlet kurumları ile ilişkilerinin gün
yüzüne çıkarılması hedefiyle ilişkisel bir epistemolojiden yararlanılmalıdır
(Akçay, 2013: 15). Çünkü devletin kendisi bizzat bu ilişkilerin bir göstergesi
olmakla beraber, aynı zamanda da karşıt sınıfların ya da sınıf fraksiyonlarının
arasındaki güç dengesinin maddi ve özgül yoğunlaşmasına karşılık gelir
(Poulantzas, 2006: 143). Aynı zamanda da bu sınıfların birbirleriyle
rekabetinin ya da mücadelelerinin gerçekleştiği bir stratejik alan özelliği
gösterir (Demirovic, 2011: 43). Ancak Poulantzas’ın bu sonuca erişebilmesi onun
erken dönem ve geç dönem eserlerindeki dönüşümlerin karşılaştırılmalı bir
şekilde incelenmesiyle kavranabilir. Carnoy’a göre, Poulantzas’ın devlet
konusundaki yaklaşımları, 1973’e kadar yazmış olduğu eserlerde yapısalcı
devlet, sonrasındaki eserlerde ise “bizatihi sınıf mücadelesi” tarafından
biçimlendirilen devlet kavramsallaştırmalarıyla biçimlenmiştir (2015: 129).
Poulantzas yazın hayatının erken dönemlerinde kapitalist
devletin diğer devlet türlerinden farkını tespit etmiştir. Ona göre modern
devlet (ya da politik devlet), köleci ve feodal devlet türleri gibi doğrudan
egemen sınıf ya da sınıf fraksiyonlarının sosyoekonomik çıkarlarına yönelik
gücün ya da iktidarın basit bir karşılığı değildir (Poulantzas, 2013: 119).
Bunun yerine modern devlet, bu çıkarların özgül olarak dolaylı siyasi biçimini
üstlenen ve toplumun genel çıkarını bir bütün olarak kendisinde somutlaştıran
bir görünüm alır. Bir diğer fark ise “politik olan” kavramı üzerinden
geliştirilmektedir. Modern devletin bir kategorisini oluşturduğu “politik
olan”, köleci ve ortaçağ toplum yapısı içerisinde “kendi içsel mantığıyla
özerkleşmiş yapı ve pratiklerin özgül bir düzeyini teşkil etmez” (Poulantzas,
2013: 123). Bu şu anlama gelmektedir: politik olanı takip eden “iktidar olarak
siyaset” ve “pratik olarak siyaset”, devlet ve sivil toplum arasındaki ayrım
yoluyla modern burjuva devletin kuruluşunu mümkün kılmaktadır. Fakat modern
devletin kendisini gösterme biçimi “burjuva devlet” olgusunu gizlemeye
yöneliktir. Geçmiş devlet deneyimlerindeki ayrıcalıklı yapıyı tamamen bozmadan,
kendisini eşitlik ve özgürlük değerleri temelinde normatif bir karaktere
büründürür ve bu yapısı ile bireyler arası ilişkileri de düzenleyen ikili
işlevsel bir yapı oluşturur. İlk olarak devlet, sivil toplumu parçalarına
ayırır ve ikinci olarak da mübadele temelli kapitalist üretim tarzı içerisinde
sivil toplumun işleyişini örgütler. Devlet ekonomik anlamda bireylere böldüğü
yapıyı daha sonrasında politik yapı içerisinde eşitlik temelinde birleştirir ve
egemenliğini de meşruluğunu da “halk” üzerinden sağlar.
Devletin bu biçimlenişi detaylı olarak “yalıtıcı etki”
altında aktarılmaktadır. Fakat önceki bölümde başka etkileri yorumlandığı için
bu başlık içerisinde yalıtıcı etkinin sınıfsal hegemonya ve devlet iktidarı
boyutunda kapsadığı alan ele alınacaktır. Kapitalist devlet, hukuki ve
ideolojik etkinin neticesinde yalıtılan toplumsal grupların ekonomik toplumsal
ilişki biçimleriyle ilişkilidir. Bu haliyle, yalıtıcı etkiyi içselleştirerek
kendisini ekonomik ve sınıfsal mücadelenin politik ünitesi gibi gösterir
(Poulantzas, 2014: 151). Buna karşın siyasi sınıfsal karakterini siyasi
kurumlar aracılığıyla sistemli bir şekilde gizler. Poulantzas, bu sınıfsal
karakteri “siyasi iktidarın özgün ünitesi” olarak kavramsallaştırmıştır (2014:
298). Yapılar arasındaki görece özerklik ilişkisinden hareketle, devlet
iktidarı içindeki ekonomik olandan görece özerk kurumların özgül bir biçimde
birbirlerine tutunmaları kapitalist devlet tarafından gerçekleştirilmektedir. Tutunum
yoluyla kapitalist devlet, sınıfsal ilişkilerin devlet iktidarının güç
merkezlerinin paylaşılmasına dayanması sebebiyle iktidar bloğu içerisindeki
müttefikliklerin ya da rekabetin devlet kurumlarına doğrudan yansımasını engellemeyi
amaçlamaktadır. Dolayısıyla, bu ilişki biçiminden kendisini özerkleştirmiş olsa
da, devletin ekonomik karakteri, iktidar bloğunun politik ünitesi olmasıdır.
Devlet ile
kapitalist sınıflar arasındaki ilişki değerlendirilirken iktidar bloğu kavramının
detaylıca açılması gerekmektedir. Bir toplumsal formasyon içerisinde birden
fazla üretim tarzı birbirine “birikim” yoluyla eklemlenmekte ve bu nedenle de
oldukça fazla sayıda egemen sınıf ve fraksiyon bir arada var olmaktadır.
Sınıfların belirli bir biçim oluşturduğu kapitalist formasyon içerisinde ise
bir tarafta devlet iktidarının cisimleştiği bir kurumsal çerçeve, öbür tarafta
ise egemen sınıfların kendi aralarındaki ilişkiler vasıtasıyla oluşturduğu özel
biçimlenmeler bulunmaktadır (Poulantzas, 2014: 267). İktidar bloğu ise bu iki
egemenlik kutbunun birbiriyle doğrudan ilişkilendirilememesi sebebiyle var
olmaktadır. Dolayısıyla kapitalist devlet yapısı ile egemen fraksiyonların
siyasi egemenliğinin birlikte var olması, iktidar bloğunun
bir sonucu olmaktadır. Bu anlamıyla iktidar bloğu, siyasi olarak egemen olan
sınıfların özel ve çelişkili (Poulantzas, 2014: 273) birliğini göstermektedir.
Yani iktidar bloğu kapitalizmin belli aşamaları içerisinde birtakım sınıf
fraksiyonlarının birbirine özel bir şekilde eklemlenerek oluşturduğu bu
birliğin somut konfigürasyonunu temsil etmektedir. Bu nedenle de somut düzeye
ilişkindir ve sınıfların siyasi pratikleri alanını kapsamaktadır.
İşte bu karakteri sayesinde devlet, hem hegemonik
sınıfların çıkarlarının örgütlenmesi hem de iktidar bloğunun hegemonik ve
egemen sınıflar ile organik bir şekilde örgütlenmesi için bir takım roller
üstlenmektedir (Poulantzas, 2014: 351). Öte yandan devlet bu rollerini ve
karakterini gizlerken kendisini ise birey ve yurttaşların (esasında birbiriyle
mücadele halindeki toplumsal grupların) genel çıkarının temsilcisi (Carnoy,
2015: 131-132) ve halk-ulusun halkçı iradesinin cisimleşmesi olarak
göstermektedir.
Her iki dinamik açısından da tartışma, hegemonya
kavramının devlet boyutunda tartışılmasına evrilmektedir. Hegemonya kavramı,
Poulantzas için bir kuramsal önem arz etmektedir. İktidar
bloğu içindeki toplumsal güçlerin somut ilişki ve çelişkilerinin yapısı bir
anlamda da kurulan hegemonyanın biçiminin neye karşılık geldiğini ifade
etmektedir. Hegemonya kavramı, bir toplumsal yapı içerisinde güç ilişkilerini
belirleyen egemenlik biçimini tanımlamak için Gramsci tarafından icat edilen
bir kavramdır.[2]
İlişkisel bir kavram olmasının sebebi, salt baskı yoluyla örgütlenen değil,
aynı zamanda rızayı da örgütleyen bir ilişkiler; ve şiddet ya da zor tehdidinin
geçerliliği altında ideolojik bilincin inşa edildiği pratikler bütününü
oluşturmasıdır (Demir ve Göymen, 2012: 95). Yapısalcı bir yorumla birlikte
hegemonya kavramı, Poulantzas tarafından iktidar bloğunun örgütlenmesi amacının
yanında çelişkili blok, ittifak ve stratejileri bir birlik altında toplayabilme
amacını da taşıyan bir strateji olarak ele alınmıştır. Bu yorum Gramsci’de
bulunmayan ve kapitalist devlet ile kapitalist bir formasyonla içselleştirilen
sınıflar arası çekişmelerin özgül karakterlerinin bir iktidar bloğunun
işleyişini sağlamasına vurgu yapan bir yerde durmaktadır (Poulantzas, 2014:
160). Hegemonyanın bu işlevi görmezden gelinirse, iktidar bloğu içerisinde
bulunan hegemonik sınıfın rolünün de anlaşılamayacağı ve böylelikle de iktidar
bloğunun işleyişinin gözler önüne serilemeyeceği düşünülmektedir (Ougaard,
2013: 23).
İktidar bloğu, hâkim sınıfların çelişkili birliğine
işaret etmesi sebebiyle (Demir ve Göymen, 2017: 46), bloğun içerisinde yer alan
toplumsal güçler arasındaki süreklilik arz eden sınıf mücadeleleri ve çıkar
çatışmalarıyla birlikte var olmaktadır (Poulantzas, 2014: 278). Blok bu
çelişkili birliğinin ve karşıt özgüllüklerin korunduğu çıkarların varlığına
karşın bu birliği nasıl oluşturmakta ve bir noktaya kadar sürdürebilmektedir?
Cevap, bir hegemonik sınıfın (fraksiyonun) himayesi ya da hegemonyası altında
iktidar bloğu altında bir tür sınıfsal birlik oluşturmasında gizlidir. Bir
hegemonik fraksiyonun hegemonyası altında kapitalist sınıfların örgütlenmesi
rastlantısal olarak gerçekleşmez; bu örgütlenme, doğrudan kapitalist devletin
kurumsallaşmış iktidarının özgün ünitesine dayanır. Hegemonik sınıf, iktidar
bloğu içerisinde yer alan diğer hâkim sınıfların özgül çıkarlarını eritmez veya
yok etmez; bunun yerine bu sınıfların ekonomik sömürüye ve siyasi hâkimiyete
dayanan ortak çıkarlarını temsil eder ve siyasi çıkarları ekonomik çıkarlara da
dönüştürerek diğer fraksiyonların özgül çıkarlarını birbirinden ayrıştırır
(Carnoy, 2015: 134). Bu yolla da iktidar bloğunun elinde bulundurduğu iktidar
yeniden üretilir.
Siyasal iktidarın ezilen sınıflarla (zor ile birleşen
rıza biçimindeki) ilişkilerinin açıklanması için hegemonya kavramı önemli bir
imkân sağlamaktadır. Çünkü devleti sadece baskı aygıtlarına, baskı gücüne ve
bir şiddet aygıtına indirgemeyen özgün bir Marksist yaklaşımın damarları
hegemonyadan geçmektedir (Poulantzas, 2013: 141). Poulantzas, devletin herhangi
bir şekilde salt egemen sınıfın elindeki bir baskı ya da güç aygıtı/aracına
indirgenemeyeceğini belirtmektedir. Baskı gücü kısaca, bazı organize fiziksel
baskı kurumlarının (ordu, polis, yargı gücü-ceza) fonksiyonuna karşılık
gelmektedir. Ancak hegemonik bir sınıf etrafında şekillenen egemenlik
ilişkilerinin tanımlanabilmesi için baskı gücünün yanında daha fazlasına da
ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sebeple de “zorlama zırhıyla korunan” rıza ele
alınarak kapitalist üretim tarzına has iktidar ilişkilerinin yan dalları açığa
çıkarılmalıdır (Poulantzas, 2014: 262).
Rıza, iki boyutta devlet altında cisimleşmiş bir niteliğe
sahiptir. Modern devlet, egemen sınıfların özgül sosyoekonomik çıkarlarını
doğrudan temsil edememektedir. Belli bir noktaya kadar (egemen sınıfların
hegemonik kuruluşuna ve siyasi çıkarlarına engel oluşturmadan) ezilen
sınıfların da ekonomik-korporatif çıkarlarını güvence altına alması
gerekmektedir. Bu bir nevi devletin dinamik bir uzlaşma sağlayıcı olmasıyla
ilgilidir ki, emek gücünün yeniden üretilebilmesine imkân sağladığı takdirde
işçi sınıfının belirli dönemsel ve siyasi bir kazanımı, esasında egemen
sınıfların lehine bir durumun yaratılmasına da karşılık gelebilmektedir
(Poulantzas, 2013: 133). Egemen sınıflar bakımından devletin hegemonyaya özgü
rolü ise ikinci dikkat edilmesi gereken boyuttur. Çünkü egemen sınıflar
gözünden siyasi iktidar, hegemonik fraksiyonun özgül çıkarlarının ve iktidar
bloğunun ortak çıkarının devlette temsil edilmesi ve devlet tarafından güvence
altına alınmasına dayanmaktadır.
Tam da bu noktada kapitalist devletin göreli özerkliğinin
neye karşılık geldiği açılabilmektedir. Egemen sınıf fraksiyonları, uzlaşılar
ve karşılıklı tavizler yoluyla bir hegemonik fraksiyonun ekonomik-korporatif
çıkarları etrafında içsel bir birlik oluşturmaktadırlar (Poulantzas, 2013:
151-152). Kapitalist devlet ise her şeyden önce mübadele temelinde rekabet
halinde bulunan birbirinden dağınık bu sınıf fraksiyonlarının birliğini temsil
ettiği sürece, göreli özerkliğe sahip özgül bir içsel birliği de
sürdürmektedir. Kendi nesnel birliği ve göreli özerkliği sayesinde de
kapitalist devlet, kendisini hegemonik fraksiyonun liderliğindeki bu bloğun ve
çelişkili birliğin siyasi yapılandırıcı unsuru olarak karakterize etmektedir. Eğer
kapitalist devlet, bir güçler dengesinin yoğunlaşması ve bir tür özgül içsel
birliğin temsilcisiyse, o halde birbirleriyle rekabet halinde olan ve bizzat bu
rekabet aracılığıyla birbirleriyle eklemlenebilen çeşitli iktidar
mücadelelerinin de yoğunlaştığı ve kesiştiği stratejik bir alana karşılık gelmektedir
(Poulantzas, 2006: 151; Gallas, 2017: 258; Demirovic, 2011: 43). Devlet biçim
olarak kapitalisttir, ancak doğrudan egemen sınıfın bir aracı olarak
değerlendirilemez; tamamlanmış bir aygıt değildir; ancak birbiriyle çatışma
halindeki faillerin heterojen ilişkiselliğinin biçimini alır (Hirsch ve
Kannankulam, 2011: 16). Bu nedenle de devletin göreli özerkliği, işlevsel
olarak önden belirlenmiş ve verili kabul edilmiş değil; sömürü ve sınıf ilişkileri
tarafından biçimlenmiş toplumsal eylemlilikler tarafından üretilir ve yeniden
üretilir.
Poulantzas’ın kuramsal çerçevesi içerisinde devlet
kurumlarına haiz bir iktidar tanımı mevcut değildir. Bunun yerine iktidar
sahibi toplumsal sınıflarla ilişkilerinden hareketle kurumlar ile iktidar
arasında bir ilişki kurulabilmektedir (Demir ve Göymen, 2017: 49). Devlet,
sınıfların iktidardan özerk ve yapısal olarak özgün iktisadi, siyasi, askeri
vb. iktidar merkezlerinde örgütlenmelerine yardımcı olur ve siyasal iktidarın
uygulanma merkezi biçimini alır. Devlet aygıtının üyeleri olan bürokrasi ise bu
özerkliğe rağmen kendinde bir sınıf özelliği göstermez, daha çok özgül bir
toplumsal kategoriye karşılık gelir (Poulantzas, 2013: 255-256). Bu nedenledir
ki, özgül ve görece birleşmiş olan bir kategori olarak bürokrasi, kendi
sınıfsal konumundan bağımsız bir şekilde devletin nesnel rolünün
uygulanabilmesi için bir içsel birliğe sahip olmaktadır. Haliyle kapitalist
devlet aygıtı başlı başına bir sınıf devleti biçimi halini almamakta, fakat
sınıfsal çelişkilerden doğan ve birtakım çatlaklara sahip bir birlik görüntüsü
vermektedir.
Göreli özerk oluşu sayesinde kapitalist devlet, toplumsal
formasyona, siyasi iktidara ve bizzat kendisine içkin olan birçok çelişkiyi
kendi bünyesinde cisimleştirmektedir. Bu cisimleşme genel anlamda kapitalist
devletin gerek gizlediği gerekse “öyleymiş gibi” gösterdiği birtakım
işlevlerinden kendisini belirgin kılar. Kapitalist devletin işlevleri nihai
olarak egemen sınıfların siyasi iktidarının uzun dönemli olarak korunmasını
amaçlamaktadır (Demir ve Göymen, 2017: 47). Bu amacın sorunsuz bir şekilde
yerine getirilebilmesi için dört adet işlev ön plana çıkmaktadır. Bunlar, “toplumsal
formasyonun düzeyleri arasında tutunumu sağlama işlevi”, “politik iktidarın
özgün ünitesi olma işlevi”, “egemen sınıfların hegemonik örgütlenmesi işlevi”
ve “uzlaşma dengesi olma işlevi” olarak sıralanabilir.
Kapitalist Devletin İşlevleri
Devletin işlevleri arasında devletin doğasına içkin olan
“toplumsal formasyonun düzeyleri arasında tutunumu sağlama işlevi” en genel ve
kurucu işlevi oluşturmaktadır. Poulantzas, kapitalist devletin ideolojik ve
ekonomik işlevlerinin, siyasi işlev tarafından üst-belirlendiğini bu sebeple
anmaktadır. (2014: 57). Çünkü toplumsal formasyonun bir birlik etrafında
örgütlenmesi ve bu sayede üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesi, devletin
kendi çıkarlarını egemen sınıfların siyasi çıkarlarıyla aynı genel çerçeve
içerisinde ilişkilendirmesine imkân sağlamaktadır. Öte yandan kapitalist
devlet, toplumsal formasyonun düzeylerini bir araya getirerek içerisinde
bulunun toplumun genel iradesini, kamunun genel çıkarını ve bu sebeple de
halk-ulus ismiyle cisimleşen toplumun evrensel siyasi birliğini temsil ettiğini
resmen bildirebilmektedir (Poulantzas, 2014: 325). Dolayısıyla devletin
egemenliği, bir yandan halk egemenliğiyle aynı anlama gelmekteyken, bir yandan
da devletin kendi tüzel kişiliğiyle bağlantısını kurmaktadır.
Bahsi geçen hakikat, “yalıtıcı etki” yoluyla toplumsal
grupların sosyoekonomik ilişkilerinin kırılmasıyla birleşerek devletin temsil
ettiği egemen sınıfların siyasi çıkarlarının toplumun genel çıkarları
bünyesinde bir araya getirilmesini kolaylaştırmaktadır.[3]
Çünkü bu sayede kendisini evrensel olarak kodlanan rasyonel-yasal normlar ile
ilişkilendirerek nesnel, tarafsız ve rasyonel bir işleyiş biçiminde kurumsallaştırır
(Demir ve Göymen, 2017: 44). Ayrıca, genel çıkarı temsil eder gibi görünmesiyle
ve ezilen sınıflara yasal yoldan eşitliğe dayanan birtakım ekonomik güvenceler
vermesiyle bir yandan egemen sınıfların siyasal egemenliğine tehdit
oluşturmayarak ve toplumsal rızayı diri tutarak egemen sınıfların bir aygıtı
olmadığını ispat eder; öte yandan da evrensel rolünü yerine getirir (Bank,
2012: 45).
Kapitalist devletin siyasal iktidar bağlamında olan
ikinci işlevi, “politik iktidarın özgül ünitesi olma işlevidir”. Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar
adlı eserinde kapitalist devleti kurumsallaşmış politik iktidarın özgün ünitesi
olarak ele almaktadır. Buna göre kapitalist devlet, devlet iktidarının
ekonomikten görece özerk kurumlarının özgül iç tutunumuna karşılık gelmektedir
(Poulantzas, 2014: 298). Mademki kapitalist devlet, sınıf ilişkilerine bağlı
olarak bir stratejik alan teşkil etmekte ve iktidarının kurumları bu
mücadelelerin yoğunlaştığı, sınıfların nüfuz ettiği alanları oluşturmaktadır; o
halde sınıfların devlet ve iktidar düzeyindeki mücadeleleri dinamik bir özellik
göstermektedir. Dolayısıyla Poulantzas, kurumların bu mücadeleler sebebiyle
birbirinden ayrıştırılmasına karşı çıkarak devletin aslında bir “aygıt birliği”
özelliği gösterdiğini belirtmektedir (2006: 152). Bu nedenledir ki, modern
devlet için bir merkezden bahsedilmektedir ve bir kurumda gerçekleşen işlevsel
krizlerin diğer alanlara yayılabilme eğilimi bulunmaktadır.
Bu başlıkta kapitalist devletin işlevleri arasında
bahsedilecek üçüncü işlev “egemen sınıfların hegemonik örgütlenmesidir”.
Kapitalist sınıflar, rekabet ilkesinin etkisi sebebiyle, egemen sınıf olarak
örgütlenme, daha doğrusu birlik oluşturma konusunda zayıftır. Bu aslında
ekonomik değil, siyasi bir örgütlenme olmakla birlikte, burada ekonomik
çıkarların siyasi çıkara dönüştürülmesi kastedilmektedir. Nitekim egemen sınıfların
kendi siyasi partileri aracılığıyla iktidara erişebilme kapasitesinin de düşük
olması sebebiyle siyasal iktidara erişebilmeleri ve egemenlik altındaki
sınıflar üzerinde hegemonyasını kurabilmesi güç gözükmektedir. Bu noktada
egemen sınıfların siyasal partiler yoluyla örgütlenebilmeleri, devlet
içerisinde bir iktidar bloğu çerçevesinde iktidara erişebilmelerinden çok daha
zor ve istikrarsız bir iktidar ağı kurmaktadır (Oğuz, 2006: 202). Devlet bu
işlevi, egemen sınıfların çıkarlarını temsil edecek ve toplumun genel çıkarı
olarak birleştirecek bir düzlemde gerçekleştirir. Bu sayede de egemen sınıflar
arasından bir fraksiyon ya da bir fraksiyonlar ittifakı, hem sermaye sınıfının
içsel birliğini kendi egemenliği ile birlikte konsolide ederek hem de
halk-ulusun genel çıkarını temsil ederek hegemonyasını sürdürür. Poulantzas,
bunun haricinde siyasi partiler üzerinden üç tip daha alt işlevden bahseder
(2014: 335). Bunlardan biri devletin, bu sınıfların siyasi partileriyle arasında
kurduğu karmaşık ilişkiler temelinde belirlenmektedir. Bu işlev tipinde siyasi
partiler bağlı oldukları kapitalist sınıfların çıkarlarını örgütlemeyi
sürdürdüğü için devletin görece özerkliği bizzat ifşa olmaktadır. Bir diğer alt
işlev ise sınıfsal iktidarın devlet kurumları ve toplumsal kurumlarda
cisimleşmesi sebebiyle, devletin kapitalist sınıfların hegemonik örgütlenme
işlevini bizzat siyasi partilerin yerine geçerek gerçekleştirmesidir. Son
olarak ise Bonapartizm örneğinde görüldüğü gibi kapitalist devlet ile
kapitalist sınıfların politik çıkarları birbirleriyle özdeşleşir ve devlet,
bizzat sınıf devleti biçimini alır.[4]
Kapitalist Devletin “Biçimleri”
Özetle devlet, bir toplumsal formasyonun düzeyleri
arasındaki tutunumu sağlayan ve kendi birliğinin evrensel dengesinin
düzenleyici faktörü olan bir yapı özelliği göstermektedir (Poulantzas, 2014:
46). Öte yandan devletin siyasi alanı ve pratiklerin yayılımını düzenleyen bu
işlevleri sayesinde, doğrudan siyasi pratiklerin tarihin motoru olduğu hatırlanmalıdır.
Bu aşamada “devlet biçimleri” tartışması açılmak istenmektedir. Siyasi
pratiklerin etkisi ve gücü o kadar yüksektir ki, bir formasyonun evre ve
aşamalarının ünitelerini hem sürdürebilme hem de dönüştürebilme yetisine sahip
bulunmaktadır. Yapı ve sınıf pratikleri arasındaki ilişki sebebiyle aynı
zamanda bir toplumsal formasyonun özgül ünitesi olarak devletin konjonktürle
ilişkisi de anlam kazanmaktadır (Poulantzas, 2014: 46-47). Siyasi pratiğin
amacı her durumda toplumsal formasyon içerisindeki düzenin içerisinde bulunma
ve onu dönüştürebilme yetisine dayanmaktadır.
Devlet biçimlerinin değişmesi ve sürdürülebilmesi
noktasında Gramscici yaklaşımlar, toplumsal formasyonun yerine tarihsel bloğu
kullanmaktadırlar. Buna göre tarihsel blok kavramı, ilgiyi hangi toplumsal
güçlerin tarihsel blok ve toplumsal formasyonda belirleyici olduğu, mücadele
halindeki tarihsel bloğun formasyonunun belirli bir devlet biçiminin
dönüşümünde ne kadar potansiyelinin bulunduğuna yöneltmektedir (Bieler ve
Morton, 2004: 91). Tarihsel blok formasyonu içerisindeki sınıf fraksiyonlarının
“hegemonya projeleri” de bu dönüşümün zemininde yatan faktör olarak ortaya
çıkmaktadır.
Poulantzas bu dönüşümleri “hegemonya projesi” kavramı
etrafında ele almamıştır. Bunun yerine Poulantzas (2014: 170-172), kapitalist
devlet biçimlerinin dönüşümlerini, ait olduğu toplumsal formasyonun “evreleri
ve aşamaları” sorunuyla incelemiştir. Evreler, toplumsal formasyonun
gelişiminin başlangıcı ve yapının yaygın yeniden üretimi olmak üzere iki büyük
moment etrafında şekillenmektedir. Bu momentlerde meydana gelen çelişkiler bazı
durumlarda birincil ve ikincil biçimlerde birbirleriyle yer değiştirir ve
evrelerin değişik aşamalarına biçim verir. Poulantzas, bu evre ve aşamalara
dair birtakım açıklamalarda bulunmaktadır:
i.
Evre
ve aşamalar toplumsal formasyona aittir: Kapitalist üretim tarzının örnek
olduğu durumda, egemen olduğu bir formasyonun evre ve aşamaları, aynı zamanda
yaygın yeniden üretimin evre ve aşamaları biçiminde kendisini göstermektedir.
ii.
Bir
toplumsal formasyonun aşamaları, kapitalist üretim tarzının bazı özgül
biçimlerinin bir arada var olmasına dayanmaktadır
iii.
Kapitalist
üretim tarzının özgül biçimleri, birtakım aşamaları (ilkel kapitalist üretim,
tekelci kapitalizm vb.) geçtiği için birbirinden farklı ekonomik momentleri
içerisinde barındırmaktadır.
iv.
Bu
biçimler, Lenin tarafından saf kapitalist üretim tarzının biçimleri olarak
değerlendirilirken eski kapitalizmin üstyapılarına karşılık gelmektedir.
v.
Saf
kapitalist üretim tarzının biçimleri aynı zamanda özgül ve çeşitli kuramsal
yargıların eklemlenme biçimleriyle var olur.
vi.
Eklemlenme
biçimleri ait olduğu üretim tarzının matrisine yerleşir; örneğin kapitalist
üretim tarzıyla diğer üretim tarzları arasındaki kombinasyon eğilimlerini
kapsar.
vii.
Yine
bu biçimler, aynı matris içerisine nüfuz ederler; fakat dönüşümleri bu matris
tarafından sınırlanan yargıların eklemlenmesiyle meydana gelir.
viii.
Politik
ve ekonomiğin özgül eklemlenmesinden hareketle, devlet ve ekonomi arasındaki
özgül özerklik görünür olur ve yargılar arasındaki etkilenme biçimleri sınıflar
tarafından belirlenir.
ix.
Politik
ve ekonomik, birbirinden görece özerk olsa bile, aynı üretim tarzı ya da
biçiminde diğer üretim biçimlerine ait devlet biçimleri de ortaya
çıkabilmektedir.
x.
Bir
formasyonda kayıtlı devlet biçimleri, politik olanın ekonomik olan ile
arasındaki ilişkinin özgüllüğüyle belirgin hale gelmektedir.
Sonuç Yerine: Poulantzas’ın Kapitalist Devletinden Bugüne Bakmak için
Yöntem
Devlet biçimlerinin son yıllardaki dönüşümünün temeli
olarak kapitalist devletin bu tez tarafından öne sürülecek son bir işlevi daha
vardır. Hegemonik fraksiyonun devlete katılımı, artarak biriken taleplerinin
devletteki temsili, kapitalist devleti son yıllarda yasama erkinin egemen
olduğu parlamentarizmden yürütme erkinin egemen olduğu bir devlet tipine
dönüştürmektedir. Bu dönemde hegemonik fraksiyonun çıkarlarının
yapılandırılması ve tekellerin kârının realize olması koşullarının sağlanması
için Poulantzas “Devlette Hegemonya
İncelemesine Giriş” ismindeki çalışmasında, “tekno-ekonomik” kuruluşların
ön plana çıkmaya başladığını iddia etmiştir (2013: 158). Devletin bu noktadaki
işlevini ise “devletin düzenleyici işlevi” olarak nitelendirmektedir. Bu işlev,
esasında altyapı ile üstyapısal alanın pratikleri arasındaki ilişkilerin
doğasından kaynaklanmaktadır. Altyapı ile üstyapının bir toplumsal formasyonun
birliği içerisinde birlik oluşturmasında üstyapısal kategorilerdeki pratikler,
düzenleyici ilke işlevini görmektedir (Poulantzas, 2013: 159). Devletin her bir
düzenleyici işlevi ise, kapitalist üretim tarzındaki hegemonik fraksiyonun
maksimum kârı elde edebilmesi için gerekli en uygun üretim mekanizmasını
düzenlemektedir. Bu da devletin sürekli olarak müdahaleci yapısını
sürdürdüğünün kanıtı olarak değerlendirilebilmektedir.
Bu müdahaleler, en kaba haliyle devletin ücretlerin
belirlenmesi, kalkınma projeleri ya da sanayi atılımlarının ilan edilmesi,
bunlara uygun olarak teşvik ödemeleri veya kredi programlarının oluşturulması
vb. gibi koşulların oluşturulması sürecinde oynadığı rolle görünür hale
gelmektedir. Dolayısıyla, sermaye ve sermaye gruplarının karşılaştığı
problemler, devlet müdahaleleri altında (ama esasında devletin düzenleyici
işlevi) sayesinde bertaraf edilmeye çalışılır. Bu anlarda da devletin yürütme gücü
ve yürütme aygıtları ön plana çıkmaya başlar, sermaye grupları için yeni bir
stratejik alan haline gelir ve hatta sürecin idaresi için yeni birtakım
düzenleyici kuruluşlar kurularak birtakım yetkilerle donatılır. Parlamentonun
egemenliği bu dönemde düşüşe geçerken, yürütme erkinin güçlenmesi otomatik
olarak devletin ekonomik rolünün de gelişmesine karşılık gelir (Poulantzas,
2006: 244). Aynı zamanda müdahalecilikle birleşen devletin bu eğilimi, bir
istisna durumu olmaktan çıkıp (Poulantzas, 2014: 165) bizzat bir devlet biçimi
olan “otoriter devletçiliğe” doğru bir eğilimin temelini atar.
Son olarak ise, devletin düzenleyici işlevi ve hegemonya
projelerinden hareketle Bob Jessop’ın devlete dair yorumlarının üzerinde
durmakta fayda görülmektedir. Jessop, devlet ve stratejiler konusunda
Poulantzas’ın ötesine geçerek devlet sistemini bir strateji zemini olarak ele
almaktadır. Ona göre, devlet, hem stratejilerin zemini, hem kaynağı hem de
ürünü olmakla birlikte bir toplumsal ilişkidir (Jessop, 2016: 320). Jessop,
devletin stratejilerle yakından ilişkisini açmak üzere, onun bir stratejik
seçicilik sistemi olduğunu, yani yapısı ve işleyiş mantığı gereği belirli
birtakım stratejilerin öncelikli olarak hayata geçirilebildiği bir sistem
olduğunu iddia etmiştir. Bu nedenle, herhangi bir x devlet tipi ya da rejim
biçimi, devlet iktidarında bulunmak için sınıfsal pratiklerde bulunan bazı
sınıflara nazaran, diğer bazı fraksiyonların erişimine daha fazla açık olarak
konumlanmaktadır (van Apeldoorn ve Hager, 2010: 213-214). Aynı zamanda, aynı
devletin yapısı ve imkânları da, bu sınıfların siyasi iktidar stratejilerini
desteklemek ve bunun için gerekli müdahale kapasitelerini sarf etmek için çok
daha elverişli olacaktır.
Jessop’a göre, devlet iktidarı, biçim-belirlenimli bir
toplumsal ilişkidir (2016: 256). Kapitalist devlet biçiminin önemi
tikelleştirilmesidir. Yani sermaye dolaşımının piyasa dışında konumlanan
“tarafsız” bir organ tarafından güvence altına alınması gerekiyorsa bunun için
devlete ihtiyaç vardır. Bu tikelleşme ise devletin eklemlenme, müdahale ve
temsiliyet olarak biçimlenmesinden geçmektedir.
Hegemonik liderliğin uygulamaya geçirilmesi için genel ve özel çıkarlar
arasındaki mücadelelerin çözülebileceği belirli bir sınıfın önderliğinde
oluşturulacak bir “hegemonya projesinin” geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır
(Jessop, 2016: 258). Hegemonya projesinin başlangıç ve uygulanma aşamaları
tamamıyla ilişkisel bir süreçtir. Hegemonik fraksiyon, Poulantzas’ın ifadesiyle
iktidar bloğu içerisinde yer alan diğer fraksiyonların çıkarları ve egemenlik
altındaki sınıfların çıkarlarını da bir “genel çıkar” altında birleştirmeli ve
iktidar boyutunda bir birikim stratejisinin de örgütleyici bloğunun içerisinde
yer almalıdır. Dolayısıyla, birikim stratejisi, uluslararası ekonomik gelişme
süreçleriyle ilgili olurken, vazgeçilemez ortağı olan hegemonya projesi ise
birikim stratejisinin ekonomik olmayan alanlardaki içselleştirilme sürecini
kolaylaştırmaktadır.
Devletin birliği noktasında Jessop, bir biçimsel birlikten
bahsetmektedir (2016: 330-332). Kapitalist devletin biçimsel birliği, yasa,
para, zaman ve uzam gibi parametreler aracılığıyla oluşturulmaktadır. Bu
alanlara içkin dengesizlik ve istikrarsızlıklar da devletin kurumsal
bütünlüğünü sağlamış bir kurum olmamasına, daha doğru bir ifadeyle özgül ve
değişime açık kurumsal sınırlar çerçevesinde devamlı yenilenen bir kurum
olmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla devlet bu yenilenmeleri yine “devlet
biçimleri” altında biçimsel dönüşümlerle gerçekleştirmektedir. Hal böyle iken
devlet, yapısal seçici bir sistem olduğu için tarafsız da değildir. Yapısal
seçiciliği sebebiyle sermayenin örgütlenmesi ve hegemonyasının sürdürülebilmesi
noktasında güçlü parlamenter, otoriter veya başka tür devlet biçimleri
etrafında kendisini de dönüştürmektedir. Bunu Jessop, “kabuk olma” tabiriyle
ifade etmektedir. Örneğin, sermaye fraksiyonları parlamentoyu kontrol altında
tutabilecekleri ve hatta güçler ayrılığı prensibinin birikim stratejisinin
kurumsallaşması ve marjinal kârın sağlanmasına engel teşkil etmediği noktada
temsili parlamenter sistem, sermaye için en iyi “kabuk” olabilir. Ancak bu
durum alt-üst olduğu takdirde, yani sermaye açısından bir temsiliyet krizi
yaşandığı takdirde, en iyi kabuk olması için başka çarelere ihtiyaç
duyulacaktır. Devlet de toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak
kavramsallaştırıldığı için bu projeleri içselleştirecek ve yasal, idari, siyasi
ve hukuksal birtakım dönüşümlere (etkili bir proje uyarınca) maruz kalacaktır.
KAYNAKÇA
Akçay, Ü.
(2013). Sermayenin Uluslararasılaşması ve Devletin Dönüşümü: Teknokratik
Otoriterizmin Yükselişi. Praksis, 30-31,
11-39.
Bank, B. (2012).
Poulantzas'ın Kapitalist Devlet Kuramı: Sivil Toplum ve Devlet Arasındaki
İkiliğin Aşılması. Sosyal Bilimler
Dergisi, V(2), 21-52.
Bieler, A. ve
Morton, A. (2004). A Critical Theory Route to Hegemony, World Order and
Historical Change: Neo-Gramscian Perspectives in International Relations. Capital & Class, 28(1), 85-113, DOI:
https://doi.org/10.1177/030981680408200106
Carnoy, M.
(2015). Devlet ve Siyaset Teorisi.
Ankara: Dipnot.
Demir, G. ve
Göymen, A. Y. (2012). Antonio Gramsci'nin Organik Bütünlük Anlayışı
Çerçevesinde Devrimi Yeniden Düşünmek. Praksis,
27, 85-106.
Demir, G. ve
Göymen, A. Y. (2017). Yapısalcılıktan İlişkiselliğe Poulantzas'ın Devlet
Kuramı. Alternatif Politika, 9(1),
35-60.
Demirovic, A.
(2011). Materialist State Theory and the Transnationalization of the Capitalist
State. Antipode, 43(1), 38-59, DOI: https://doi.org/10.1111/j.1467-8330.2010.00810.x
Gallas, A.
(2017). Revisiting Conjunctural Marxism: Althusser and Poulantzas on the State.
Rethinking Marxism, 29(2), 259-280.
DOI: https://doi.org/10.1080/08935696.2017.1358429
Gramsci, A. (1971).
Selections from the Prison Notebooks.
(Ed. Q. Hoare ve G. Smith) New York: International Publishers.
Halifeoğlu, M.
ve Yetiş, M. (2013). Gramsci, Sivil Toplum-Devlet İkiliği ve Kuramsal Kökenler.
Mülkiye Dergisi, 37(1), 163-188.
Hirsch, J. ve
Kannankulam, J. (2011, Ocak). The Spaces of Capital: The Political Form of
Capitalism and the Internationalization of the State. Antipode, 43(1), 12-37. DOI: https://doi.org/10.1111/j.1467-8330.2010.00809.x
Jessop, B.
(2016). Devlet Teorisi: Kapitalist
Devleti Yerine Oturtmak. İstanbul: Epos.
Martin, J.
(1998). Gramsci's Political Analysis: A
Critical Introduction. Hampshire: Palgrave Macmillan.
Morton, A.
(2007). Unravelling Gramsci: Hegemony and
Passive Revolution in the Global Economy. London: Pluto Press.
Mouffe, C.
(1979). Gramsci and Marxist Theory.
London: Routledge & Kegan Paul.
Oğuz, Ş. (Ekim
2006). Sermayenin Uluslararasılaşması Sürecinde Mekansal Farklılaşmalar ve
Devletin Dönüşümü. Kolektif, D. Yılmaz, F. Akyüz ve F. Ercan (Ed.), Kapitalizmi Anlamak. Ankara: Dipnot
Yayınları.
Ougaard, M.
(Şubat 2013). Neo-Poulantzian
Perspectives in IR and the Current Crisis. Working Paper No. 78, Copenhagen
Business School, Business and Politics, Copenhagen.
Poulantzas, N.
(2006). Devlet, İktidar, Sosyalizm.
Ankara: Epos.
Poulantzas, N.
(2013). Poulantzas Kitabı. (Ed. J.
Martin; Çev. A. Sarı, S. Güzelsarı) Ankara: Dipnot Yayınları.
Poulantzas, N.
(2014). Siyasal İktidar ve Toplumsal
Sınıflar. Ankara: Epos.
Sassoon, A.
(2000). Gramsci and Contemporary Politics.
London: Routledge.
van Apeldoorn,
B. ve Hager, S. (2010). The Social Purpose of New Governance: Lisbon and the
Limits to Legitimacy. Journal of
International Relations and Development, 13, 209-238, DOI: https://doi.org/10.1057/jird.2010.9
Yetiş, M.
(2009). Gramsci ve Devletin İki Görünümü. Mülkiye
Dergisi, XXXIII(264), 129-153.
[1] Burada
Poulantzas’ın kastetmiş olduğu esasında devlet türlerinin tarih boyunca
birbirinin üzerine gelmiş üretim tarzlarının her birinde aynı kuramsal nesneyi
içeremeyeceği ve bu nesnenin içinde bulunduğu üretim tarzından sonraki üretim
tarzına ya da bir devletten başka bir devlete yönelen başkalaşım yasalarını
kendi başına temsil edemeyeceğidir (2006: 21). Ona göre bu ancak ve ancak
devletin kendi doğasına özgü olarak bahsedilen yasaları içermesiyle ve sabit
sınırlara sahip olabilmesiyle genel kuram halini alabilirdi.
[2] “(…) Bu bağlamda Gramsci’deki hegemonyanın iki yüzü olduğu belirtilmeye
değerdir. Bir yandan "egemenlik" ile karşılaştırılırken (ve
devlet/sivil toplum mücadelesi ile bağdaşlaştırılırken); diğer yandan
"hegemonik" bazen, belirli bir grubun tüzel varoluş pozisyonunun ve
ekonomik pozisyonunun korunmasının ötesine geçip siyasi ve toplumsal alanda bir
liderlik pozisyonunu amaçladığı bir tarihsel aşamayı belirtmek amacıyla
"tüzel" veya "ekonomik-tüzel"in karşıtı olarak kullanılır.”
(Gramsci, 1971: xiv). Ayrıca bkz: Sassoon (2000); Morton (2007: 76-108); Mouffe
(1979: 111-204); Yetiş (2009); Halifeoğlu ve Yetiş (2013) ve Martin (1998:
114-138).
[3] Yalıtıcı etki altında bireyler, özel ve kamu hukuku aracılığıyla iki temelde yalıtılırlar. Bireyler, özel hukuk aracılığıyla, özel hakların ve yasal yetkilerin taşıyıcıları; kamu hukuku aracılığıyla ise biçimsel ve hukuksal olarak eşit yurttaşlar olarak yalıtılırlar. Öncelikle, Poulantzas‟ın siyasi yapıların üretim ilişkileriyle olan ilişkilerini devlet ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki sorunuyla bağdaştırdığı belirtilmelidir. Yapısalcı bakış açısıyla hazırladığı Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabında Poulantzas, siyasi ve ideolojik düzeyleri son kertede emek sürecinin yapısının belirleyiciliği üzerinden tanımlar (2014: 147) ve bu düzeylerin üretim faillerini hukuki ve ideolojik özneler olarak kendi bünyesine yerleştirdiğini belirtir. Bunun sonucunda da yalıtım etkisini esasında failler arası ilişkilerin realitesi olan sınıf ilişkilerinin faillerden gizlenmesi olarak niteler. Üretim ilişkileri boyutundaki bu yalıtım etkisinin en somut ve “korkunç” göstergesi ise rekabettir14 (Poulantzas, 2014: 148). Söylemsel düzeyle sınırlı kalmayan rekabet anlayışı, üretim ilişkilerinin basit anlamda mübadele ilişkileri olarak kavranmasına olanak sağlar. Ancak rekabet, hukuki ve ideolojik alanların ekonomik toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisinden kaynaklanır. Bu yaklaşımıyla Poulantzas, yapılar arasında tek taraflı bir belirlenimden değil, karmaşık ve karşılıklı olarak belirlenim ilişkilerinden bahseder. Tehlikeli olan kısımsa bireylerin rekabeti doğal bir süreç olarak algılamasında yatmaktadır.
[4] Bonapartizm ile ilgili değerlendirmeler için bkz: Cowling ve Martin (2002) ve Baehr ve Richter (2004)
Erdem Tekçi
Yorumlar
Yorum Gönder