Marburg Philipps University, Siyaset Bilimi bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam eden değerli hocamız Sayın Dr. Funda Hülagü ile aynı bölümde yer alan John Kannankulam’ın 2019 yılında gerçekleştirdikleri ve Alternatif Politika dergisinde yayınlanan röportajı (https://alternatifpolitika.com/makale/interview-with-john-kannankulam), siz değerli okuyucularımıza Türkçe çevirisiyle sunmak istedik. Bizler için bu değerli çalışmanın önemi, 2014 yılında Kannankulam ve Fabian Georgi tarafından literatüre kazandırılan “tarihsel materyalist politika analizi”, Joachim Hirsch ile Jens Wissel tarafından (2011) Neo-Poulantzian perspektif olarak tanımlanan yaklaşım ve AB’ye yönelik çalışmaları Staatsprojekt Europa olarak çalışmaya dönüştürülen bu okulu okuyucularımızla buluşturmaktır. Nicos Poulantzas ve Bob Jessop ile yoğunlaşan ve Joachim Hirsch’in önderliğinde Türevci Okul kapsamında yeni bir yorum getirilen Marksist devlet tartışmalarının güncel siyasete hangi noktada müdahale edebildiğine ve Avrupa Birliği örneğinde nasıl takip edildiğine dair yorumlardan birini bu güzide örnek üzerinden paylaşmak niyetindeyiz. Bunun için Avrupa Devlet Projesi Okulu’nun Türkiye literatüründe tanıtılması ve Türkçe’ye çevrilip bloğumuzda yayınlanması için bizlere izin veren değerli hocalarımız Sayın Dr. Funda Hülagü, Sayın Arş. Gör. Kasım Timur’a ve Alternatif Politika çevresine teşekkürü bir borç biliriz.
“Batı Alman devlet tartışması oldukça soyut, Fransız-İtalyan, hadi Akdeniz diyelim, devlet tartışması ise daha çok mücadeleyle ilişkili.”
Prof. Dr. John Kannankulam Marburg, Almanya’daki Philipps University’de eleştirel ekonomi politik dersleri vermektedir. Kendisi, Batı Alman devlet türetme tartışmalarına katkıda bulunan en meşhur akademisyenlerden biri olan Joachim Hirsch’in eski bir öğrencisidir. Prof. Kannankulam’ın araştırma alanı, Avrupa Birliği’nin ve Almanya’nın ekonomi politiğine odaklanmaktadır. Yakınlarda, asistanıyla birlikte “tarihsel materyalist politika analizi” isimli keşiflerini ileri sürdüler (Capital and Class, 2014). Böylelikle, Marksist devlet analizi öğrencilerinin soyut analiz ile ampirik araştırmayı bir araya getirebileceklerini iddia ettiler. İlerleyen bölümlerin sadece tarihsel materyalist analizle değil, aynı zamanda Marksist siyasal düşüncenin tarihiyle de ilgilenen birçok genç araştırmacıya ilham vereceğini hem düşünmekte hem de ummaktayım. Sanırım Marksist devlet teorilerini, onları koşullandıran tarihsel gelişmeleri unutmadan yeniden gözden geçirmenin zamanı gelmiş bulunmaktadır.
Funda Hülagü: Sevgili John, biliyorum ki erken çalışmalarınızdan beri kapitalist devlet teorileri üzerine yoğun bir şekilde durmakta ve devlet biçimi analizinden çıkarılan “kurumların” ötesine geçmek üzere metodolojik analiz biçimiyle ileri sürmektesiniz. Kapitalist devleti bize nasıl tanımlarsınız?
John Kannankulam: Benim perspektifimden, bir tanım olarak devlet, iktidar ilişkilerinin maddi yoğunlaşması tarafından belirlenen bir biçimdir. Bu, elbette ki benim tanımım olmamakla birlikte, doktora sürecimdeki danışmanlarımdan biri olan Bob Jessop’ın yazılarında bulabileceğiniz bir tanımdır. Bob, iki materyalist devlet teorisinin bir sentezini yaparak bu tanımı ileri sürmüştür: Birincisi biçim belirlenim ve biçim analizinin ortaya çıktığı 1970’li yılların devlet-türetme tartışması; diğeri ise tabii ki de bize bu meşhur tanımı veren Nicos Poulantzas. İki tartışma da birbirinden farklı şeyleri vurgulamaktadır.
Bu tanımı Marx’ın Kapital’in 1. cildine referans vererek genişletebiliriz. Eğer biçim analizi tartışmasından hareket ederseniz, muhtemelen Marx’ın değer biçimi tezini geliştirdiği ilk bölümleri vurgularsınız. Bence, Batı Almanya’da 1970’lerde ileri sürülen biçim analizi tarafı, Marx’ın değer biçimi üzerindeki tartışmalarında geliştirdiği görüşleri kullanarak uygulamaya geçirmeyi denemiştir. Toplumumuzda sadece para biçimi üzerinden şekillenen değil; aynı zamanda siyasal anlamda da konumlanmış, birçok çelişki ve antagonizma tarafından yapısallaştırılmış ve sürdürülmekte olan bir yabancılaşma mevcuttur. Kapitalist toplumun çelişkilerinden yalnızca değer biçimi değil, devlette kurumsallaşan siyasal biçim açısından da bir tür yabancılaşma yaşanmaktadır. Bu, Marx’ın Kapital’inde, aynı zamanda Alman İdeolojisi’nde ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ndeki yazılarında bulabileceğiniz bir kısımdır.
Diğer tartışma ise Poulantzas’ın ele aldığı Kapital’in 10. Bölümündeki* işgünü üzerindeki mücadeledir. Bu bölüm, sınıf mücadelesi ve devlet sorunu bakımından oldukça aydınlatıcıdır. Marx, işgününün a) işçi sınıfının mücadelesi ve ayaklanmasının, öte yandan –oldukça önemli olmakla birlikte birçok Marksist’in unuttuğu – b) yönetici sınıfların arasındaki bölünmenin bir sonucu olarak sınırlandırıldığını göstermiştir. Sermaye bölünmüştür. Bu dönemde İngiltere’de bir tarafta serbest ticaret fraksiyonu ve diğer tarafta da korumacı fraksiyon vardı. Marx, işgününü sınırlamak için işçi sınıfının kapitalist sınıflar arasındaki bu bölünmeden faydalanabildiğini açık bir şekilde iddia etmiştir. Marx’ın 10. Bölümünden öğrendiğimiz şey, Poulantzas tarafından - Gramsci’nin aracılığıyla - öne çıkarılan işçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesi ve sermayenin farklı fraksiyonlarının siyaseti şekillendirdiğidir.
10. Bölümden gördüğümüz şey, işgününün bir siyasi karar olarak sınırlandırılmasının gerçekten de iktidar ilişkilerinin maddi bir yoğunlaşması olduğudur: süregiden mücadelelerin ve çelişkilerin yoğunlaşması. Bunun istenmeyen sonucu ise işgününün özgül sınırlandırılmasıdır.
Bu fantastik bir şey. İmkânı olan herkes her iki parçayı da okumalı. İktidar ilişkilerinin biçim belirlenimli maddi yoğunlaşması olarak devletin tanımı, en iyi ihtimalle Marx’ın sermaye analizinin her iki yönünü bir araya getirir; bir yandan yabancılaşma, diğer yandan da yaşanmakta olan yabancılaşmanın soyut ve yukarıdan değil, antagonist sınıf mücadeleleri ve toplum içindeki çelişkiler tarafından zorlanıp geliştirilmekte olduğu vurgulanır.
Yapısal tartışma ve fail-temelli tartışmanın birlikte bu tanım kapsamında içerildiği iddia edilebilir. Bu, biçim belirlenimdir. Başka bir ifadeyle, kapitalizm eylemi kısıtlamaktadır. Öte yandan bu, sonsuza dek ya da son kertede belirlenmiş bir şey değildir. Fakat sınıf antagonizması ve mücadeleleri tarafından sürdürülen bir belirlenimdir. Doktora tezimde de yazdığım gibi mücadele, biçimin ardındaki motordur. Mücadele ve biçim karşılıklı belirlenmektedir.
FH: John, Marksist devlet teorisinin diğer yaklaşımlarına karşı kendini nerede konumlandırıyorsun? Örneğin, devlet tartışmasına oldukça önemli tarihsel sosyolojik yorumlar getiren siyasal Marksistler ve biçim analizine odaklanan ve Poulantzas’ın devletin göreli özerkliği tartışmasına karşı konumlanan açık Marksizm olarak da bilinen yaklaşımlar bulunmaktadır.
JK: Siyasal Marksistler arasında Benno Teschke ile karşılaştım. 1648 Söylencesi hakkında yazmıştı. Hirsch birlikte devletin uluslararasılaşması üzerine makaleyi yazarken bu eserle karşılaşmıştım (Antipode, 2011). Bir tarih, özellikle de orta çağ tarihi takipçisi olduğum için beğenmiştim. Bu, Frankfurt’ta yan dal olarak Tarih eğitimi geçmişinden kaynaklanmaktaydı. Teschke, kapitalizmin feodalizmin içerisinden kurulmasının feodalizmin bir kenara atıldığı anlamına gelmediğini çok güzel bir şekilde iddia etmektedir. Basitçe söylemek gerekirse, Kapitalizm feodalizmle birlikte var oldu ve buradan kapitalizmin “zor kullanma tekeli” olan modern devlete ihtiyaç duymadığı sonucuna ulaştı. Bakış açıma göre Teschke, tarihsel gelişim ile mantıksal argümanı birbirine karıştırıyor, çünkü İngiltere’deki tarihsel gelişimin modern kapitalist devlet tipini otomatik olarak ortaya çıkarmadığı gerçeği, kapitalizm ile devletin zor kullanma tekeli arasında hiçbir mantıksal bağlantı olmadığı anlamına gelmemektedir. Mantıksal argüman, tarihsel gelişimle karıştırılmamalıdır.
Açık Marksistlere geldiğimiz takdirde, bazen John Holloway’in biçimi eyleme indirgediğini düşünürüm. Yapıların eylem karşısında göreli özerk bir alanı yoktur ve benim bakış açıma göre bu, bir tarafın diğer tarafa doğru aşırı esnemesidir. Ancak Holloway biçimi eylemin içinde eriterek gücü insanlara geri verir. Bu yaklaşım toplumsal hareketler için ilham vericidir, fakat bence yapı ile fail arasında bir fark vardır ve bunu aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekir. Meta fetişizmi insanların praksisi tarafından üretilmekte olan yabancılaşmış bir biçimdir, ancak doğrudan kontrol edilebilir değildir. Bunu doğrudan kontrol edemezsin.
FH: Ancak benim göreli özerklik tartışmasıyla ilgili sorunum, onun devletin bağımsız bir özne olarak anlaşılması sonucunu doğurabileceği ve çoğu zaman da doğurmasıdır.
JK: Bu meşhur bir Marx araştırmacısı olan Michael Heinrich’in bana Eleştirel Toplumsal Araştırma Derneği’ndeki (Assoziation für Kritische Gesellschaftsforschung) bir konferansta gerçekleştirdiğim sunum üzerine getirdiği yorumu hatırlatıyor. Demişti ki: “eğer devlet güçler ilişkisiyse bu, iktidar ilişkilerini ve daha sonrasında kolaylıkla devleti değiştirebileceğin anlamına gelir”. Ben de: “Michael, belli ki Marx’ını doğru bir şekilde okumuşsun. Ancak neden aynısını Poulantzas için yapmıyorsun?” diye yanıtlamıştım. Poulantzas, devletin basit bir güçler ilişkisi olduğunu iddia etmez; ama devletin güç ilişkilerinin maddi bir yoğunlaşması olduğunu belirtir. Maddi bir yapının “içinde” toplumsal güçlerin yoğunlaşması olduğunu söylemektedir. Marx bu konu hakkında oldukça açık bir fikre sahipti. Bu da göreli özerkliğin kastettiği şeydir. Bu dünyaya bir noktada giriyoruz. Önceden verili yapılar vardır. Önceden verili yapıyı değiştirmeye çalışırken yapabileceğimiz şeyler, bire bir etkiye sahip değildir. Eylem veya praksis doğrultusunda yapıları üretiriz, ama geçmiş eylemlerin önceden verili yoğunlaşma ve maddileşmeleri vardır ve bunlar üç aşağı beş yukarı sabittir.
Mücadeleler zaman zaman parlamenter-demokratik devlet tipi içinde yoğunlaşabilmektedir. Fakat toplumsal mücadele ilişkileri sadece parlamentolar içinde yoğunlaşmaz. Burada Gramsci’nin integral devleti devreye giriyor. Yani, devlet-sivil toplum kompleksi. Bu iktidar yoğunlaşmalarının sadece devletin içerisinde değil, aynı zamanda sivil toplumun, spor kulüplerinin, gazetelerin vs. içerisinde de gerçekleştiği anlamına gelir. Bazı güçler diğerlerinden daha güçlüdür. Bu, güç kazanan güçlerin otomatik olarak bağlayıcı hukuka dönüşeceği anlamına gelmez. Althusser ve Poulantzas’ın belirttiği gibi, devlet aygıtları içerisinde bir seçicilik bulunmaktadır. Devlet ve kurumları içerisindeki yapısal veya stratejik seçicilik, bazı toplumsal güçlerin özgül (yoğunlaşmalarına) izin verir, bazılarının vermez.
Devlet şey değildir, devlet özne değildir derken iyi bir fikrimiz var. Devlet içerisinde, bürokrasi ve devlet personeli vardır. Bu insanlar aracılığıyla uygulanan birtakım seçicilikler bulunmaktadır. Seminerlerimde hep aynı örneği veririm: Marburg’ta birtakım çevre sorunları olduğunu ve büyük bir protestonun var olduğunu düşünelim. Şunun ve bunun yapılmasını istediğimizi söylüyoruz. Bazı sivil toplum örgütleri Berlin’deki Çevre Bakanlığı’nı telefondan aramak istiyor. Muhtemelen bu, bakana ulaşmayacaktır. Fakat örneğin, oldukça önemli bir enerji şirketinin CEO’sundan bahsediyor olsaydık, kesinlikle daha kolay ulaşabilir olacaktı. Bu elbette ki oldukça basit bir örnektir. Fakat yapısal seçiciliğin ve göreli özerkliğin ne anlama geldiğini anlamak için bizlere yardımcı olabilir. Gelgelelim devlet, bir özne değil, iktidar ilişkilerinin göreli özerk maddi bir yoğunlaşmasıdır. Tekrardan.
FH: Fakat kapitalist devlet biçiminin kendisi seçicidir, değil mi?
JK: Gayet tabii. Bu da birçok farklı soyutlama düzeyinde ele alınmıştır. Claus Offe’nin argümanı akla gelir. Devletin “kendisinin bir çıkara” sahip olduğuna dikkat çekmiştir. Devletin siyasi personeli yeniden seçilmeye muhtaçtır. Demokratik süreç budur. Ekonomik büyümenin ve işsizliğin azaltılmasını genellikle önemli konular olarak gören halka bir şeyler göstermelidirler. Basitçe, devlet personelinin çıkarı, yapısal seçiciliği ve bir vergi devleti olarak devletin bağımlılığını masaya getirir. Bu nedenle de, devlet ve sermaye arasında bir tür yapısal bağımlılık vardır. Fakat bunlar birbiriyle aynı değildir. Birbirinden ayrılır, fakat aynı zamanda birbirlerine bağımlıdır da. Göreli veya ilişkisel bir özerklik temelinde birbirleriyle ilişkili olarak özerktirler. Dolayısıyla yapısal seçicilik, önce artı değerin üretilmesi gerekliliği gerçeği üzerinden de gerekçelendirilir. Ve –“kendi çıkarları” dışında – devlet, bazı kapitalistlere artı değer elde etme olanağı sağlamalıdır.
Bu, Batı Alman Devlet Türetme tartışmasının 1970’lerde, yani sosyal demokratların İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da ilk kez iktidara gelmesinden sonra neden ortaya çıktığını da açıklamaktadır. Dönemin sosyal demokratları oldukça Keynezyenlerdi. “Şimdi, devlet aracılığıyla kapitalist çelişkileri kontrol altına alabiliriz.” fikrine sahiplerdi. Devlet planlaması konusunda oldukça coşkuluydular. 1968’in solcu, Marksist öğrencileri, bu devlet fetişizmine ve devlet planlı kapitalizme karşı Marksist devlet teorisini geliştirdiler. Bahsi geçen Marksistler sosyal demokratlara bunun mümkün olmadığını söylemekteydiler. Özerk ve ekonomiden ayrı olsa bile modern devlet ile sermaye birikimine dayandığı için kapitalist çelişkilerden kurtulmak mümkün değildi. Yapısal bağımlılıktan dolayı devlet tamamıyla özerk değildir. Devlet türetme yaklaşımı içindeki Batı Alman solcu öğrencilerin temel eleştiri çizgisi buydu. Oldukça teorik bir düzeyde sosyal demokratların haksız olduklarını ispat etmektelerdi. Batı Alman devlet tartışması oldukça soyut, Franko-İtalyan, hadi Akdeniz diyelim, devlet tartışması ise daha çok mücadeleyle ilişkilidir. Çünkü Franko-İtalyan grupta yer alan teorisyenler, Komünist Parti mücadeleleri içerisindeki iddiaları geliştirmektelerdir. Biz ise Batı Almanya’da 1960 ve 70lerde benzer öneme sahip bir Komünist Parti’ye sahip değildik. Batı Almanya’da örgütlü işçi sınıfı ile çok fazla eylemlilik yoktu, en azından bu öğrenciler için. İşçi sınıfı hareketleri tabii ki mevcuttu, fakat daha çok aynı dönemde iktidarda olan sosyal demokratlarla yakından ilişkideydiler.
FH: Bu tarz bir analizi nasıl işlevsel kılmaktasınız? Devletin somut olarak nasıl çalışılacağı konusunda da bir boşluk olduğunu mu iddia etmektesiniz? Yeni önerileriniz nelerdir? Bizlere, devlet teorisi öğrencilerine, kapitalist devlet üzerine ampirik analiz ve kavramsal tartışmalar arasındaki bağlantının nasıl güçlendirileceğine dair biraz ipucu verebilir misiniz? Ya da daha basitçe, “kurumların tarihsel materyalist analizi” metodunuzu ayrıntılarıyla açıklar mısınız?
JK: Belirttiğim gibi, Batı Alman tartışmasıyla ilgili sorun, tartışmanın aşırı teorik olmasıydı. Sonunda somut analiz ve praksiste “ne olmalı?” sorusuyla karşılaşıyordunuz. Frankfurt’ta Joachim Hirsch ile çalışacak kadar şanslıydım. Hirsch’in seminerleri her zaman tartıştığımız şeylerin toplumsal hareketler için ilgili olduğu kısmın ne olduğu sorusuyla birleşirdi. Hirsch bu tartışmanın katma değeriyle oldukça ilgiliydi. Onun öğrencileri olarak bizler, bu fikri ileriye taşıma niyetindeydik.
Bir köprü noktası Gramsci’nin hegemonya mücadeleleri kavramıydı. Amacımız bunu yıkmaktı: insanlar veya gruplar veya karşıt güçler devlet-toplum kompleksi içinde hegemonyayı örgütlemeye ve sonra onu devlet içinde yoğunlaştırmaya veya somutlaştırmaya çalışırsa bu ne anlama gelir? Bir bakıma, Gramsci ve Poulantzas aynı madalyonun farklı iki yüzünü vurgulamaktaydı. Poulantzas devlet aygıtları, parlamentolar, bakanlıklar vs. içindeki seçicilikleri vurgulamaktaydı. Gramşiyan anlamda “siyasi toplum”. Gramsci ise toplum, spor kulüpleri, partiler, sivil toplum kuruluşları vs. üzerindeki hegemonyaya bakmaktaydı. Hegemonya yoluyla transnasyonal tarihsel materyalistlerin kattıklarına bağlı kalarak iktidar ilişkilerini metodolojik olarak işlevsel kılmayı deneyebileceğimiz düşüncesindeydik. Burada Amsterdam Okulu, Toronto Okulu ve Frank Deppe ve Hans-Jürgen Bieling’in Avrupa Birliği’ne getirdiği eleştirel analizleri barındıran Marburg Okulu’nu kastetmekteyim. Ulaştıkları nokta projeler kavramıydı.
Belirli aktörlerin tek bir çatı altında toplanabileceğini ve bu şemsiyenin bir proje olarak adlandırılabileceğini söylediler. Sonja Buckel, Jens Wissel, Fabian Georgi ve “State Project Europe” (http://staatsprojekt-europa.eu/ Görüşlerimizin İngilizce bir çevirisi için: https://www.rosalux.de/publikation/id/38197/the-european-border-regime-in-crisis/) içinde yer alan diğer akademisyenlerle birlikte tartışmaya ilave ettiğimiz şey şudur ki, projelerin arkalarında mutlaka çok bilinçli aktörler barındırdığı anlamına gelemeyeceğidir. Projelerin birbirlerini tanımasalar dahi, aynı stratejileri izleyen aktörleri bir araya getirdiğini iddia etmekteyiz. Farklı görüşleri tek bir siyasi tartışma etrafında toplamaya ve kimin neyi, hangi argümanla ve hangi stratejiyle tartıştığını bulmaya çalıştık. Dolayısıyla, birçok görüşü toplayabileceğimiz ve “hegemonya projeleri” dediğimiz çatıda bir araya getirebileceğimiz kanaatindeydik.
Bu aslında State Theory (1990) isimli meşhur kitabında birikim stratejileri ve hegemonya projelerinin varlığını iddia eden Bob Jessop’tan gelmekteydi. Fakat biz, hegemonik olmak için mücadele içerisinde bulunan projeler ve henüz mücadele içerisinde bulunmayan projeler arasında bir ayrım yapılmadığı gerekçesiyle hegemonya projesi teriminin yeteri kadar açık olmadığı görüşündeydik. Bu nedenle, farklı aktör ve strateji gruplarını hegemonya projeleri olarak nitelendirmekteyiz. Spesifik bir politik çatışma üzerinde mücadele eden farklı aktörleri, özellikle de söylem ve medya çözümlemesi yoluyla gün yüzüne çıkarmaya çalıştık. Bizim konumuz, Avrupa’daki göç politikalarıydı. Bir ex-post analizi içinde hegemonya projeleri yoluyla soyut bir kavram olan iktidar mücadelelerini işlevsel kılmaya çalıştık. Bunun yapabileceğimiz bir şey olduğunu düşünmekteyim. Örneğin, o noktada sınırlar kapandı diyebilir ve neden başka bir şekilde değil de bu şekilde ele alındığını sorabiliriz. Bir soğanı soyar gibi ilerlemeye ve yapraklarını –toplumsal güçlerin (ilişkisini) – tek tek koparmaya çalışabiliriz. Bununla birlikte hangi projelerin hangi stratejiyle ve o günkü siyasi çatışma içinde yer aldığını görmeye çalışmaktayız. Diğerine nazaran siyasi hedefine erişmek konusunda neden ve nasıl “bu ve şu proje daha başarılı oldu” sorusuna cevap vermeye çalışmaktayız. Hangi güçler, güç ilişkilerinin maddi yoğunlaşmasının arkasındadır? Buraya biraz daha ampirik araştırma getirme düşüncesi içindeydik.
FH: Peki projeler arasında ayrım yapabilmek için kriterleriniz nelerdir? “Tamam, bu aktörler aslında farklı hegemonya projelerine sahip” fikrine nasıl vardınız? Gerçekten de birçok farklı hegemonya projesi mi var?
JK: Araştırmalarımıza, Frankfurt’taki Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nde başladık. Orada Axel Honnet’in bir kolokyumu vardı. Aynı zamanda, Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün de direktörüydü. Honneth çok şüpheciydi ve bu adamların muhtemelen Marksist olduğu fikrine sahipti ve Marksist sınıf analizi kimin (kendi sınıf konumunu izleyerek) hangi fikir ve stratejiye sahip olduğunu her zaman bilirdi. “Kriterleriniz nedir?”, diye sordu. “Sonuçta mesele, üretim araçlarına sahip olmak ve üretim araçlarına sahip olmamak değil midir?” Çok doğru bir noktaya parmak basmıştı. Bazen kesinlikle baştan bilme eğiliminde oluruz. Ancak araştırmamız bize gösterdi ki, örneğin, Alman ve İngiliz sendikalarına baktığınızda enternasyonalist olduklarını varsayarak onlardan mülteci yanlısı bir tutum beklersiniz. Ki bazıları öyledir. Ancak atölyedekiler, bu göçmenlerin gelip işlerini ellerinden alacaklarından korkmaktadırlar. Hatta hepsi, daha az ücret ile. İşçi sınıfı içindeki bu rekabet sendikalar üzerinde de etkilidir. Oscar Lafontaine’e ve Almanya Sol Partisi’nin lideri Sarah Wagenknecht’e bakarsak, elbette Almanya’da işçi sınıfının ve çalışan yoksulların alt katmanlarını göz önünde bulundurarak göçe karşı çıkmaktaydılar. Stratejik bir bakış açısıyla, radikal sol-kanat ya da Avrupa yanlısı proje ile aynı çizgide değillerdi. Fakat bunun yerine ulusalcı-korumacı projenin içerisindeydiler. Öte yandan, göçleri destekleyen bazı sanayi örgütleri, yani bizzat sermaye ile röportajlar gerçekleştirdik. Dünya emek sınıfının serbest piyasasının herkesin yararına olduğunu söylemekteydiler. Aynı zamanda “bunu kamuoyu önünde söyleyemezsin. Dikkatli olmamız lazım” dediler. Bu nedenle, projelerini belirlemek için insanların sınıf geçmişlerinden bağımsız tutulamayacağını iddia etmekteyiz. Stratejiyi sınıf konumundan basitçe türetemeyiz.
FH: O halde benim sorunum, farklı ideolojik görüşlere sahip olduklarını söylemenin neden yeterli olmadığı. “Hegemonya projelerini” duyduğumda, farklı aktörlerin siyasi bir güç pozisyonu elde etmek için kasıtlı olarak bir araya geldiklerini, açıkça belirlenmiş bir amaca ve siyasi bir hedefe sahip olduklarını görmeyi beklemekteyim…
JK: Tarihsel materyalist politika analizi bir takım çantasıdır. Bizim yapmaya çalıştığımız bir araya getirmek. Farklı grupları bir araya getirir ve aynı siyasi partiye üye olmasalar ve hatta birbirlerinin farkında olmasalar bile, günün sonunda hegemonya projesi olarak kümelenecekleri bir ve aynı stratejiyi takip ederler. Sağcılara baktığınızda, ne yapmak istediklerine dair oldukça net bir görüşleri olduğunu görürsünüz. CDU-CSU, SPD, sendika ve Sol Parti gibi farklı kanatlarda olsalar, birbirleriyle bağları olmasa dahi, mesele tartışma ortamına taşındığında farklı kanatlardan benzer argümanları işitirsiniz. Stratejileri, integral devlet veya Avrupa’daki transnasyonal aygıtlar topluluğu üzerinde az çok etkisi olan genel bir hegemonya projesini oluşturur. Araştırmacılar olarak bizler ise bu akıcı aktör tipine şekil vermekteyiz.
FH: Avrupa’daki güncel hegemonya projelerinin haritası nedir?
JK: Ne yazık ki, oldukça bariz olduğunu düşünüyorum. Avrupa’daki birçok aşırı sağ partinin yenilgiye karşı yükselişi ve bence bu hikayenin bir parçası olarak Euro Krizi sırasında transnasyonal örgütlü solun yükselişi. Bu olayı Portekiz, İspanya, Yunanistan ve kısmen İtalya’da yaşadık. Kuzeyden neoliberal merkez ülkelere karşı hareket eden radikal demokratik gruplar sokaklardaydı. Fakat Yunanistan laboratuvarında gördüğümüz gibi, yenildiler. Tükendiler. Çekildiler. Bu arka plana karşı, Sol’un yenilgisine karşı, Euro Bölgesi’ne yönelik eleştiriler az çok Sağ’ın eline geçmiştir. Bunu korumacı, milliyetçi, ırkçı ve şovenist bir tutumla yapmaktalar. Örneğin İtalya’ya bakarsanız, Euro’ya paralel bir para birimine sahip olma fikirlerinin bir kısmı, o zamanlar Yunanistan’da geliştirilen fikirlerin bir parçasını oluşturmaktaydı. Öncesinde Yunanistan’a karşı sert bir itiraz ve ret gelişmişti. İtalya’ya karşı bunun neden böyle gerçekleşmediği ise merak konusu. Sonucun ne olacağını bilmiyorum. Şu anda Avrupa politikalarına yönelik geliştirilen eleştirinin, çözüm olabilecek ve olması gereken ilerici-dayanışmacı bir tarzda yapılmadığını görmek de oldukça sinir bozucu. Yıllar sonra, “Dublin Sistemi” ile birlikte Güney ülkeleri, insanların Avrupa Birliği’ne girmek için kıyılarına kadar gelmesi sorunuyla baş başa kaldılar. Kuzey ülkeleri gerekli desteği vermeye istekli ve yetkin değildi. Avrupa göç politikasının işlemediğini söylemek artık aşırı sağa kalmış durumda. Avrupa’da bir göç krizi değil, Avrupa Göç Politikası krizi var. Şimdiye kadar üstesinden gelinmedi ancak fazlasıyla kahredici görünüyor.
FH: Birbirinden farklı hegemonya projelerinin farklı sermaye fraksiyonlarına dayandığını mı düşünüyorsunuz?
JH: Bu konu hakkında Fabian Georgi ile kısa bir araştırma yaptık. Euro Krizi sırasında Almanya’da neoliberal hegemonya projesi içinde bir bölünme olduğunu fark ettik. Bunu oldukça ilginç bulduk. Neoliberal projenin bir bölümü çoğunlukla Yunanistan’a borç veren Alman ve Fransız bankalarının kurtarılması taraftarı. Öte yandan, “hayır, bu bizim işimiz değil, çünkü sermayemiz içsel birikime, ulusal sermaye birikimine dayanmaktadır. Biz bu bankaları kurtarmak istemiyoruz. Bırakın batsınlar. Borç verdiler, bu onların üstlendiği riskti.” diyen küçük ve orta ölçekli, aynı zamanda neoliberal olan sermaye fraksiyonları da mevcut. Bu durumda neoliberal hegemonya projesi içinde bir bölünme dikkat çekmektedir. Destekçi taraf Euro ve döviz kurlarının uluslararası rekabetine dayanarak bunu önemli görmektedir. Bunun arkasında, elbette ki transnsyonal güçler var. Küçük ve orta ölçekli sermaye ise bunun karşısında konumlanıyor. İşte, bu bölünme ve tartışmadan AfD meydana geldi.
Bu dönemde AfD (aşırı sağcı Alternative für Deutschland), genel olarak neoliberal projenin bir parçasıydı. Neoliberal projenin ulusalcı-korumacı bölümünü oluşturuyordu. Hamburg’ta ekonomi profesörü olan Bernd Lucke gibi. Neoliberal proje içindeki rekabet, Almanya’daki parti gelişiminin önemli bir kısmını oluşturmaktaydı. O dönemde bu tartışma azalırken, 2015’te göç yazı ortaya çıktı ve işler ulusalcı güçlerin lehine döndü. Başlangıçta neoliberal ve muhafazakâr projenin kendi içinde sert bir yönelim vardı. Nitekim Almanya’nın siyasi tarihi açısından bakıldığında bu, benzersiz bir olaydı. AfD içindeki neoliberal aktörlerin az çok ortadan kaybolduğunu artık biliyoruz. Lucke gitti ve halefi olarak göreve gelen Frauke Petry de öyle. Şimdi sadece göçmen karşıtlığı ve ırkçılık kartını oynuyorlar, çünkü Euro krizi, en azından Almanların bakış açısından bakıldığında, ortadan kalktı. Bu onlar için artık bir oyun alanı özelliği teşkil etmiyor.
FH: Neoliberalizm ve neoliberal devletin bir krizinin içinden geçtiğimiz görüşüne katılıyor musunuz?
JK: 2007-8’deki Euro krizini analiz etmeye başladığımızda, kısa süreliğine “evet, kapitalizmin neoliberal evresi, 1970’lerdeki Fordist-Keynezyen kapitalizm gibi ciddi bir krizin içerisine giriyor” fikrindeydim. Fakat Almanya açısından bakıldığında, bu kriz en azından bir süre için çözülmüş görünüyor. Alman neoliberal kapitalizminin oldukça istikrarlı ve sağlam olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında, neoliberal devletin bir kriz içinde olduğunu nasıl iddia edebildiğinizi merak ediyorum. Ama hâlâ, bu Almanya’dan bir bakış açısı.
* Röportajda 8. Bölüm olarak bahsedilmekte olan ve bu çeviri tarafından 10. Bölüm olarak değiştirilen ilgili bölüm, “The Working Day”dir. İlgili düzenleme ana kaynağa bir düzeltme getirmek amacıyla değil, kolaylıkla takip edilebilmesi için yapılmıştır. 10. Bölüm olarak bahsi geçen bölümü okumak üzere bkz: Marx, K. (1992). Capital: A Critique of Political Economy Vol I. (Çev. B. Fowkes) New York: Penguin Books.
Metnin İngilizce Orijinali: Funda Hülagü-Interview with John Kannankulam https://alternatifpolitika.com/makale/interview-with-john-kannankulam (Son erişim tarihi: 09.07.2021)
Çeviren: Erdem Tekçi
Yorumlar
Yorum Gönder