Darren Rosso’nun 2018 yılında Berlin’de yaptığı söyleşi
Michael Heinrich, Karl Marx’ın çok ciltli önemli bir biyografisinin yazarı. İlk cildi Marx’ın 200. yaşına denk gelmesi için 2018’de basıldı ve İngilizce’ye çevriliyor. Heinrich’in Marx hakkında yaptığı çalışmalar, Marx ve Engels’in bilinen el yazmalarını toplamayı hedefleyen Marx-Engels-Gesamtausgabe projesiyle örtüşüyor. Heinrich’in Değer Bilimi [Die Wissenschaft vom Wert] adıyla basılan doktora tezi, Marx’ın ekonomi politik eleştirisiyle beraber klasik ve neoklasik ekonomi politik kuramsal gelenekleriyle ilgileniyor. Heinrich ayrıca Kapital ve ekonomi politik üzerine yorumlar ve giriş niteliğinde kitaplar da kaleme almakla beraber Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu kuramlar üzerine Anglofon dünyada son dönemde yapılan tartışmalarda da yer etti.
Bir biyografinin kuramsal gerekçeleri nelerdir? Sizin
için biyografi, Marx’ın kuramsal çalışmasını anlamak için temel önemde. Öyle
görünüyor ki yirminci yüzyıl boyunca Marksist kurama dair tartışmalar, Marx’ın
yaşamı ve entelektüel gelişimine dair tartışmalardı aynı zamanda. Bu sizin
çalışmanıza nasıl yansıdı?
Böyle yapmamın birkaç nedeni var. Bunların ilki önceki
kuramsal çalışmamdan kaynaklanıyor. Kısa zaman içinde İngilizce’de de
yayımlanacak olan Değer Bilimi’ni (1991) [The Science of Value]
yazdığımda Marx’ın sadece ekonomi politik eleştirisini ortaya koymamıştım.
Marx’ın entelektüel gelişimini sorgulamıştım. Marx’ın entelektüel gelişimini
ekonomi politik eleştirisine yönlendiren şey neydi? Marx’ın gelişimini
çalışmalarımda hep hesaba kattım. Bunun için de bir yere kadar, Marx’ın
yaşamına bakmam gerekiyordu. Örneğin, kuramsal sorular için Marx’ın
mektuplarını kullanmam gerekiyordu. Fakat mektup, basılı metinden oldukça
farklıdır. Mektuba bakarken kime yazıldığını daima hesaba katmanız
gerekir. Marx, hakiki düşüncelerini ifade etmekte ne kadar özgürdü? Bir
projeyle ilgili bir yayıncıyı ikna etmeye mi çalışıyordu sadece, yoksa bir
yoldaşla mı konuşuyordu? Mektuplara dair bu soruları cevaplamak için zaten
biyografik bir bağlama oturtmanız gerekiyor. Bu yüzden çalışmalarımda
biyografik bağlam her zaman vardı, fakat o dönemde bunun ayırdına tamamen
varamamıştım.
Özellikle son yıllarda Marx’la ilgili yeni biyografik
eserler yazıldı. Bunlar Marx’ı tarafsızca sunuyor gibi. Soğuk Savaş döneminde
neyin ne olduğu oldukça açıktı: Marx’ı kişisel olarak yerin dibine sokan
anti-Marksist biyografiler ve onu putlaştıran hagiografik biyografiler vardı.
1990’lardan beri “evet, Marx önemli biriydi, onun yaşamını incelemeye
çalışıyoruz ve belki çalışmalarıyla ilgili de bir şeyler öğrenmeliyiz” diyen
biyografiler ortaya çıktı. Kesinlikle tarafsız değilken kendilerini tarafsız
gibi sunmaya çalışıyorlar. Hâlâ önyargıları var fakat bunlar daha sofistike
yollarla ortaya konuluyor.
Biyografi yazını bugün Soğuk Savaş’ta olduğundan çok daha
büyük bir siyasi işlev üstleniyor. Söylediğim gibi, Soğuk Savaş’ta neyin ne
olduğu belliydi fakat artık böyle bir netlik yok. Yakın tarihli üç biyografiden
bahsedeceğim: Francis Wheen, Jonathan Sperber ve Gareth Stedman Jones [1]
Francis Wheen’in kitabı oldukça iyi yazılmış ve Marx’ın
özel hayatını sunmaya çalışıyor. Ne var ki önemli bir kısmını uydurmuş. Masal
anlatıyor ve anlattığı masallar oldukça önyargılı. Jonathan Sperber’a gelince,
kullandığı kaynakların kapsamının genişliği nedeniyle yayımlandığı dönemde en
sağlam biyografi olarak görülmüştü. Tarihçi olduğundan bolca dipnot kullanıyor.
Sanıyorsunuz ki verdiği en küçük alıntı bile kaynaklarla teyit edilmiş [2].
Fakat kaynaklarına baktığınız zaman durumun böyle olmadığı görülüyor. Bunlar Sperber’in
dediği şeyleri her zaman kanıtlamıyor. Ayrıca belli bir önyargı da var.
Yine de Sperber’in, yapmayı hedeflediği şeyi giriş bölümünde açıkça söylemesi bence
olumlu. Marx’ın on dokuzuncu yüzyılın insanı olduğu ve bugün bize hiçbir şey
söyleyemeyeceğini düşündüğünü ifade ediyor. Buna katılmasam da netliğine saygı
duyuyorum. Gareth Stedman Jones bu konuda bu kadar net değilse de bence benzer
bir şey yapıyor [3]. O da Marx’ı on dokuzuncu yüzyıla yerleştirmek istiyor.
Böyle biyografiler kuramsal metinlerden çok daha
etkilidir.
Kuramsal metinler sadece küçük bir uzman grubu tarafından
okunur. Bu kişiler metinleri dar gruplarda tartışırlar. Fakat biyografiler çok
daha fazla okuyucuya ulaşabilir ve mesajlarını dört yana yayabilirler.
Biyografi yazmak istememin bir diğer nedeni de buydu: Bu masallarla hesaplaşmak
ve Marx’ın metinlerini siyaseten tartışmak için alan açmak önemli. Bundan
kastettiğim hepimizin bildiği önemli eserler değil sadece, daha az bilinen
gazete yazıları ve kendisine ait not defterleriyle ve siyasi eylemleri de.
Sperber gibi Marx’ın on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir dinozor
olduğunu düşünen biyografi yazarlarının iddia ettiği şeylerin kapitalizmin
yapısal dinamiklerine ilişkin bir kavrayışı tabii ki yok. Bunlar kapitalist
üretim biçiminin yapısal dinamiklerinden ziyade görünüşüne takılıyorlar. Onlar Marx’ın
çalışmasını, Kapital’in Almanca ilk basımına yazdığı önsözde, esasen örnekleme
adına kullandığı on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sine dair bir şey olarak
görüyorlar.
Böyle acele etmezdim ben! Bu önsözü kullanarak Marx’ın
yalnızca İngiliz kapitalizmini incelemekten başka bir şey yaptığını iddia
ettiğini söyleyebiliriz. Bunu (kapitalizmin tarihsel gelişimine dair bir
sunum olarak değil) kuramsal bir ilerleme olarak sunmak istiyordu. Marx’ın
‘kapitalist üretim biçiminin ideal ortalamasının içsel düzenini sunmak’ [4]
istediğini söylediği üçüncü cildin elyazmalarındaki yeri alıntılamak her zaman
hoşuma gitmiştir. Fakat bu Marx’ın yalnızca iddiası. Bu iddiayı gerçekleştirip
gerçekleştiremediği üzerine tartışabiliriz. Bunu istemişti belki de fakat
İngiliz kapitalizmine takılıp kalmıştı. Eğer durum buysa bile yaptığı şeyi
detaylıca tartışmak zorundayız.
Sperber de Stedman Jones gibi, her ikisi de Kapital’i
oldukça yüzeysel inceliyor. Sperber’in tavrı şöyle: Marx’ın kuramı, Ricardo
artı Hegel diyalektiğinden ibarettir. Bu eski bir kanı. Bu düşünce, yirminci
yüzyılın başında da ortalıkta dolaşıyordu. Aradan geçen zamanda ekonomi politik
eleştirisinde eleştirinin anlamı nerede ortaya konuyor, değerin anlamı nedir
gibi konularda Marx’a ait yeni metinler ve tartışmalar ortaya kondu. Sperber
bunların neredeyse hepsini göz ardı ediyor, Stedman Jones da.
Stedman Jones, Marx’ın Kapital’de başarısız
olduğunu söylemekte acele ediyor. Neden başarısız olmuş? Stedman Jones Marx’ın Kapital
ile bir evrensel bir kuram ortaya koymaya çalıştığını ve bunu başaramadığını
göstermeye çalışıyor. Marx’a yönelttiği bu iddiayla Stedman Jones, ne var ki Kapital’den
ziyade Grundrisse’den yararlanıyor.
Bu noktada dikkatli olmamız gerekiyor. Marx’ın amacı
gerçekten bu muydu? Marx’ın gelişiminde ne değişti? Stedman Jones’a göre Grundrisse
ve Kapital temelde aynı, bu yüzden bir oradan bir buradan alıntı
yapabiliriz. Fakat bence Grundrisse ve Kapital arasında
epistemolojik bir fark var. Bu konu; Marx’ın kendi kavramlarıyla iddia
ettiği şeyin ne olduğu, kuramın ne kadar evrensel olması ya da olmaması
gerektiği, halihazırda zor bir soru. Bunun tartışılması ve cevabın böyle
peşinen kabul edilmemesi gerekir.
MEGA hakkında konuşalım. İngilizce konuşan ülkelerde elli
ciltten oluşan, büyük bir bilimsel hassasiyetle hazırlanmış Marx ve Engels
Toplu Eserleri [MECW] ile Almanya’da yayımlanan MEGA arasında bir ayrım var
(böyle bir derlemenin bulunmadığı Fransa’nın aksine). MEGA’nın yaptığı yayınlar
gelecekte yeni tartışmalar yaratabilir ve ben sizin biyografinizi, bu
yayınlarla beraber gelecek tartışmalara müdahale veya bir ön alıcı müdahale
olarak görüyorum. Ufukta Marx’a dair yeni tartışmalar mı var? Bu ihtimal, Marx
ile ilgili her şeyin yazıldığını, güneşin altında yeni bir şey olmadığını
düşünen sağduyuyla gerçekten tezat oluşturuyor.
Son fikir çok tatlı. Sık sık karşınıza çıkar. Marx ile
ilgili bir tez yazmak isteyen insanlara, 1920’lerde bile, hoca “Marx ile ilgili
bir tez demek, ama Marx ile ilgili her şey yazıldı! Başka bir konu belirle”
demiştir. Oysa Marx’a ait yazıların hepsi bilinmiyordu bile. Yirminci yüzyılda
her nesil, farklı elyazmaları zamanla yayımlandığından farklı bir Marx
tanımıştır.
Genç Marx’ın yazıları 1920’lerin sonları, 1930’ların
başlarında yayımlandığında insanlar “işte şimdi Marx’ı bütünüyle biliyoruz!
Genç Marx ve yaşlı Marx” diyordu. Sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Grundrisse
yayımlandı. Bunun geniş çaplı değerlendirmesi altmışlar ve yetmişlerde oldu ve
insanlar yine “Evet işte şimdi genç ve yaşlı Marx arasındaki bağlantıya
sahibiz! Grundrisse sayesinde işte şimdi Marx’ı bütünüyle biliyoruz”
dedi.
MEGA ne getirdi? Sadece iktisat alanından kısaca
bahsedeyim, yetmişlerin sonlarında (Artı Değer Teorileri’nin yalnızca
bir kısmını oluşturduğu) 1861-63 elyazmalarının tamamı ve doksanlarda üçüncü
cildin özgün elyazması ve ardından, on beş yıl sonra ikinci cildin özgün
elyazması ortaya çıktı. Şimdi ise yeni yeni defterlerin yayımlanmasıyla
Marx’ın araştırma sürecinin yeni aşamalarına bir kez daha gireceğiz.
Önemli bir nokta daha var. MEGA metinleri özgün
biçimlerinde yayımlıyor. Bu daha önce hiç yapılmamıştı. Örneğin, Ekonomik
ve Felsefi Elyazmaları’nı ve Hegelci felsefe ile diyalektiğin eleştirildiği
ünlü bölümü düşünün. Bu bölüm hiçbir zaman özgün biçiminde bulunmamıştı! Hegel
ile uğraşan paragrafların derlemesiydi. Ve editörler tarfından bir bölüm olarak
birleştirilmişti. Marx’ın kendisi birleştirmemişti.
En az on beş yıl daha alacak olsa da ancak MEGA bütünüyle
tamamlandığında “Şimdi Marx’ı ardında bıraktıklarıyla ilk defa, bütünüyle
biliyoruz” diyebiliriz. Yazdığı her şey olmadığından bütün Marx değil.
Büyük boşluklar var. Birçok mektuba sahip değiliz. Bazı taslaklar elimizde yok.
Yine de mümkün olduğu kadar bütün olacak. Ardından, Marx’ın 1870’lerde
tasarladığı Kapital’in yeniden yazımı için hazırladığı ekonomi
defterleri üzerinden Kapital’e ilişkin özellikle yeni bir tartışma
başlayacak. Yüz yılı aşkın süredir okuduğumuz biçimiyle Kapital, bize
Marx’ın düşüncesinin tamamını vermiyor. Örneğin üçüncü cilt 1864-65’te
yazılmış bir elyazmasına dayanıyor. Fakat Marx kredi, kriz ve kâr oranına
ilişkin araştırmasına 1865’ten sonra da devam etti. Bu araştırma okuduğumuz
metinde yer almıyor.
Marx’ın temsili noktasında, onun entelektüel gelişimine
dair teleolojik görüş ve girdiği siyasi mücadeleler içinde yaptığı kuramsal
keşifleri vurgulayan [görüş] arasında bir çatışma var. Marx’ın (bugün bile
gördüğümüz) teleolojik okumalarına karşı tutumunuz nedir?
Biyografilerde teleoloji, her bireyin hayatındaki bulunan
olumsallıkları gözden kaçıran zayıf bir ardıl inşadır [ex-post-construction].
Benim araştırma programım farklı. İlk olarak Marx’ın kuramsal başarılarını ve
yazılarını bağlama oturtmamız gerekiyor. Kapital çoğu zaman güncel bir
kitap olarak okunuyor. Kitabın tabii çağımız için önemi var. Fakat [Kapital]
güncel bir kitap değildir. Kapital’in birçok kısmı, Marx’ın çağdaşlarını
hedefe oturttuğu siyasi bir içeriğe sahiptir. Örneğin Kapital’in birinci
cildinin ilk üç bölümünde yer alan değer biçimi ve para analizinde Marx katî
suretle Proudhon karşıtı bir kuram ortaya koyar. Marx bunu 1859’da “Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı” ile zaten yapmıştı.
Ne var ki 1860’ların başlarında Marx, Bailey’nin Ricardo
eleştirisini okurken bu ilk yaklaşımının zayıflığını gördü. Dolayısıyla Kapital’de
yer alan değer biçimi ve para analizinde üç hattın kesişimini görürüz:
Ricardo’nun eleştirisi, Bailey’e karşı savunma ve Proudhon’a karşı saldırı.
Marx tabii ki kapitalizmde değer ve parayı analiz etmek ister fakat bunu kendi
çağının belirli bilimsel ve siyasi tartışmalarına, daha doğru bir ifadeyle,
ciddiye aldığı tartışmalara dayanan belirli bir çerçeve içinden yapmıştır.
Vurgulamak istediğim ilk şey, Marx’ın analizini daha iyi anlayabilmek için
bağlama bakmak.
İkincisi, Marx’ı geniş anlamda bir insan olarak görmemiz
gerekiyor. Yazdıklarını okurken kendisi bizim için bir kuramcıdır. Çoğu zaman
kuramsal savlarının dayandığı mantığa odaklanırız. Ama Marx yıllar boyunca bir
gazeteci olarak da çalışmıştır. Yüzlerce gazete yazısı yazmıştır. Kendisi
ayrıca siyasal bir eylemci, yaşamının farklı evrelerinde farklı seviyelerde bir
militandı. Kimi zaman çok etkin, eylemcilik için olanakların kısıtlı olduğu
kimi zamanlarda da oldukça sessizdi. Fakat eylemcilik daima mevcuttu. Bu üç
bileşeni bir araya getirmemiz gerekiyor: Kuramcı Marx, gazeteci Marx, militan
Marx. Benim esas amacım bu; yani, bu üç parçayı bir araya getiren yeni bir Marx
kavrayışına katkı yapmak.
Marx’ın anlaşılma biçimine yeni ne getirdiğinizi anlatın
bize. Siz, örneğin Marx’ın ilk gelişimi ve Hegel felsefesi arasındaki ilişkiye
dair yeni ne keşfettiniz?
Marx’ın çok önce yazdığı metinlerin gerçekten ilginç yeni
yanları olduğunu düşünüyorum.
Bulduğum bu yeni yanlar, Hegel ve Marx arasındaki
ilişkiye dair eski kanıları sorguluyor. Bence bu ilişki sadece Marx’a
baktığımızda değil Hegel’e de baktığımızda çoğu zaman varsayıldığından daha
karmaşık. Hegel’e dair çoğu Marksist aşırı basit bir bakışa sahip olagelmiştir.
Fakat eğer belli bir ilişkiyi anlamak istiyorsanız ve bu ilişkinin iki ucundan
biri aşırı basitleştirilmişse ilişkiyi asla bütünüyle kavrayamazsınız. Bu
yüzden Hegel ve Marx’ın beslendiği diğer kaynaklarla oldukça uğraşmam gerekti.
Bunu biraz daha detaylandırın lütfen. Örnekleyebilir
misiniz?
Hegel’e geleneksel bakış şöyledir: Hegel bir idealisttir,
sözde Alman İdealizmi’nin önde gelen temsilcilerinden biridir. Fakat, Walter
Jaeschke’nin 2000 tarihli güzel bir makalesi vardır ki burada “Alman
İdeolojisi” adlandırmasının ne zaman ortaya çıktığını sorgular. Yanıt:
1860’larda! Alman tarih felsefesinde inşa edilmiş bir şeydi bu! Yaptığım
biyografi çalışmasında 1840’lardan iki ansiklopedi kullandım. Her ikisi de Kant
ve Fichte’nin şüphesiz idealist olduğunu, Hegel ve Schelling’in ise olmadığını
söylüyordu. Uzun süredir kabul edilen bu materyalizm-idealizm ilişkisi üzerine
gerçekten tekrar düşünmemiz gerekiyor.
Marx’ın [Doktora] Teziyle birinci ciltte
ilgileniyorum. Bu tezin hâlâ idealist olup olmadığı veya ne kadarının
materyalist olduğuna ilişkin geçmişte çok tartışma dönmüştü. Soruyu bu şekilde
sormak bence materyalizm ile idealizm arasında coğrafi bir benzetmeye dayanan
bir ilişki varsayıyor. Sanki idealizm ve materyalizm diye iki şehir var ve
birinden diğerine yolculuk ediyorsunuz ve ne kadar yol geldiğinizi
soruyorsunuz. Ben materyalizm ve idealizm kavramlarının alışılagelmiş
kullanımlarını sorgulardım.
Hegel’in eserlerindeki din ve felsefe ilişkisi, Genç
Hegelcilerin bunu yorumlama biçimi ve ardından Marx’ın müdahaleleri ve
[Marx’ın] Bruno Bauer ile ilişkisi nasıl bir rol oynadı?
Dinin felsefeyle olan ilişkisi 1830’larda çok
tartışılmıştır. Marx’ın bir öğrenci olarak büyüdüğü, düşüncelerini içerisinde
oluşturduğu ortam buydu. Din ve felsefe üzerine yapılan tartışmalar temelde
siyasiydi. Bu çok önemli. Din tartışmasının siyasi tartışmanın maskesi olduğu,
o kadar ki siyasal eleştiriye cesaret edilemediğinde din eleştirisiyle
başlandığını okuyoruz zaman zaman.
Fakat bu görüş tamamen yanlış. Din eleştirisi, kendini genel
kültürel anlamda değil fakat devlet tarafından örgütlenen Protestan
Hıristiyanlığındaki gibi Hıristiyan bir devlet olarak tanımlayan bir devlette
siyasi bir konudur: Rahipler devlet görevlisiydi. 1840’ın siyasi eleştirisi bu
tartışmaların başarısızlığının sonucuydu.
Genç Hegelciler ilk başta, ilerici bir devlet olarak
gördükleri Prusya devletine yardım etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Ne var ki
Prusya devleti onların yardımını kabul etmedi. Prusya devleti bunun yerine
gerici dinî grupların müttefiki oldu. Bu gerçek sayesinde Genç Hegelciler
devletin karakteriyle ilgili bir şey öğrendiler. Dolayısıyla, farklı
seviyelerde olmakla beraber, din ve devlet arasında çok sıkı bir bağ var. Din
tartışmaları başlı başına siyasidir. Bu bir seviyeydi. Genç Hegelcilerin bu
tartışmalar sırasındaki öğrenme süreci bir diğer seviyeydi.
Hegel’e dair bir hayli ilginç şeyler var. Dinin
felsefesindeki yeri neydi? Mantık veya Tinin Görüngübilimi gibi
başlıca felsefi eserlerinde Hegel, felsefe ve dinin aynı içeriğe sahip
olduğunu, tek farkın sunum biçiminde olduğunu savunur. Bu düşünceye baştan
şüpheyle yaklaşmalıyız, zira Hegel de aynı şekilde bir biçim
kuramcısıydı. Biçim-farkları Hegel için çok önemli, hâl böyleyken şimdi
durmuş “Eh, sadece biçim farklı” diyor.
Bu ne demek?
1830’larda muhafazakârlar Hegel’i açık açık söylemeye
cesaret edemeyen gizli din düşmanı olmakla suçluyorlardı. Onlara göre Hegel
dini felsefede eritiyordu. Öte yandan Hegel dine çok taviz vermekle, felsefeyi
dine çevirmekle de suçlanmıştı. Ardından Hegel’in din felsefesiyle ilgili elyazmalarını
derleyen ve Hegel’in hamlesinin bir çeşit çifte gizleme olduğunu söyleyen Bruno
Bauer geliyor, ki bunu ikinci ciltte tartışacağım. Hegel kendisini önce gizli
bir panteist olarak sunuyor ve bu farklı yorumlara kapı aralıyor. Fakat Bauer’e
göre Hegel aslında bir ateist. Bauer bazı konularda muhafazakârlarla aynı yerde
duruyor, fakat onların dilinde Hegel eleştirisi olan şey Bauer’e göre Hegel’in
erdemi.
Peki ya Hegel’in Görüngübilim’de güzel ruh olarak
romantik geleneğe yaptığı eleştiri ve Marx’ın Hegel felsefesine geçişi [Übergang]?
Bu mesele üzerine biraz durabilir misiniz, zira ben Hegel’in özel olarak güzel
ruh eleştirisi ve Marx’ın Hegel’in fikirlerini benimsemesi arasındaki
bağlantının kurulmadığını düşünüyorum.
Marx’ın Hegel felsefesine geçişi zor bir konu çünkü bu
konuda neredeyse hiç belge yok. Elimizde Marx’ın şiirleri ve babasına, bir
yandan şiir denemelerini bıraktığını diğer yandan da halihazırda Hegel’e
yöneldiğini yazdığı mektubu var. Marx’a ait başka hiçbir belge ne mektup ne
günlük ne de bir üçüncü bir tarafa ait belge yok. Dolayısıyla dikkatli olmak
zorundayız.
Benim vurguladığım şey, Marx’ın şiir denemelerini ve
kariyer olarak bir şair olma fikrini bırakmasının bu konuda yetenekli
olmadığını fark etmesi nedeniyle olduğunu (Marx biyografisinde) söyleyen Franz
Mehring ile başlayan bilindik anlatının açıkça yanlış olduğu. Marx hiçbir
şekilde yetenekten bahsetmiyor, kötü bir oluşa [Sein] iyilik namına [Sollen]
karşı çıkmak anlamında idealist olduğundan bahsediyor şiirlerinin. Bununla
devam etmek istemiyor. Şiirlerinin felsefi eleştirisini ortaya koyuyor.
Aynı dönemde yani 1837 bahar ve yazında Marx, Hegel
okuyor. En başta Hegel’i beğenmiyor, Hegel’i Schelling’in fikirlerinden
yardımla reddetmek istiyor ve bir alternatif ortaya koymayı deniyor. Ama
neticede Marx, Hegel’den kaçamıyor.
Bu iki olay arasında öncelikle bir zamansal örtüşme var.
Tesadüf eseri de olabilir tabii ki. Ama Marx’ın şiirlerinde eleştirdiği bir
başka tesadüf yani kötü oluş ve olması gereken arasındaki karşılaşma da var.
Hegel’in Romantiklere yaptığı eleştirinin önemli bir parçasıydı bu. Tekrar
ediyorum, bu tesadüfen olmuş da olabilir. Yine de ben Marx’ın Hegel’in bu
eleştirisini okuduğunu ve bu eleştiriyi şiirsel imgelemine yansıttığını
düşünüyorum. Özellikle Tinin Görüngübilimi’nden, bu dönemin genç şair
Marx’ı ile oldukça örtüştüğünü düşündüğüm bazı alıntılar yapıyorum. Bunları
kesinlikle okuduğunu ve güzel ruh olarak kendisiyle tartıştığını falan
kanıtlayamam, fakat Hegel’den bu eleştiriyi almış olması kulağa mümkün geliyor.
Şiirsel fikirlerin bırakılıp Hegel felsefesinin kabul edilmesi aynı sürecin iki
aşaması gibi duruyor. Bunu iddia ediyorum. Bu bir iddianın ötesine geçemez zira
bunu kanıtlayacak herhangi bir belgemiz yok.
Sağlam bir varsayım zemini bu.
Evet, bu bir varsayım ve belki birilerinin tüm bunları
farklı bir biçimde açıklayacak güçlü savları vardır. Sorun değil. Bunu
tartışmaktan mutluluk duyarım. Marx’ın Kapital’e yazdığı önsözün sonunda
söylediği gibi ben de her türlü bilimsel eleştiriye açığım.
Bruno Bauer noktasında ‘özbilinç’ sorunu hem kendi
çalışmalarında hem de Marx’ın Tezinde sahip olduğu yer açısından oldukça ilginç
duruyor. Ayrıca, Feuerbach’ın rolü, yaptığı Hıristiyanlık eleştirisi ve Hegel
ile ilişkisi de. Marx ve Feuerbach ilişkisi bu dönemde nasıl bir resim çiziyor?
Marx ve Feuerbach ilişkisini biyografinin ikinci cildinde
ele alacağım. Birinci ciltte çoğunlukla Marx ve Bauer ile uğraştım. Fakat
sunumumda Marx biyografilerinde çoğu zaman yapılandan oldukça farklı bir şey
yaptım. Çoğu zaman erkenden Feuerbach veya Bauer tanıtımı yapılıyor. Marx Bauer
ya da Marx Feuerbach ilişkisini sorunsallaştırmadan kişinin tüm entelektüel
gelişimini anlatıyorlar.
Böylece çok önemli detaylar kayboluyor. Ben Marx’a ve
belirli bir zamanda neyle uğraştığına odaklanıyorum. İlk cilt Marx’ın Tezi ile
bitiyor ve [Marx’ın] çalışmalarında kullanmış olabileceği şeylerle çok
uğraştım. Birinci ciltte Feuerbach’a ait Hıristiyanlığın Özü’nü
incelemedim çünkü bu eser 1841 yazında yayımlanıyor. Marx, doktora tezini aynı
yılın ilkbaharında teslim ettiğinden bu eserden zaten etkilenmiş olamazdı.
Feuerbach’ın sadece Arnold Ruge’nin Yıllıklarında yayımlanan makaleleri
bu dönemde Marx’ı etkilemiş olabilirdi. Bu nedenle yalnızca onları
tartışıyorum. Aynı şey Bruno Bauer için de geçerli, onun Die Posaune des
Jüngsten Gerichts über Hegel den Atheisten und Antichristen adlı ünlü eseri
1841 Ağustos’unda, Marx’ın Tezinden sonra yazılmıştı.
İkinci ciltte, Marx’ın Bonn’da geçirdiği dönem ve Ren
Gazetesi’ne [Rhenanian Newspaper] doğru attığı adımlarla
ilgileneceğim. Bu dönemde Feuerbach ve Bauer önemli ilerlemeler kaydetti, ben
de bunun etkilerini tartışıyorum. Marx ve Bauer arasındaki bağlantı çok
değişiyor. 1842’nin ilk aylarından önce Bauer ve Marx sıkı sıkıya bağlı ve
ortak projelere sahip; fakat 1842’nin sonunda bir ayrışma oluyor: siyasal,
bilimsel ve kişisel bir ayrışma. Marx, Ruge ve Feuerbach’a yaklaşıyor. Bu neden
oldu? Neyin etkisi oldu? Bunları ikinci ciltte tartışıyorum.
Peki ya ‘özbilinç’ ve Marx’ın tezinde Hegel’in tarih
felsefesiyle ilişkisi, Stoacılar ve antik düşünürlere ilişkin yaptığı okumalar?
Hegel’in Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’i [Lectures on
the History of Philosophy] Marx’ın Tezi için önemli bir başlangıç
noktası, fakat Epiküros’a verilen önem Hegel’in düşüncelerinin halihazırda bir
eleştirisi.
Özbilinç [Selbstbewusstsein] kavramı çok önemli
fakat aynı düşünür için bile değişik zamanlarda çok farklı anlamlara geliyor.
Kavramı Hegel’de, Görüngübilim’de ve çok öne çıkmadığı Ansiklopedi’de
görüyorsunuz. Bu, Hegel’in Din Felsefesi Üzerine Dersleri’nde çok önem
kazanır ve Hegel felsefesinin bu yanına dair tartışmalar 1830’lardaki
tartışmalara egemen olduğu için kavram herkes tarafından bilinir oldu. Ardından
Bauer ve diğer Genç Hegelciler kullandı. Bauer’de belli bir şekilde gelişti ve
oldukça geniş ve kapsamlı bir kavram halini aldı.
Bauer’in Marx’ı nasıl etkilediğine ilişkin de bir
tartışma var. Aynı özbilinç kavramını mı kullanıyorlardı? Ne var ki Bauer’de
kavram zaman içinde bile aynı kalmadı. Tezinde Marx, kavrama karşı
oldukça dikkatliydi. Bauer ise bilakis, kavramı doldurdukça doldurmuştu. Tezinden
sonra kavram Marx için giderek önemsizleşmişti ki bu, aralarındaki ayrışmanın
nedenlerinden biri olabilir. Fakat birkaç düzeyde ayrışıyorlardı. Bu ayrışmaların
çeşitli nedenleri vardı.
Peki tezdeki Ruge eleştirisi?
Bu eleştiriyi Marx; Hegel’in, felsefesini kimi siyasi
baskı ve siyasi durumlarla uyumlu hale getirdiği düşüncesine dayanarak
türetmiştir. Bu çok yüzeysel bir saldırı. Marx için ilginç olan felsefeyi
uyumlu hale getirebilmeyi sağlayan şeyin ne olduğu. Açıklamayı derinleştirmemiz
gerekiyor. Mesele bu olduğu ölçüde Tezdeki genç Marx analitik
becerilerinin kendisinden daha yaşlı ve tecrübeli Arnold Ruge’den yer yer daha
iyi olduğunu gösteriyor. Ne var ki bu teorik bir fark ve çok da belirgin bir
fark değil. Bence yaşarken basılmadığı için okuyamadığı eleştiriyi okuma
fırsatı bulsaydı Ruge da katılırdı. Fakat siyaseten, Marx ve Ruge yakınlaşmış
ve beraber Alman-Fransız Yıllıkları’nı yaratmışlardı.
Peki ya tezin, örneğin Marx’ın bir yandan liberalleri tartıştığı
diğer yandan pozitif felsefecileri tartıştığı siyasal boyutu. Bu, Genç
Hegelciler ve takip eden ayrışmalara yapılan bir gönderme değil.
Bu çok ilginç bir nokta. Marx, Genç Hegelciler ve Yaşlı
Hegelciler diye bir ayrım yapmıyor, ki bu ayrımı ben de ilk ciltte
sorguluyorum. Belki de bu fark esasen Marx’ın zamanında ve çağın kavramları
kullanılarak inşa edilmişti. Fakat her şey o kadar net değil. Marx,
liberallerden bahsederken bence Genç Hegelciler de bu ekibe dahil ediliyor.
Ekibin kendisiyse Genç Hegelcilerden büyük. Sözde Yaşlı Hegelcilerin bazıları
da bir anlamda liberaldi. Ve Marx’ın eleştirdiği öteki kutup olan pozitif
felsefe, ünlü bir makalesinde Feuerbach tarafından kullanılan bir kavramdı;
bunlar belli Hegelci kategorileri oldukça geleneksel dini bir düşünme biçimiyle
birleştirmeye çalışarak kullanıyorlardı. Marx bunları çağının tartışmalarındaki
karşıt iki ana eğilim olarak görmüş ve eleştirisini her ikisine de yöneltmişti.
Bundan ayrıca Marx’ın kendisini bir Genç Hegelci olarak tanımlamadığını
çıkarsayabiliriz. Bence o, bu erken dönemde kendisi ve Genç Hegelciler arasında
zaten bir fark olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Bu, Marx’ın biyografisini yazanlar tarafından geçmişte
yapılan varsayımların birçoğu ile ters düşmüyor mu?
Evet, bu çok baskın bir düşünce ve itiraf edeyim ben de
geçmişte böyle düşünüyordum. Hâkim varsayım Berlin’de genç bir öğrenci olan
Marx’ın Genç Hegelcilere katıldığı, ardından Feuerbach’tan etkilenerek belki de
1843’te Genç Hegelcilere yönelik bir eleştiri geliştirdiği. Başka birçok
örnekte olduğu gibi dönemin belgelerini araştırırken yakından ve dikkatle
baktığınızda bu görüşün fazla basitleştirilmiş olduğunu öğreniyorsunuz.
Çalışmam sırasında tekrar ve tekrar öğrendiğim şey bu.
Ne kadar da Sokratik! Bilmediğinizi öğreten bir ders.
Birçok düşünce fazla basitleştirilmiştir. Onları
sorgulamayı öğrenmeniz gerekir.
Bu anlatıyı reddederken bu açıklamanın, Marx’ın Genç
Hegelcilerle arasına mesafe koymasıyla ilişkili ne tür siyasi yansımaları var?
Bu, Marx’ın kavrayışını bu dönemde nasıl değiştiriyor?
Sanıyorum bunun sonucu Marx’ın tipik Genç Hegelcilere
katılmaması oldu. Berlin’deki Hürler [Berliner Freien] ve Marx’ın Ren
Gazetesi’nde yaptığı şeyler arasında bir çatışma vardı. 1841’de bile
Marx’ın tamamen bir Genç Hegelci olmadığını ve onlarla arasında siyaseten
önemli bir mesafe olduğunu akılda tutarsak bu çatışmaları anlamak kolaylaşır.
Dolayısıyla bu mesafenin artması şaşırtıcı değil. Eğer Marx’ın bir Genç Hegelci
olduğunu söylüyorsanız şu soruyu sormanız gerekir: “Tamam, Marx’ın gelişimi
1842’de bile halihazırda diğer Genç Hegelcilerden neden farklıydı?” Olağan
açıklamalar “Marx siyasetle uğraşıyordu ve bu boş spekülasyonlardan hoşlanmıyordu”
şeklinde. Fakat bu kesinlikle doyurucu bir açıklama değil. Ne var ki bunu
birçok Marksist söylem içinde bulabilirsiniz! Bir şey oluyor. Fakat neden
oluyor? Olağan cevap: Çünkü Marx siyasetle ilgileniyordu ve kavramların işe
yaramadığını gördü! Bu bir açıklama değil sorundur. Çalışmaz olarak neyi gördü?
Ve neden? Neden diğerleri de bunu göremedi? Onlar da siyasetle uğraşıyordu.
Umarım benim anlatım durumu biraz daha açıklığa kavuşturacak.
Aklımızda şiddetle bağımsız bir düşünür olarak Marx imajı
canlanıyor. Ama neden? Hukuk eğitimi gibi düşüncesinin diğer yanları geçmişte
çok hesaba katılmamış gibi.
Marx’ın hukuk eğitimi çoğu zaman önemsiz görülmüştür.
Bunun nedeni 1859 tarihli Önsöz’de Marx’ın, okurlarına kendini
özyaşamöyküsünden kısaca bahsederek sunması. Hukuk okuduğunu fakat asıl
ilgisinin felsefe olduğunu söylüyor, dolayısıyla insanlar onun hukuku
derinlemesine çalışmadığını düşünebilir. Bununla birlikte katıldığı derslere
baktığınızda hukuku çok ciddiye aldığını ve özellikle 1842 ve sonrasında Ren
Gazetesi için yazdığı makalelere baktığınızda hukuk eğitimi aldığını
görebilirsiniz. Argümantasyon şekli iyi bir hukuk bilgisine sahip olduğunu ve
bu bilgiyi iyice kullanabildiğini gösteriyor. 1848’de devrim sırasında Marx iki
defa mahkemede bile tartışmıştı. Bir kez kendisi ve bir kez de Yeni Ren
Gazetesi [New Rhenanian Newspaper] devlet otoritesine zarar vermekle suçlanmıştı.
Marx devlet tarafından yapılan suçlamanın aslında hukuk çerçevesine
oturmadığını göstermek için hukuki ve siyasi savları zekice birleştirmişti.
Marx her iki davayı da kazandı: bir avukat olarak yüzde yüz başarı oranı vardı!
Marx’ın içine doğduğu dünya, Fransız Devrimi sonrası Ren
bölgesi, sosyal ve ekonomik bağlam gibi olumsal koşullar Marx’ı Marx yapan şeyi
açıklamada ne kadar önemli?
Marx’ı etkileyen ilk şeylerin ona nasıl işlediğini
gösteren hiçbir belgeye an itibariyle sahip olmadığımızı söylememiz gerekir. Ren
bölgesi hakkında yapılmış bir sürü çalışmaya, babasının faaliyetleri ve
okuldaki öğretmenleri hakkında birkaç belgeye sahibiz. Fakat kendisini neyin
etkilediğini, gördüğü şeyleri ve/veya gelişimini kesin olarak şekillendiren
şeyleri Marx’ın bizzat anlattığı hiçbir günlük veya mektup yok. Dikkatli
olmamız gerekiyor.
Şöyle düşünün: Kendi biyografimize, bizi etkileyen
şeylere, bizi biz yapan şeylere, solcu olma nedenimize baktığımızda çoğu zaman
çocuklukta bazı olaylar vardır. Siz gençken belki de sizi etkileyen bir
öğretmen, şu veya buna gözlerinizi açan bir arkadaş ya da sizi etkileyen bir
kitap vardı. Bunların hepsi ancak zaman geçtikçe ayırdına varabildiğiniz belli
toplumsal koşullarda ve belli bir söylemsel çerçeve içinde gerçekleşti. Marx
için de bunların hepsinin geçerli olduğunu düşünüyorum. Çevreye ve özellikle
Ren bölgesine özgü koşullara ilişkin bütün bilgileri toplamaya çalıştım. Ren
bölgesi yirmi yıl Fransızlar tarafından yönetildikten sonra Prusya’nın yeni bir
bölgesi olmuştu. Yurttaşların hukuken eşit olduğu, görece liberal bir yerdi.
Prusya’nın geri kalanı oldukça muhafazakâr hatta ve hatta yarı feodaldi. Eğer
Marx aynı ailenin çocuğu olarak Berlin’de doğmuş olsaydı, bunun kesin bir
etkisi olurdu.
Marx’ın Yahudi kökenine ilişkin şunu söyleyebilirim,
diğerlerinin aksine Marx’ta Yahudilik kayda değer bir etki bırakmamıştır.
Babası zaten Yahudilikten uzaklaşmıştı, bir liberal ve Aydınlanma taraftarıydı.
Bu düşüncelerle genç Karl’ı etkiledi. Marx’ın okuldaki öğretmenlerinin çoğu
Aydınlanma fikirlerinden etkilenmişti. Marx daha mektepliyken (daha sonra
kayınpederi olacak) Ludwig von Wesphalen’i ziyaret ederdi çünkü oğlu Edgar
Marx’ın okuldaki en yakın arkadaşıydı. Ludwig von Westphalen de Aydınlanma
çerçevesinin bir parçasıydı. Bu etkiyi ilk kez Marx’ın lisede yazdığı
kompozisyonda görüyoruz.
Yahudilerin durumu hakkında da yazıyorum yine de çünkü
ailenin vaftizi literatürde kimi zaman bir odak noktası olarak karşımıza
çıkıyor fakat Marx’ın devrinde vaftize anlam kazandıran toplumsal koşullar çoğu
zaman göz ardı ediliyor. Marx’ın çoğu zaman anti-Semitik bir metin olarak görülen
Yahudi Sorunu makalesi nedeniyle Yahudi kültürü ve anti-Semitizm
tartışmasına ikinci ciltte devam edeceğim. İlk ciltte, özellikle Orta Çağ ve
erken modern dönem Yahudi karşıtlığı [anti-Judaism] ile 19. Yüzyıl
anti-Semitizmi arasındaki farkla birlikte, etnik [völkisch] anti-Semitizm
ve ırkçı anti-Semitizm ayrımına da odaklanarak esasları vermeye çalışıyorum.
Marx’ta, örneğin mektuplarında, Yahudilik karşıtı ifadeler ve basmakalıplar
bulabileceğimizi fakat Yahudi Sorunu’nda bulamayacağımızı göstermeye
çalışacağım.
Biyografisi üstüne çalışırken; Marx’ın, kişilerin
olduklarını düşündükleri şeyleri değil oldukları şeyleri değerlendirmemiz
gerektiğini söyleyen adamın, olduğu kişi ve olduğunu söylediği kişi arasındaki
bu ayrıma ilişkin örnekler var mıydı?
Bu zor çünkü Marx’ın kendi hakkında söylediği şeyleri her
zaman peşinen kabul edemezsiniz. Kime, neyi söylediğini daima aklınızda
bulundurmak zorundasınız. Bir yayıncıya, güvendiği bir yoldaşa veya çok da
güvenmediği bir müttefike söylediğinden farklı şeyler söyler. Kendi hakkında
söylediği şeyler duruma göre değişir. Marx’ın sıkı bir öğrenci olduğunu da aklımızda
tutmak zorundayız. Bütün yaşamı boyunca öğreniyor, dolayısıyla artık
benimsemediği eski görüşleri kolaylıkla kenara atabiliyordu. Yeni bir şey
öğrendiğinde “Bu yeni bir boyut, bunu bilmiyordum, aklımda bu yoktu, bu yüzden
bu konuyla ilgili daha önce yazdıklarımı savunmaya devam edemem” derdi. Kendini
eleştirirdi. Kendi hakkında söylediklerini de eleştirirdi ve konumu değişirdi.
Öyle bir iki değişimden bahsetmiyoruz. Birçok değişim var. Örneğin üçüncü
ciltte Marx’ın Avrupa-merkezciliği sorununu ortaya koyuyorum. 1850’lerdeki
Marx’ta, New York Daily Tribune’da İngiliz Hint politikası hakkında yazdığı
yazı ve makalelerde Avrupa-merkezci bir konum açıkça bulabilirsiniz. Fakat bu
Avrupa-merkezci konum, yeni deneyimler ve yeni yazılarla beraber yavaşça değişiyor.
Konumunu sıklıkla açıklamıyor fakat dediklerini ve ifade ettiklerini
yorumladığınızda bunun değiştiğini kabul etmek zorunda kalıyorsunuz.
Peki ya Almanya’daki siyasi hareketler? Gesellschaft für
menschenrecht ve Georg Büchner’in Komünist Manifesto öncesi yazdıkları üzerine konuştuğunuz
kısımları çok etkileyici buldum.
Her ne kadar erken ölmüş olsa da Georg Büchner, Komünist
Manifesto’yu tartıştığım zaman karşımıza çıkacak bir başka kişi.
Komünist Manifesto’yu Büchner’e ait 1834 tarihli Hessenli Ulak [The
Hessian Courier] ile karşılaştıracağım. Bu, Komünist Manifesto’dan
sadece on üç yaş büyük ve Marx muhtemelen bunu hiç okumadı. Marx’ın Komünist
Manifesto’da yaptığı yeniliği görmek için metinleri karşılaştırmanın, söylenmesi
halihazırda mümkün olan şeyleri görmek açısından kullanışlı olduğunu
düşünüyorum. Benim çalışmamda bu temel bir ilke. Böyle metinlere sadece mevcut
bilgimiz ve bilincimizle yaklaşırsak onları anlayamayız. Dönem için normal olan
şeyler gibi dönem için yeni olanı da anlamak için çağın referans noktalarına
bakmalısınız. Bugün çağının ötesine geçmiş ünlü bir şair olarak bilinen Georg
Büchner, mektuplarında özellikle görüldüğü üzere aynı zamanda çok zeki bir
devrimci (ki bütün devrimcilerde olan bir özellik değildir) ve keskin, şaşmaz
bir gözlemciydi. O gerçekten kusursuz bir referans noktası.
Bu dönem radikal siyasi hareketler bütün Almanya’da
oldukça soyutlanmış durumdaydı. Yine de 1848 devrimi öncesinde Alman
devletlerinin acımasızca bastırdığı eylemler ve mücadeleler oluyordu sürekli.
Bu eylemleri ve halkın artan hoşnutsuzluğunu akılda tutarsak 1848 devriminin
süratle yayılması şaşırtıcı gelmez. Fakat devrimin yenilgisiyle siyasal ve
söylemsel durum tamamen değişti. Militarist Prusya, hegemonik güç haline geldi
ve eski devrimcilerin birçoğu Almanya’nın Prusya önderliğinde birleştirilmesi
sürecinin destekçisi oldu. Marx ve Engels gibi gerici Alman devletleriyle
uyuşmak istemeyen diğer devrimciler ise sürgüne gitmek zorunda kaldı. 1848
devriminin yenilgisi Alman tarihi için olduğu kadar Marx’ın biyografisi için de
bariz bir dönüm noktasıdır. Ne var ki bu konularla biyografinin üçüncü cildinde
ilgileneceğim.
Kaynakça:
Marx, Karl (1981), Capital, Volume 3, (trans.
David Fernbach), London: Penguin. [Türkçesi: Marx, Karl (2017), Kapital,
Üçüncü Cilt, (çev. M. Selik & E. Özalp), İstanbul: Yordam]
Sperber, Jonathan 2013, Karl Marx: A Nineteenth
Century Life, London: W. W. Norton & Company. [Türkçesi: Sperber,
Jonathan (2014), Karl Marx: 19. Yüzyılda Yaşanmış Bir Hayat (çev. Gül
Durna), İstanbul: İletişim]
Stedman Jones, Gareth (2016), Karl Marx: Greatness and
Illusion, London: Allen Lane.
Wheen, Francis (1999), Karl Marx: A Life, London:
Forth Estate. [Türkçesi: Wheen, Francis (2009), Karl Marx (çev. Gül
Çağalı Güven) İstanbul: E Yayınları]
[1] Wheen 1999.
[2] Sperber 2013.
[3] Stedman Jones 2016.
[4] Marx 1981, s. 970. Çeviri düzenlenmiştir.
Metnin İngilizce Aslı: Roso, Darren (2018), Interview with Michael Heinrich, Historical
Materialism, https://www.historicalmaterialism.org/interviews/interview-with-michael-heinrich (son erişim: 05.06.2021)
Çeviren: Deniz Ekim
Yorumlar
Yorum Gönder