Ana içeriğe atla

Çeviri | Darren Rosso - Michael Heinrich ile Söyleşi

 

Darren Rosso’nun 2018 yılında Berlin’de yaptığı söyleşi 

Michael Heinrich, Karl Marx’ın çok ciltli önemli bir biyografisinin yazarı. İlk cildi Marx’ın 200. yaşına denk gelmesi için 2018’de basıldı ve İngilizce’ye çevriliyor. Heinrich’in Marx hakkında yaptığı çalışmalar, Marx ve Engels’in bilinen el yazmalarını toplamayı hedefleyen Marx-Engels-Gesamtausgabe projesiyle örtüşüyor. Heinrich’in Değer Bilimi [Die Wissenschaft vom Wert] adıyla basılan doktora tezi, Marx’ın ekonomi politik eleştirisiyle beraber klasik ve neoklasik ekonomi politik kuramsal gelenekleriyle ilgileniyor. Heinrich ayrıca Kapital ve ekonomi politik üzerine yorumlar ve giriş niteliğinde kitaplar da kaleme almakla beraber Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu kuramlar üzerine Anglofon dünyada son dönemde yapılan tartışmalarda da yer etti.

Bir biyografinin kuramsal gerekçeleri nelerdir? Sizin için biyografi, Marx’ın kuramsal çalışmasını anlamak için temel önemde. Öyle görünüyor ki yirminci yüzyıl boyunca Marksist kurama dair tartışmalar, Marx’ın yaşamı ve entelektüel gelişimine dair tartışmalardı aynı zamanda. Bu sizin çalışmanıza nasıl yansıdı?

Böyle yapmamın birkaç nedeni var. Bunların ilki önceki kuramsal çalışmamdan kaynaklanıyor. Kısa zaman içinde İngilizce’de de yayımlanacak olan Değer Bilimi’ni (1991) [The Science of Value] yazdığımda Marx’ın sadece ekonomi politik eleştirisini ortaya koymamıştım. Marx’ın entelektüel gelişimini sorgulamıştım. Marx’ın entelektüel gelişimini ekonomi politik eleştirisine yönlendiren şey neydi? Marx’ın gelişimini çalışmalarımda hep hesaba kattım. Bunun için de bir yere kadar, Marx’ın yaşamına bakmam gerekiyordu. Örneğin, kuramsal sorular için Marx’ın mektuplarını kullanmam gerekiyordu. Fakat mektup, basılı metinden oldukça farklıdır. Mektuba bakarken kime yazıldığını daima hesaba katmanız gerekir. Marx, hakiki düşüncelerini ifade etmekte ne kadar özgürdü? Bir projeyle ilgili bir yayıncıyı ikna etmeye mi çalışıyordu sadece, yoksa bir yoldaşla mı konuşuyordu? Mektuplara dair bu soruları cevaplamak için zaten biyografik bir bağlama oturtmanız gerekiyor. Bu yüzden çalışmalarımda biyografik bağlam her zaman vardı, fakat o dönemde bunun ayırdına tamamen varamamıştım.

Özellikle son yıllarda Marx’la ilgili yeni biyografik eserler yazıldı. Bunlar Marx’ı tarafsızca sunuyor gibi. Soğuk Savaş döneminde neyin ne olduğu oldukça açıktı: Marx’ı kişisel olarak yerin dibine sokan anti-Marksist biyografiler ve onu putlaştıran hagiografik biyografiler vardı. 1990’lardan beri “evet, Marx önemli biriydi, onun yaşamını incelemeye çalışıyoruz ve belki çalışmalarıyla ilgili de bir şeyler öğrenmeliyiz” diyen biyografiler ortaya çıktı. Kesinlikle tarafsız değilken kendilerini tarafsız gibi sunmaya çalışıyorlar. Hâlâ önyargıları var fakat bunlar daha sofistike yollarla ortaya konuluyor.

Biyografi yazını bugün Soğuk Savaş’ta olduğundan çok daha büyük bir siyasi işlev üstleniyor. Söylediğim gibi, Soğuk Savaş’ta neyin ne olduğu belliydi fakat artık böyle bir netlik yok. Yakın tarihli üç biyografiden bahsedeceğim: Francis Wheen, Jonathan Sperber ve Gareth Stedman Jones [1]

Francis Wheen’in kitabı oldukça iyi yazılmış ve Marx’ın özel hayatını sunmaya çalışıyor. Ne var ki önemli bir kısmını uydurmuş. Masal anlatıyor ve anlattığı masallar oldukça önyargılı. Jonathan Sperber’a gelince, kullandığı kaynakların kapsamının genişliği nedeniyle yayımlandığı dönemde en sağlam biyografi olarak görülmüştü. Tarihçi olduğundan bolca dipnot kullanıyor. Sanıyorsunuz ki verdiği en küçük alıntı bile kaynaklarla teyit edilmiş [2]. Fakat kaynaklarına baktığınız zaman durumun böyle olmadığı görülüyor. Bunlar Sperber’in dediği şeyleri her zaman kanıtlamıyor. Ayrıca belli bir önyargı da var. Yine de Sperber’in, yapmayı hedeflediği şeyi giriş bölümünde açıkça söylemesi bence olumlu. Marx’ın on dokuzuncu yüzyılın insanı olduğu ve bugün bize hiçbir şey söyleyemeyeceğini düşündüğünü ifade ediyor. Buna katılmasam da netliğine saygı duyuyorum. Gareth Stedman Jones bu konuda bu kadar net değilse de bence benzer bir şey yapıyor [3]. O da Marx’ı on dokuzuncu yüzyıla yerleştirmek istiyor.

Böyle biyografiler kuramsal metinlerden çok daha etkilidir.

Kuramsal metinler sadece küçük bir uzman grubu tarafından okunur. Bu kişiler metinleri dar gruplarda tartışırlar. Fakat biyografiler çok daha fazla okuyucuya ulaşabilir ve mesajlarını dört yana yayabilirler. Biyografi yazmak istememin bir diğer nedeni de buydu: Bu masallarla hesaplaşmak ve Marx’ın metinlerini siyaseten tartışmak için alan açmak önemli. Bundan kastettiğim hepimizin bildiği önemli eserler değil sadece, daha az bilinen gazete yazıları ve kendisine ait not defterleriyle ve siyasi eylemleri de.

Sperber gibi Marx’ın on dokuzuncu yüzyıldan kalma bir dinozor olduğunu düşünen biyografi yazarlarının iddia ettiği şeylerin kapitalizmin yapısal dinamiklerine ilişkin bir kavrayışı tabii ki yok. Bunlar kapitalist üretim biçiminin yapısal dinamiklerinden ziyade görünüşüne takılıyorlar. Onlar Marx’ın çalışmasını, Kapital’in Almanca ilk basımına yazdığı önsözde, esasen örnekleme adına kullandığı on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sine dair bir şey olarak görüyorlar.

Böyle acele etmezdim ben! Bu önsözü kullanarak Marx’ın yalnızca İngiliz kapitalizmini incelemekten başka bir şey yaptığını iddia ettiğini söyleyebiliriz. Bunu (kapitalizmin tarihsel gelişimine dair bir sunum olarak değil) kuramsal bir ilerleme olarak sunmak istiyordu. Marx’ın ‘kapitalist üretim biçiminin ideal ortalamasının içsel düzenini sunmak’ [4] istediğini söylediği üçüncü cildin elyazmalarındaki yeri alıntılamak her zaman hoşuma gitmiştir. Fakat bu Marx’ın yalnızca iddiası. Bu iddiayı gerçekleştirip gerçekleştiremediği üzerine tartışabiliriz. Bunu istemişti belki de fakat İngiliz kapitalizmine takılıp kalmıştı. Eğer durum buysa bile yaptığı şeyi detaylıca tartışmak zorundayız.

Sperber de Stedman Jones gibi, her ikisi de Kapital’i oldukça yüzeysel inceliyor. Sperber’in tavrı şöyle: Marx’ın kuramı, Ricardo artı Hegel diyalektiğinden ibarettir. Bu eski bir kanı. Bu düşünce, yirminci yüzyılın başında da ortalıkta dolaşıyordu. Aradan geçen zamanda ekonomi politik eleştirisinde eleştirinin anlamı nerede ortaya konuyor, değerin anlamı nedir gibi konularda Marx’a ait yeni metinler ve tartışmalar ortaya kondu. Sperber bunların neredeyse hepsini göz ardı ediyor, Stedman Jones da.

Stedman Jones, Marx’ın Kapital’de başarısız olduğunu söylemekte acele ediyor. Neden başarısız olmuş? Stedman Jones Marx’ın Kapital ile bir evrensel bir kuram ortaya koymaya çalıştığını ve bunu başaramadığını göstermeye çalışıyor. Marx’a yönelttiği bu iddiayla Stedman Jones, ne var ki Kapital’den ziyade Grundrisse’den yararlanıyor.

Bu noktada dikkatli olmamız gerekiyor. Marx’ın amacı gerçekten bu muydu? Marx’ın gelişiminde ne değişti? Stedman Jones’a göre Grundrisse ve Kapital temelde aynı, bu yüzden bir oradan bir buradan alıntı yapabiliriz. Fakat bence Grundrisse ve Kapital arasında epistemolojik bir fark var. Bu konu; Marx’ın kendi kavramlarıyla iddia ettiği şeyin ne olduğu, kuramın ne kadar evrensel olması ya da olmaması gerektiği, halihazırda zor bir soru. Bunun tartışılması ve cevabın böyle peşinen kabul edilmemesi gerekir.

MEGA hakkında konuşalım. İngilizce konuşan ülkelerde elli ciltten oluşan, büyük bir bilimsel hassasiyetle hazırlanmış Marx ve Engels Toplu Eserleri [MECW] ile Almanya’da yayımlanan MEGA arasında bir ayrım var (böyle bir derlemenin bulunmadığı Fransa’nın aksine). MEGA’nın yaptığı yayınlar gelecekte yeni tartışmalar yaratabilir ve ben sizin biyografinizi, bu yayınlarla beraber gelecek tartışmalara müdahale veya bir ön alıcı müdahale olarak görüyorum. Ufukta Marx’a dair yeni tartışmalar mı var? Bu ihtimal, Marx ile ilgili her şeyin yazıldığını, güneşin altında yeni bir şey olmadığını düşünen sağduyuyla gerçekten tezat oluşturuyor.

Son fikir çok tatlı. Sık sık karşınıza çıkar. Marx ile ilgili bir tez yazmak isteyen insanlara, 1920’lerde bile, hoca “Marx ile ilgili bir tez demek, ama Marx ile ilgili her şey yazıldı! Başka bir konu belirle” demiştir. Oysa Marx’a ait yazıların hepsi bilinmiyordu bile. Yirminci yüzyılda her nesil, farklı elyazmaları zamanla yayımlandığından farklı bir Marx tanımıştır.

Genç Marx’ın yazıları 1920’lerin sonları, 1930’ların başlarında yayımlandığında insanlar “işte şimdi Marx’ı bütünüyle biliyoruz! Genç Marx ve yaşlı Marx” diyordu. Sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Grundrisse yayımlandı. Bunun geniş çaplı değerlendirmesi altmışlar ve yetmişlerde oldu ve insanlar yine “Evet işte şimdi genç ve yaşlı Marx arasındaki bağlantıya sahibiz! Grundrisse sayesinde işte şimdi Marx’ı bütünüyle biliyoruz” dedi.

MEGA ne getirdi? Sadece iktisat alanından kısaca bahsedeyim, yetmişlerin sonlarında (Artı Değer Teorileri’nin yalnızca bir kısmını oluşturduğu) 1861-63 elyazmalarının tamamı ve doksanlarda üçüncü cildin özgün elyazması ve ardından, on beş yıl sonra ikinci cildin özgün elyazması ortaya çıktı. Şimdi ise yeni yeni defterlerin yayımlanmasıyla Marx’ın araştırma sürecinin yeni aşamalarına bir kez daha gireceğiz.

Önemli bir nokta daha var. MEGA metinleri özgün biçimlerinde yayımlıyor. Bu daha önce hiç yapılmamıştı. Örneğin, Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nı ve Hegelci felsefe ile diyalektiğin eleştirildiği ünlü bölümü düşünün. Bu bölüm hiçbir zaman özgün biçiminde bulunmamıştı! Hegel ile uğraşan paragrafların derlemesiydi. Ve editörler tarfından bir bölüm olarak birleştirilmişti. Marx’ın kendisi birleştirmemişti.

En az on beş yıl daha alacak olsa da ancak MEGA bütünüyle tamamlandığında “Şimdi Marx’ı ardında bıraktıklarıyla ilk defa, bütünüyle biliyoruz” diyebiliriz. Yazdığı her şey olmadığından bütün Marx değil. Büyük boşluklar var. Birçok mektuba sahip değiliz. Bazı taslaklar elimizde yok. Yine de mümkün olduğu kadar bütün olacak. Ardından, Marx’ın 1870’lerde tasarladığı Kapital’in yeniden yazımı için hazırladığı ekonomi defterleri üzerinden Kapital’e ilişkin özellikle yeni bir tartışma başlayacak. Yüz yılı aşkın süredir okuduğumuz biçimiyle Kapital, bize Marx’ın düşüncesinin tamamını vermiyor. Örneğin üçüncü cilt 1864-65’te yazılmış bir elyazmasına dayanıyor. Fakat Marx kredi, kriz ve kâr oranına ilişkin araştırmasına 1865’ten sonra da devam etti. Bu araştırma okuduğumuz metinde yer almıyor.

Marx’ın temsili noktasında, onun entelektüel gelişimine dair teleolojik görüş ve girdiği siyasi mücadeleler içinde yaptığı kuramsal keşifleri vurgulayan [görüş] arasında bir çatışma var. Marx’ın (bugün bile gördüğümüz) teleolojik okumalarına karşı tutumunuz nedir?

Biyografilerde teleoloji, her bireyin hayatındaki bulunan olumsallıkları gözden kaçıran zayıf bir ardıl inşadır [ex-post-construction]. Benim araştırma programım farklı. İlk olarak Marx’ın kuramsal başarılarını ve yazılarını bağlama oturtmamız gerekiyor. Kapital çoğu zaman güncel bir kitap olarak okunuyor. Kitabın tabii çağımız için önemi var. Fakat [Kapital] güncel bir kitap değildir. Kapital’in birçok kısmı, Marx’ın çağdaşlarını hedefe oturttuğu siyasi bir içeriğe sahiptir. Örneğin Kapital’in birinci cildinin ilk üç bölümünde yer alan değer biçimi ve para analizinde Marx katî suretle Proudhon karşıtı bir kuram ortaya koyar. Marx bunu 1859’da “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” ile zaten yapmıştı.

Ne var ki 1860’ların başlarında Marx, Bailey’nin Ricardo eleştirisini okurken bu ilk yaklaşımının zayıflığını gördü. Dolayısıyla Kapital’de yer alan değer biçimi ve para analizinde üç hattın kesişimini görürüz: Ricardo’nun eleştirisi, Bailey’e karşı savunma ve Proudhon’a karşı saldırı. Marx tabii ki kapitalizmde değer ve parayı analiz etmek ister fakat bunu kendi çağının belirli bilimsel ve siyasi tartışmalarına, daha doğru bir ifadeyle, ciddiye aldığı tartışmalara dayanan belirli bir çerçeve içinden yapmıştır. Vurgulamak istediğim ilk şey, Marx’ın analizini daha iyi anlayabilmek için bağlama bakmak.

İkincisi, Marx’ı geniş anlamda bir insan olarak görmemiz gerekiyor. Yazdıklarını okurken kendisi bizim için bir kuramcıdır. Çoğu zaman kuramsal savlarının dayandığı mantığa odaklanırız. Ama Marx yıllar boyunca bir gazeteci olarak da çalışmıştır. Yüzlerce gazete yazısı yazmıştır. Kendisi ayrıca siyasal bir eylemci, yaşamının farklı evrelerinde farklı seviyelerde bir militandı. Kimi zaman çok etkin, eylemcilik için olanakların kısıtlı olduğu kimi zamanlarda da oldukça sessizdi. Fakat eylemcilik daima mevcuttu. Bu üç bileşeni bir araya getirmemiz gerekiyor: Kuramcı Marx, gazeteci Marx, militan Marx. Benim esas amacım bu; yani, bu üç parçayı bir araya getiren yeni bir Marx kavrayışına katkı yapmak.

Marx’ın anlaşılma biçimine yeni ne getirdiğinizi anlatın bize. Siz, örneğin Marx’ın ilk gelişimi ve Hegel felsefesi arasındaki ilişkiye dair yeni ne keşfettiniz?

Marx’ın çok önce yazdığı metinlerin gerçekten ilginç yeni yanları olduğunu düşünüyorum.

Bulduğum bu yeni yanlar, Hegel ve Marx arasındaki ilişkiye dair eski kanıları sorguluyor. Bence bu ilişki sadece Marx’a baktığımızda değil Hegel’e de baktığımızda çoğu zaman varsayıldığından daha karmaşık. Hegel’e dair çoğu Marksist aşırı basit bir bakışa sahip olagelmiştir. Fakat eğer belli bir ilişkiyi anlamak istiyorsanız ve bu ilişkinin iki ucundan biri aşırı basitleştirilmişse ilişkiyi asla bütünüyle kavrayamazsınız. Bu yüzden Hegel ve Marx’ın beslendiği diğer kaynaklarla oldukça uğraşmam gerekti. 

Bunu biraz daha detaylandırın lütfen. Örnekleyebilir misiniz?

Hegel’e geleneksel bakış şöyledir: Hegel bir idealisttir, sözde Alman İdealizmi’nin önde gelen temsilcilerinden biridir. Fakat, Walter Jaeschke’nin 2000 tarihli güzel bir makalesi vardır ki burada “Alman İdeolojisi” adlandırmasının ne zaman ortaya çıktığını sorgular. Yanıt: 1860’larda! Alman tarih felsefesinde inşa edilmiş bir şeydi bu! Yaptığım biyografi çalışmasında 1840’lardan iki ansiklopedi kullandım. Her ikisi de Kant ve Fichte’nin şüphesiz idealist olduğunu, Hegel ve Schelling’in ise olmadığını söylüyordu. Uzun süredir kabul edilen bu materyalizm-idealizm ilişkisi üzerine gerçekten tekrar düşünmemiz gerekiyor.

Marx’ın [Doktora] Teziyle birinci ciltte ilgileniyorum. Bu tezin hâlâ idealist olup olmadığı veya ne kadarının materyalist olduğuna ilişkin geçmişte çok tartışma dönmüştü. Soruyu bu şekilde sormak bence materyalizm ile idealizm arasında coğrafi bir benzetmeye dayanan bir ilişki varsayıyor. Sanki idealizm ve materyalizm diye iki şehir var ve birinden diğerine yolculuk ediyorsunuz ve ne kadar yol geldiğinizi soruyorsunuz. Ben materyalizm ve idealizm kavramlarının alışılagelmiş kullanımlarını sorgulardım.

Hegel’in eserlerindeki din ve felsefe ilişkisi, Genç Hegelcilerin bunu yorumlama biçimi ve ardından Marx’ın müdahaleleri ve [Marx’ın] Bruno Bauer ile ilişkisi nasıl bir rol oynadı?

Dinin felsefeyle olan ilişkisi 1830’larda çok tartışılmıştır. Marx’ın bir öğrenci olarak büyüdüğü, düşüncelerini içerisinde oluşturduğu ortam buydu. Din ve felsefe üzerine yapılan tartışmalar temelde siyasiydi. Bu çok önemli. Din tartışmasının siyasi tartışmanın maskesi olduğu, o kadar ki siyasal eleştiriye cesaret edilemediğinde din eleştirisiyle başlandığını okuyoruz zaman zaman.

Fakat bu görüş tamamen yanlış. Din eleştirisi, kendini genel kültürel anlamda değil fakat devlet tarafından örgütlenen Protestan Hıristiyanlığındaki gibi Hıristiyan bir devlet olarak tanımlayan bir devlette siyasi bir konudur: Rahipler devlet görevlisiydi. 1840’ın siyasi eleştirisi bu tartışmaların başarısızlığının sonucuydu.

Genç Hegelciler ilk başta, ilerici bir devlet olarak gördükleri Prusya devletine yardım etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Ne var ki Prusya devleti onların yardımını kabul etmedi. Prusya devleti bunun yerine gerici dinî grupların müttefiki oldu. Bu gerçek sayesinde Genç Hegelciler devletin karakteriyle ilgili bir şey öğrendiler. Dolayısıyla, farklı seviyelerde olmakla beraber, din ve devlet arasında çok sıkı bir bağ var. Din tartışmaları başlı başına siyasidir. Bu bir seviyeydi. Genç Hegelcilerin bu tartışmalar sırasındaki öğrenme süreci bir diğer seviyeydi.

Hegel’e dair bir hayli ilginç şeyler var. Dinin felsefesindeki yeri neydi? Mantık veya Tinin Görüngübilimi gibi başlıca felsefi eserlerinde Hegel, felsefe ve dinin aynı içeriğe sahip olduğunu, tek farkın sunum biçiminde olduğunu savunur. Bu düşünceye baştan şüpheyle yaklaşmalıyız, zira Hegel de aynı şekilde bir biçim kuramcısıydı. Biçim-farkları Hegel için çok önemli, hâl böyleyken şimdi durmuş “Eh, sadece biçim farklı” diyor.

Bu ne demek?

1830’larda muhafazakârlar Hegel’i açık açık söylemeye cesaret edemeyen gizli din düşmanı olmakla suçluyorlardı. Onlara göre Hegel dini felsefede eritiyordu. Öte yandan Hegel dine çok taviz vermekle, felsefeyi dine çevirmekle de suçlanmıştı. Ardından Hegel’in din felsefesiyle ilgili elyazmalarını derleyen ve Hegel’in hamlesinin bir çeşit çifte gizleme olduğunu söyleyen Bruno Bauer geliyor, ki bunu ikinci ciltte tartışacağım. Hegel kendisini önce gizli bir panteist olarak sunuyor ve bu farklı yorumlara kapı aralıyor. Fakat Bauer’e göre Hegel aslında bir ateist. Bauer bazı konularda muhafazakârlarla aynı yerde duruyor, fakat onların dilinde Hegel eleştirisi olan şey Bauer’e göre Hegel’in erdemi.

Peki ya Hegel’in Görüngübilim’de güzel ruh olarak romantik geleneğe yaptığı eleştiri ve Marx’ın Hegel felsefesine geçişi [Übergang]? Bu mesele üzerine biraz durabilir misiniz, zira ben Hegel’in özel olarak güzel ruh eleştirisi ve Marx’ın Hegel’in fikirlerini benimsemesi arasındaki bağlantının kurulmadığını düşünüyorum.

Marx’ın Hegel felsefesine geçişi zor bir konu çünkü bu konuda neredeyse hiç belge yok. Elimizde Marx’ın şiirleri ve babasına, bir yandan şiir denemelerini bıraktığını diğer yandan da halihazırda Hegel’e yöneldiğini yazdığı mektubu var. Marx’a ait başka hiçbir belge ne mektup ne günlük ne de bir üçüncü bir tarafa ait belge yok. Dolayısıyla dikkatli olmak zorundayız.

Benim vurguladığım şey, Marx’ın şiir denemelerini ve kariyer olarak bir şair olma fikrini bırakmasının bu konuda yetenekli olmadığını fark etmesi nedeniyle olduğunu (Marx biyografisinde) söyleyen Franz Mehring ile başlayan bilindik anlatının açıkça yanlış olduğu. Marx hiçbir şekilde yetenekten bahsetmiyor, kötü bir oluşa [Sein] iyilik namına [Sollen] karşı çıkmak anlamında idealist olduğundan bahsediyor şiirlerinin. Bununla devam etmek istemiyor. Şiirlerinin felsefi eleştirisini ortaya koyuyor.

Aynı dönemde yani 1837 bahar ve yazında Marx, Hegel okuyor. En başta Hegel’i beğenmiyor, Hegel’i Schelling’in fikirlerinden yardımla reddetmek istiyor ve bir alternatif ortaya koymayı deniyor. Ama neticede Marx, Hegel’den kaçamıyor.

Bu iki olay arasında öncelikle bir zamansal örtüşme var. Tesadüf eseri de olabilir tabii ki. Ama Marx’ın şiirlerinde eleştirdiği bir başka tesadüf yani kötü oluş ve olması gereken arasındaki karşılaşma da var. Hegel’in Romantiklere yaptığı eleştirinin önemli bir parçasıydı bu. Tekrar ediyorum, bu tesadüfen olmuş da olabilir. Yine de ben Marx’ın Hegel’in bu eleştirisini okuduğunu ve bu eleştiriyi şiirsel imgelemine yansıttığını düşünüyorum. Özellikle Tinin Görüngübilimi’nden, bu dönemin genç şair Marx’ı ile oldukça örtüştüğünü düşündüğüm bazı alıntılar yapıyorum. Bunları kesinlikle okuduğunu ve güzel ruh olarak kendisiyle tartıştığını falan kanıtlayamam, fakat Hegel’den bu eleştiriyi almış olması kulağa mümkün geliyor. Şiirsel fikirlerin bırakılıp Hegel felsefesinin kabul edilmesi aynı sürecin iki aşaması gibi duruyor. Bunu iddia ediyorum. Bu bir iddianın ötesine geçemez zira bunu kanıtlayacak herhangi bir belgemiz yok.

Sağlam bir varsayım zemini bu.

Evet, bu bir varsayım ve belki birilerinin tüm bunları farklı bir biçimde açıklayacak güçlü savları vardır. Sorun değil. Bunu tartışmaktan mutluluk duyarım. Marx’ın Kapital’e yazdığı önsözün sonunda söylediği gibi ben de her türlü bilimsel eleştiriye açığım.

Bruno Bauer noktasında ‘özbilinç’ sorunu hem kendi çalışmalarında hem de Marx’ın Tezinde sahip olduğu yer açısından oldukça ilginç duruyor. Ayrıca, Feuerbach’ın rolü, yaptığı Hıristiyanlık eleştirisi ve Hegel ile ilişkisi de. Marx ve Feuerbach ilişkisi bu dönemde nasıl bir resim çiziyor?

Marx ve Feuerbach ilişkisini biyografinin ikinci cildinde ele alacağım. Birinci ciltte çoğunlukla Marx ve Bauer ile uğraştım. Fakat sunumumda Marx biyografilerinde çoğu zaman yapılandan oldukça farklı bir şey yaptım. Çoğu zaman erkenden Feuerbach veya Bauer tanıtımı yapılıyor. Marx Bauer ya da Marx Feuerbach ilişkisini sorunsallaştırmadan kişinin tüm entelektüel gelişimini anlatıyorlar.

Böylece çok önemli detaylar kayboluyor. Ben Marx’a ve belirli bir zamanda neyle uğraştığına odaklanıyorum. İlk cilt Marx’ın Tezi ile bitiyor ve [Marx’ın] çalışmalarında kullanmış olabileceği şeylerle çok uğraştım. Birinci ciltte Feuerbach’a ait Hıristiyanlığın Özü’nü incelemedim çünkü bu eser 1841 yazında yayımlanıyor. Marx, doktora tezini aynı yılın ilkbaharında teslim ettiğinden bu eserden zaten etkilenmiş olamazdı. Feuerbach’ın sadece Arnold Ruge’nin Yıllıklarında yayımlanan makaleleri bu dönemde Marx’ı etkilemiş olabilirdi. Bu nedenle yalnızca onları tartışıyorum. Aynı şey Bruno Bauer için de geçerli, onun Die Posaune des Jüngsten Gerichts über Hegel den Atheisten und Antichristen adlı ünlü eseri 1841 Ağustos’unda, Marx’ın Tezinden sonra yazılmıştı.

İkinci ciltte, Marx’ın Bonn’da geçirdiği dönem ve Ren Gazetesi’ne [Rhenanian Newspaper] doğru attığı adımlarla ilgileneceğim. Bu dönemde Feuerbach ve Bauer önemli ilerlemeler kaydetti, ben de bunun etkilerini tartışıyorum. Marx ve Bauer arasındaki bağlantı çok değişiyor. 1842’nin ilk aylarından önce Bauer ve Marx sıkı sıkıya bağlı ve ortak projelere sahip; fakat 1842’nin sonunda bir ayrışma oluyor: siyasal, bilimsel ve kişisel bir ayrışma. Marx, Ruge ve Feuerbach’a yaklaşıyor. Bu neden oldu? Neyin etkisi oldu? Bunları ikinci ciltte tartışıyorum.

Peki ya ‘özbilinç’ ve Marx’ın tezinde Hegel’in tarih felsefesiyle ilişkisi, Stoacılar ve antik düşünürlere ilişkin yaptığı okumalar?

Hegel’in Felsefe Tarihi Üzerine Dersler’i [Lectures on the History of Philosophy] Marx’ın Tezi için önemli bir başlangıç noktası, fakat Epiküros’a verilen önem Hegel’in düşüncelerinin halihazırda bir eleştirisi.

Özbilinç [Selbstbewusstsein] kavramı çok önemli fakat aynı düşünür için bile değişik zamanlarda çok farklı anlamlara geliyor. Kavramı Hegel’de, Görüngübilim’de ve çok öne çıkmadığı Ansiklopedi’de görüyorsunuz. Bu, Hegel’in Din Felsefesi Üzerine Dersleri’nde çok önem kazanır ve Hegel felsefesinin bu yanına dair tartışmalar 1830’lardaki tartışmalara egemen olduğu için kavram herkes tarafından bilinir oldu. Ardından Bauer ve diğer Genç Hegelciler kullandı. Bauer’de belli bir şekilde gelişti ve oldukça geniş ve kapsamlı bir kavram halini aldı.

Bauer’in Marx’ı nasıl etkilediğine ilişkin de bir tartışma var. Aynı özbilinç kavramını mı kullanıyorlardı? Ne var ki Bauer’de kavram zaman içinde bile aynı kalmadı. Tezinde Marx, kavrama karşı oldukça dikkatliydi. Bauer ise bilakis, kavramı doldurdukça doldurmuştu. Tezinden sonra kavram Marx için giderek önemsizleşmişti ki bu, aralarındaki ayrışmanın nedenlerinden biri olabilir. Fakat birkaç düzeyde ayrışıyorlardı. Bu ayrışmaların çeşitli nedenleri vardı.

 

Peki tezdeki Ruge eleştirisi?

Bu eleştiriyi Marx; Hegel’in, felsefesini kimi siyasi baskı ve siyasi durumlarla uyumlu hale getirdiği düşüncesine dayanarak türetmiştir. Bu çok yüzeysel bir saldırı. Marx için ilginç olan felsefeyi uyumlu hale getirebilmeyi sağlayan şeyin ne olduğu. Açıklamayı derinleştirmemiz gerekiyor. Mesele bu olduğu ölçüde Tezdeki genç Marx analitik becerilerinin kendisinden daha yaşlı ve tecrübeli Arnold Ruge’den yer yer daha iyi olduğunu gösteriyor. Ne var ki bu teorik bir fark ve çok da belirgin bir fark değil. Bence yaşarken basılmadığı için okuyamadığı eleştiriyi okuma fırsatı bulsaydı Ruge da katılırdı. Fakat siyaseten, Marx ve Ruge yakınlaşmış ve beraber Alman-Fransız Yıllıkları’nı yaratmışlardı.

Peki ya tezin, örneğin Marx’ın bir yandan liberalleri tartıştığı diğer yandan pozitif felsefecileri tartıştığı siyasal boyutu. Bu, Genç Hegelciler ve takip eden ayrışmalara yapılan bir gönderme değil.

Bu çok ilginç bir nokta. Marx, Genç Hegelciler ve Yaşlı Hegelciler diye bir ayrım yapmıyor, ki bu ayrımı ben de ilk ciltte sorguluyorum. Belki de bu fark esasen Marx’ın zamanında ve çağın kavramları kullanılarak inşa edilmişti. Fakat her şey o kadar net değil. Marx, liberallerden bahsederken bence Genç Hegelciler de bu ekibe dahil ediliyor. Ekibin kendisiyse Genç Hegelcilerden büyük. Sözde Yaşlı Hegelcilerin bazıları da bir anlamda liberaldi. Ve Marx’ın eleştirdiği öteki kutup olan pozitif felsefe, ünlü bir makalesinde Feuerbach tarafından kullanılan bir kavramdı; bunlar belli Hegelci kategorileri oldukça geleneksel dini bir düşünme biçimiyle birleştirmeye çalışarak kullanıyorlardı. Marx bunları çağının tartışmalarındaki karşıt iki ana eğilim olarak görmüş ve eleştirisini her ikisine de yöneltmişti. Bundan ayrıca Marx’ın kendisini bir Genç Hegelci olarak tanımlamadığını çıkarsayabiliriz. Bence o, bu erken dönemde kendisi ve Genç Hegelciler arasında zaten bir fark olduğunu göstermeye çalışıyordu.

Bu, Marx’ın biyografisini yazanlar tarafından geçmişte yapılan varsayımların birçoğu ile ters düşmüyor mu?

Evet, bu çok baskın bir düşünce ve itiraf edeyim ben de geçmişte böyle düşünüyordum. Hâkim varsayım Berlin’de genç bir öğrenci olan Marx’ın Genç Hegelcilere katıldığı, ardından Feuerbach’tan etkilenerek belki de 1843’te Genç Hegelcilere yönelik bir eleştiri geliştirdiği. Başka birçok örnekte olduğu gibi dönemin belgelerini araştırırken yakından ve dikkatle baktığınızda bu görüşün fazla basitleştirilmiş olduğunu öğreniyorsunuz. Çalışmam sırasında tekrar ve tekrar öğrendiğim şey bu.

Ne kadar da Sokratik! Bilmediğinizi öğreten bir ders.

Birçok düşünce fazla basitleştirilmiştir. Onları sorgulamayı öğrenmeniz gerekir.

Bu anlatıyı reddederken bu açıklamanın, Marx’ın Genç Hegelcilerle arasına mesafe koymasıyla ilişkili ne tür siyasi yansımaları var? Bu, Marx’ın kavrayışını bu dönemde nasıl değiştiriyor?

Sanıyorum bunun sonucu Marx’ın tipik Genç Hegelcilere katılmaması oldu. Berlin’deki Hürler [Berliner Freien] ve Marx’ın Ren Gazetesi’nde yaptığı şeyler arasında bir çatışma vardı. 1841’de bile Marx’ın tamamen bir Genç Hegelci olmadığını ve onlarla arasında siyaseten önemli bir mesafe olduğunu akılda tutarsak bu çatışmaları anlamak kolaylaşır. Dolayısıyla bu mesafenin artması şaşırtıcı değil. Eğer Marx’ın bir Genç Hegelci olduğunu söylüyorsanız şu soruyu sormanız gerekir: “Tamam, Marx’ın gelişimi 1842’de bile halihazırda diğer Genç Hegelcilerden neden farklıydı?” Olağan açıklamalar “Marx siyasetle uğraşıyordu ve bu boş spekülasyonlardan hoşlanmıyordu” şeklinde. Fakat bu kesinlikle doyurucu bir açıklama değil. Ne var ki bunu birçok Marksist söylem içinde bulabilirsiniz! Bir şey oluyor. Fakat neden oluyor? Olağan cevap: Çünkü Marx siyasetle ilgileniyordu ve kavramların işe yaramadığını gördü! Bu bir açıklama değil sorundur. Çalışmaz olarak neyi gördü? Ve neden? Neden diğerleri de bunu göremedi? Onlar da siyasetle uğraşıyordu. Umarım benim anlatım durumu biraz daha açıklığa kavuşturacak.

Aklımızda şiddetle bağımsız bir düşünür olarak Marx imajı canlanıyor. Ama neden? Hukuk eğitimi gibi düşüncesinin diğer yanları geçmişte çok hesaba katılmamış gibi.

Marx’ın hukuk eğitimi çoğu zaman önemsiz görülmüştür. Bunun nedeni 1859 tarihli Önsöz’de Marx’ın, okurlarına kendini özyaşamöyküsünden kısaca bahsederek sunması. Hukuk okuduğunu fakat asıl ilgisinin felsefe olduğunu söylüyor, dolayısıyla insanlar onun hukuku derinlemesine çalışmadığını düşünebilir. Bununla birlikte katıldığı derslere baktığınızda hukuku çok ciddiye aldığını ve özellikle 1842 ve sonrasında Ren Gazetesi için yazdığı makalelere baktığınızda hukuk eğitimi aldığını görebilirsiniz. Argümantasyon şekli iyi bir hukuk bilgisine sahip olduğunu ve bu bilgiyi iyice kullanabildiğini gösteriyor. 1848’de devrim sırasında Marx iki defa mahkemede bile tartışmıştı. Bir kez kendisi ve bir kez de Yeni Ren Gazetesi [New Rhenanian Newspaper] devlet otoritesine zarar vermekle suçlanmıştı. Marx devlet tarafından yapılan suçlamanın aslında hukuk çerçevesine oturmadığını göstermek için hukuki ve siyasi savları zekice birleştirmişti. Marx her iki davayı da kazandı: bir avukat olarak yüzde yüz başarı oranı vardı!

Marx’ın içine doğduğu dünya, Fransız Devrimi sonrası Ren bölgesi, sosyal ve ekonomik bağlam gibi olumsal koşullar Marx’ı Marx yapan şeyi açıklamada ne kadar önemli?

Marx’ı etkileyen ilk şeylerin ona nasıl işlediğini gösteren hiçbir belgeye an itibariyle sahip olmadığımızı söylememiz gerekir. Ren bölgesi hakkında yapılmış bir sürü çalışmaya, babasının faaliyetleri ve okuldaki öğretmenleri hakkında birkaç belgeye sahibiz. Fakat kendisini neyin etkilediğini, gördüğü şeyleri ve/veya gelişimini kesin olarak şekillendiren şeyleri Marx’ın bizzat anlattığı hiçbir günlük veya mektup yok. Dikkatli olmamız gerekiyor.

Şöyle düşünün: Kendi biyografimize, bizi etkileyen şeylere, bizi biz yapan şeylere, solcu olma nedenimize baktığımızda çoğu zaman çocuklukta bazı olaylar vardır. Siz gençken belki de sizi etkileyen bir öğretmen, şu veya buna gözlerinizi açan bir arkadaş ya da sizi etkileyen bir kitap vardı. Bunların hepsi ancak zaman geçtikçe ayırdına varabildiğiniz belli toplumsal koşullarda ve belli bir söylemsel çerçeve içinde gerçekleşti. Marx için de bunların hepsinin geçerli olduğunu düşünüyorum. Çevreye ve özellikle Ren bölgesine özgü koşullara ilişkin bütün bilgileri toplamaya çalıştım. Ren bölgesi yirmi yıl Fransızlar tarafından yönetildikten sonra Prusya’nın yeni bir bölgesi olmuştu. Yurttaşların hukuken eşit olduğu, görece liberal bir yerdi. Prusya’nın geri kalanı oldukça muhafazakâr hatta ve hatta yarı feodaldi. Eğer Marx aynı ailenin çocuğu olarak Berlin’de doğmuş olsaydı, bunun kesin bir etkisi olurdu.

Marx’ın Yahudi kökenine ilişkin şunu söyleyebilirim, diğerlerinin aksine Marx’ta Yahudilik kayda değer bir etki bırakmamıştır. Babası zaten Yahudilikten uzaklaşmıştı, bir liberal ve Aydınlanma taraftarıydı. Bu düşüncelerle genç Karl’ı etkiledi. Marx’ın okuldaki öğretmenlerinin çoğu Aydınlanma fikirlerinden etkilenmişti. Marx daha mektepliyken (daha sonra kayınpederi olacak) Ludwig von Wesphalen’i ziyaret ederdi çünkü oğlu Edgar Marx’ın okuldaki en yakın arkadaşıydı. Ludwig von Westphalen de Aydınlanma çerçevesinin bir parçasıydı. Bu etkiyi ilk kez Marx’ın lisede yazdığı kompozisyonda görüyoruz.

Yahudilerin durumu hakkında da yazıyorum yine de çünkü ailenin vaftizi literatürde kimi zaman bir odak noktası olarak karşımıza çıkıyor fakat Marx’ın devrinde vaftize anlam kazandıran toplumsal koşullar çoğu zaman göz ardı ediliyor. Marx’ın çoğu zaman anti-Semitik bir metin olarak görülen Yahudi Sorunu makalesi nedeniyle Yahudi kültürü ve anti-Semitizm tartışmasına ikinci ciltte devam edeceğim. İlk ciltte, özellikle Orta Çağ ve erken modern dönem Yahudi karşıtlığı [anti-Judaism] ile 19. Yüzyıl anti-Semitizmi arasındaki farkla birlikte, etnik [völkisch] anti-Semitizm ve ırkçı anti-Semitizm ayrımına da odaklanarak esasları vermeye çalışıyorum. Marx’ta, örneğin mektuplarında, Yahudilik karşıtı ifadeler ve basmakalıplar bulabileceğimizi fakat Yahudi Sorunu’nda bulamayacağımızı göstermeye çalışacağım.

Biyografisi üstüne çalışırken; Marx’ın, kişilerin olduklarını düşündükleri şeyleri değil oldukları şeyleri değerlendirmemiz gerektiğini söyleyen adamın, olduğu kişi ve olduğunu söylediği kişi arasındaki bu ayrıma ilişkin örnekler var mıydı?

Bu zor çünkü Marx’ın kendi hakkında söylediği şeyleri her zaman peşinen kabul edemezsiniz. Kime, neyi söylediğini daima aklınızda bulundurmak zorundasınız. Bir yayıncıya, güvendiği bir yoldaşa veya çok da güvenmediği bir müttefike söylediğinden farklı şeyler söyler. Kendi hakkında söylediği şeyler duruma göre değişir. Marx’ın sıkı bir öğrenci olduğunu da aklımızda tutmak zorundayız. Bütün yaşamı boyunca öğreniyor, dolayısıyla artık benimsemediği eski görüşleri kolaylıkla kenara atabiliyordu. Yeni bir şey öğrendiğinde “Bu yeni bir boyut, bunu bilmiyordum, aklımda bu yoktu, bu yüzden bu konuyla ilgili daha önce yazdıklarımı savunmaya devam edemem” derdi. Kendini eleştirirdi. Kendi hakkında söylediklerini de eleştirirdi ve konumu değişirdi. Öyle bir iki değişimden bahsetmiyoruz. Birçok değişim var. Örneğin üçüncü ciltte Marx’ın Avrupa-merkezciliği sorununu ortaya koyuyorum. 1850’lerdeki Marx’ta, New York Daily Tribune’da İngiliz Hint politikası hakkında yazdığı yazı ve makalelerde Avrupa-merkezci bir konum açıkça bulabilirsiniz. Fakat bu Avrupa-merkezci konum, yeni deneyimler ve yeni yazılarla beraber yavaşça değişiyor. Konumunu sıklıkla açıklamıyor fakat dediklerini ve ifade ettiklerini yorumladığınızda bunun değiştiğini kabul etmek zorunda kalıyorsunuz.

Peki ya Almanya’daki siyasi hareketler? Gesellschaft für menschenrecht ve Georg Büchner’in Komünist Manifesto öncesi yazdıkları üzerine konuştuğunuz kısımları çok etkileyici buldum.

Her ne kadar erken ölmüş olsa da Georg Büchner, Komünist Manifesto’yu tartıştığım zaman karşımıza çıkacak bir başka kişi. Komünist Manifesto’yu Büchner’e ait 1834 tarihli Hessenli Ulak [The Hessian Courier] ile karşılaştıracağım. Bu, Komünist Manifesto’dan sadece on üç yaş büyük ve Marx muhtemelen bunu hiç okumadı. Marx’ın Komünist Manifesto’da yaptığı yeniliği görmek için metinleri karşılaştırmanın, söylenmesi halihazırda mümkün olan şeyleri görmek açısından kullanışlı olduğunu düşünüyorum. Benim çalışmamda bu temel bir ilke. Böyle metinlere sadece mevcut bilgimiz ve bilincimizle yaklaşırsak onları anlayamayız. Dönem için normal olan şeyler gibi dönem için yeni olanı da anlamak için çağın referans noktalarına bakmalısınız. Bugün çağının ötesine geçmiş ünlü bir şair olarak bilinen Georg Büchner, mektuplarında özellikle görüldüğü üzere aynı zamanda çok zeki bir devrimci (ki bütün devrimcilerde olan bir özellik değildir) ve keskin, şaşmaz bir gözlemciydi. O gerçekten kusursuz bir referans noktası.

Bu dönem radikal siyasi hareketler bütün Almanya’da oldukça soyutlanmış durumdaydı. Yine de 1848 devrimi öncesinde Alman devletlerinin acımasızca bastırdığı eylemler ve mücadeleler oluyordu sürekli. Bu eylemleri ve halkın artan hoşnutsuzluğunu akılda tutarsak 1848 devriminin süratle yayılması şaşırtıcı gelmez. Fakat devrimin yenilgisiyle siyasal ve söylemsel durum tamamen değişti. Militarist Prusya, hegemonik güç haline geldi ve eski devrimcilerin birçoğu Almanya’nın Prusya önderliğinde birleştirilmesi sürecinin destekçisi oldu. Marx ve Engels gibi gerici Alman devletleriyle uyuşmak istemeyen diğer devrimciler ise sürgüne gitmek zorunda kaldı. 1848 devriminin yenilgisi Alman tarihi için olduğu kadar Marx’ın biyografisi için de bariz bir dönüm noktasıdır. Ne var ki bu konularla biyografinin üçüncü cildinde ilgileneceğim.

 

Kaynakça:

Marx, Karl (1981), Capital, Volume 3, (trans. David Fernbach), London: Penguin. [Türkçesi: Marx, Karl (2017), Kapital, Üçüncü Cilt, (çev. M. Selik & E. Özalp), İstanbul: Yordam]

Sperber, Jonathan 2013, Karl Marx: A Nineteenth Century Life, London: W. W. Norton & Company. [Türkçesi: Sperber, Jonathan (2014), Karl Marx: 19. Yüzyılda Yaşanmış Bir Hayat (çev. Gül Durna), İstanbul: İletişim]

Stedman Jones, Gareth (2016), Karl Marx: Greatness and Illusion, London: Allen Lane.

Wheen, Francis (1999), Karl Marx: A Life, London: Forth Estate. [Türkçesi: Wheen, Francis (2009), Karl Marx (çev. Gül Çağalı Güven) İstanbul: E Yayınları]

 

[1] Wheen 1999.

[2] Sperber 2013.

[3] Stedman Jones 2016.

[4] Marx 1981, s. 970. Çeviri düzenlenmiştir.

 

Metnin İngilizce Aslı: Roso, Darren (2018), Interview with Michael Heinrich, Historical Materialism, https://www.historicalmaterialism.org/interviews/interview-with-michael-heinrich (son erişim: 05.06.2021)

Çeviren: Deniz Ekim

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...