Açıkça görülüyor ki Marksist devlet eleştirisi solun birçok kesiminde bir kez daha itibarsız durumda. Bu itibarsızlaşma kimi zaman ulus-devletle toptan kurulan özdeşliği maskeliyor (örneğin, kimi solcuların, sınırların açılması çağrılarına karşı çıkarak daha “insani” göç kontrolü getirilmesine yönelik ve yalnızca görünüşte “sol” argümanları gizlice içeri sokmasında olduğu gibi). Fakat, bunun da ötesinde, sol içinde devletin Marksist eleştirisini “ütopik” olmakla eleştiren yeni bir “realizm” de türemiş görünüyor. Bu sav hattının, çoğu zaman post-kapitalist bir toplumda da kimi devlet hizmetlerinin korunması gerektiğini kavrayamadığı iddiasıyla devleti “kırma” metaforuna saldırdığını gözlemliyoruz. Öyleyse kötü niyetli bir itibarsızlaştırma çabasıyla değil, kimi temel kavramlara ilişkin gerçek bir entelektüel kafa karışıklığıyla karşı karşıya olabiliriz. Bu tartışmaya iyi niyetle dahil olma niyetiyle, bugün Marksizm ve devlet başlığında bir düşünce silsilesini serimlemeye başlıyorum.
I
Marx’ın devlet sorununa yaklaşımı kökten demokratik bağlılıklardan
doğmuştur. 1843 gibi erken bir tarihte Hegel’in devlet felsefesinin
eleştirisinde Marx, bizlere gerçek demokrasinin (yani radikal, doğrudan ve
katılımcı demokrasinin) “tikel olanla evrensel olanın ilk hakiki birliği”
olduğunu söyler. Gerçek demokrasiye tezat olarak, modern toplumda devlet soyut
bir sosyal kuvvet, halkın kontrolünün dışında, halkın üstünde ve ona (demosla
otoriter ve anti-demokratik bir ilişki içinde) karşı bir güçtür. Yabancılaşmış
emek (ve kapitalist toplumda değer) tahlilini önceleyen biçimde Marx, beşerî
bir yaratının -devletin- onu yaratanlar üzerinde nasıl hakimiyet kuruduğuna
odaklanır. Bu nedenle gerçek demokrasiyi devletin kaybolması olarak
tanımlar. “Modern çağda Fransızlar bunu gerçek bir demokraside devletin
kaybolacağı biçiminde anladılar”1 şeklinde yazmaktadır. Marx özgün
metinde “devletin kaybolacağı” ifadesini vurgular. Ve bu vurgu devlete karşı
gerçek devrimci sosyalist yaklaşımın kalbinde yer alır. İşçi sınıfının
kapitalizme karşı zafer kazanması siyasi iktidarın yabancılaşmasının geri
çevrilmesi, halk iktidarı olarak yeniden kurgulanması anlamına gelir. Halktan
bağımsız ve soyut güç olarak devletin sonu anlamına gelir. Kısacası “devlet
kaybolur.” Devleti parçalama ve onun yerine geçme üzerine söylenen sözlerin
temelinde bu kavrayış yatar: Devrimci sosyalist demokrasinin zaferi devletin
aşılmasına karşılık gelir. Devlete karşı kazanılan bu zafer siyasi
yabancılaşmanın yenilmesi – demosun yani halkın gücüyle parçalanmasıdır.
II: Sömürgecilik ve Savaşın Öncülleri
Marx’ın modern devlet teorisi ilk anda Hegel’in siyasal felsefesiyle eleştirel
bir karşılaşma üzerinden gelişti. Genç Marx, modern devletin özel mülkiyetin
yeni bir biçiminin egemenliğini ifade ettiğini kuşkusuz zaten kavramıştı (bkz.
odun hırsızlığı tartışmalarına dair makaleleri2). Fakat bu bakış,
kendi başına bir modern devlet teorisi henüz değildi.
Hegel’in devlet öğretisinin
önemi, bu öğretinin klasik siyasal iktisatla kurduğu kesintisiz ilişkiyle
alakalıydı. Klasik siyasal iktisat yoluyla Hegel, modern kapitalist ekonominin sistematik
olarak aşırı üretim, yoksulluk ve ucu sömürgeciliğe varan yayılmacı bir
eğilim ürettiği sonucuna varmıştı3. Hegel’e göre sömürgecilik,
kapitalist ekonomiye içkin karşıtlıkların ve çelişkilerin çıktısıydı.
Sömürgecilik, tekil bir politika tercihi olmaktan ziyade modern devlet için bir
zorunluluktu. Metnin son kısmında Hegel, modern devletin “özneliğini”
incelerken modern devletin evrensel hukuk ve dünya barışına doğru içkin bir
eğilime sahip olmadığını öne sürer. Bilakis, her devlet kendi bağımsızlığını
“diğer devletlere” karşı gerçekleştirir, ki bu da savaşı kaçınılmaz kılar4.
Başka bir ifadeyle; bu,
Hegel’e göre kapitalist dünya sistemindeki devletin kurucu bir özelliğidir.
Bunun anlamı, sömürgecilik ve savaş eğiliminin aslında modern devlete içkin
olduğudur (ki bu kabul, kapitalist devlete ilişkin bütün reformist yaklaşımlara
açıkça ölümcül bir darbe vurmaktadır).
Hegel’in devlet teorisine
ilişkin mevcut yorumunda (1843) Marx, Tüze Felsefesi’nin bu iki
bölümüyle de ilgilenmez. Fakat bunları etüt etmişttiği açıktır ve bunlar
üzerine bir sorgulama yürüttüğü neredeyse su götürmez. Ne var ki 1843’te klasik
siyasal iktisata yönelik eleştirel yolcuğuna henüz başlamamıştır ve an
itibariyle bu meseleleri sistematik bir biçimde ele alacak durumda değildir. Alman
İdeolojisi’yle (1846) bunun gerçekleştiğini görmekteyiz.
Alman İdeolojisi’nin Birinci Bölümünde tarihin materyalist kavrayışını geliştirirken Marx
devlet sorunu üzerinde kısaca durur. Burada, modern devletin kurucu
özelliklerinden birinin, onu toplumun üzerinde ve karşısında “ayrık bir unsur” kılan
form olduğu biçiminde daha önce ortaya koyduğu savını tekrar eder (ki zaten bu
yüzden hakiki demokrasinin, devletin “kaybolmasına” ihtiyaç duyduğunu iddia
etmiştir).
Ardından, burjuva siyasal iktidarının kendisini “hem
içsel hem dışsal amaçlarla” bu şekilde örgütlemeye ihtiyaç duyduğunu ekler.
Burada söylenen şeyi yakından incelememiz gerekiyor. Marx, modern devletin
kapitalist mülkiyetin sosyal iktidarını kendi ülkesi içindeki bütün ezilen
sınıflara ve diğer devletlere karşı örgütlediğini ifade eder. Modern
devlet sınıf iktidarını ve devletlerarası rekabeti ifade eder. Hegel’in
kabul ettiği gibi, devletler birçok devletin teşkil ettiği bir sistemde var
olur ve bu devletler arasındaki ilişkiler içsel olarak çatışmalıdır. Bu nedenle
dışsal zor ve şiddet, ezilen sınıflara yönelen içsel zor ve şiddet kadar modern
devlet iktidarına içkin özelliklerdir.
Bu çerçeve içinde, Alman İdeolojisi’nde daha
önceki bir paragrafta Marx, modern özel mülkiyet sisteminin “kendisini dışsal
ilişkilerinde bir ulus olarak ortaya koymak; içsel olarak devlet biçimde
örgütlemek zorunda” olduğunu yazmıştı5. Kısacası, modern devlet ulus-devlettir.
Bu devlet kendi ülkesel sınırları içinde egemen iktidarını kullanırken, diğer
ulus-devletlere karşı kendisini bir “ulus” olarak ortaya koyar. Bunun anlamı,
Hegel’deki gibi, militarizm ve savaşın modern iktidarın içkin bileşenleri
olduğudur.
Marx’ın sömürgecilik ve savaş hakkında düşündükleri
elbette bu noktada tam gelişmiş değildir. Kendisi hala, sermaye, ilkel birikim
ve dünya pazarı teorisinin gelişiminin ilk aşamalarındadır. Marx’ın ölümünden
sonra Engels çağın Avrupalı güçlerinin arasında cereyan edecek bir savaş
eğilimini fark etmeye başlayacaktı. Ve kuramsallaştırmalarındaki kimi
eksikliklere rağmen emperyalizm ve savaş eğiliminin, bir dünya sistemi olarak
kapitalizmin temeli olduğunun anlaşılması Luxemburg, Liebknecht, Lenin ve
Buharin gibilerin marifetiydi. Bu tartışmalara bir başka yazıda değinebilmeyi
umut ediyorum.
Şimdilik sol reformculuk içerisinden yirminci yüzyılda
ilk yıllarında yapılmış en gelişkin örneğin, Marx’ın savının her iki bileşeninden
de kopmuş olduğunun altını çizmekle yetinelim. Zira bu en azından belli bir
(reformcu) tutarlılık gösteriyordu.
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde kapitalist devlet
kurumlarının “sosyalist” hedefler için kullanılmasını savunurken Alman Sosyal
Demokratik Partisi’ndeki “merkez” akımın lideri Karl Kautsky, partisinin mevcut
devletin “hiçbir siyasal bakanlığının” kaldırmayacağını ilan ediyordu. Savaş
değil dünya barışı eğiliminin uluslararası kapitalizmin mantığına içkin
olduğunu iddia eden kendisine ait “ultra-emperyalizm” teorisini bununla tutarlı
olarak geliştirmişti. Bu eğilimin yüceltilen örneği, ironik olarak Amerika
Birleşik Devletleri’ydi.
Takip eden sorgulamalarla bu meseleleri detaylıca
incelemeyi planlıyorum. Bununla birlikte, şimdilik kapitalist devlete ilişkin
hiçbir tutarlı teorinin sadece ulusal seviyeye bakmakla yetinemeyeceğini tespit
etmek önemli. “Büyük D ile” Devlet, birçok devlet arasındaki rekabet göz önüne
alınarak incelenmeli. Tam da “ulus olarak” örgütlendiği için kapitalist
ulus-devlet diğer devletlere karşıt bir mantığı ifade eder. Tabi ki bu mantık,
emperyalizm ve (post) kolonyalizmle malul bir dünyayı tanımlayan sistematik
baskı ve itaat ilişkileri üzerine yükseldiği için oldukça değişkendir. Bunun
anlamı, bu ilişkilerin modern kapitalist devleti teşkil ettiği, post-kapitalist
toplum yolunda pat diye yok edilebilecek arızi özellikler olmadığıdır.
III: Bürokratik Asker Devleti, Radikal Demokrasi ve
Sosyalist Kamusallığa Karşı
Neoliberal dönemde solun büyük kısmının siyasal ufku o kadar daraldı ki
birçoğu Engels’in bir zamanlar “devlet ve devlete ilişkin her şeye yönelik
batıl bir ihtiram”6 olarak adlandırdığı şeyin esiri olmuş durumda.
Bu, kapitalist toplumda “kamusal” olarak görünen her şeyin, bunlar birer
anti-kapitalist köprübaşıymış gibi, tepkisel savunusunda ifadesini buluyor.
Burada sulandırılmış bir “sol”
düşünüş, devlet hizmetlerini sosyalizm olarak tanımlamak noktasında ana akım
medya ile birleşiyor. Örneğin, daha geçen hafta Houston Chronicle’dan
bir köşe yazarı “Birleşik Devletler’in, sosyal güvenlik ve Medicare gibi birkaç
sosyalist uygulamaya sahip” olduğunu söyledi7. Bu savın saçmalığı
ayan beyan ortada. Bununla birlikte, görülüyor ki bu saçmalık sol tarafından
daha fazla veri kabul edilemez.
Örneğin, bir eleştirmen devlet eleştirim ekseninde benim kapitalizm içinde
yarı-kamusal sağlık hizmetlerine mantıksal olarak karşı çıkmam gerektiğini
ifade etti. Bu iddianın saçmalığı beni bariz olması gereken şeyi söylemeye
itiyor. Her sosyalist kapitalist toplumda hayatı yoksullar ve işçiler için
biraz daha çekilebilir kılan destek programlarını (eleştirel olarak) değerli
bulur. Fakat bizler bunu, benzer uygulamalar ve sosyalist kazanımları asla
karıştırmadan yapabiliriz. Bu kafa karışıklığından modern devletin içsel olarak
anti-demokratik formunu vurgulayarak uzak dururuz. Bu, bize gerçek kamusal
denetimi devlet mülkiyeti ve yönlendirmesinden kesin bir biçimde ayırt etme
imkânı verir.
Burada Marx’ın 1852 tarihli
metni Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde ortaya koyduğu görüşlerin
izini takip ediyoruz. Bu birçok düzeyde kritik öneme sahip bir çalışma. Fakat
ben sadece Marx’ın modern devletin boğucu derecede bürokratik niteliği üzerine
yaptığı analize odaklanmak istiyorum. Gerçekten de bu analiz hattı içinden Marx,
siyasal iktidarın kapitalist forumunun “kırılması” fikrini ortaya atıyor.
“BU KORKUNÇ ASALAK YAPI”
18 Brumaire’in yedinci bölümünde Marx dikkatini, bir işçi isyanını (1848)
kısa zaman önce bastırmış ve Louis Bonaparte’ın (Napoleon Bonaparte’ın ikinci
kuşaktan yeğeni) başını çektiği 1851 darbesiyle konsolide olmuş Fransa’daki
kapitalist devletin karakterine çeviriyor. Marx, bu devletin yürütmenin eline
muazzam bir iktidarı nasıl verdiğine işaret ediyor. Ardından Marx bu “usta işi devlet
mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusunun yanında bir
ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile muazzam askeri ve bürokratik örgütü”
yere vuruyor. Bu asker ve bürokratların devlet başkanı ve ona bağlı yürütme
unsurları dışında hiç kimseye hesap vermediğini gözlemiyor Marx.
Marx bu devletin halkın sosyal yaşamını boğduğunu ilan ediyor. “Fransız
toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan
korkunç asalak yapı” şeklinde tanımlıyor bu devleti. Bu yapıların on sekizinci
yüzyıl mutlak monarşisi altında doğduğunun altını çizerek Fransız
burjuvazisinin bu bürokratik-askeri devlet formunu ele geçirip
“mükemmelleştirerek” kapitalist amaçlarıyla uyumlulaştırdığını vurguluyor.8
Peki, okul ve üniversitelerden köprü ve kamu mülkiyetindeki demiryollarına kadar bu devlet tarafından üstlenilen kamusal işlere ne demeli? Marx bunları ilerleme olarak görmüş olmalıydı sanki? Tam tersi. Marx bütün bunların halkın çıkarlarından koparılarak, bunların halktan yabancılaştırıp devlet bürokrasisinin eline verilmesiyle teşkil edildiğini vurgular. Sonuç olarak "
Bu “kamusal” hizmet ve
girişimleri romantize etmek yerine Marx bunların yabancılaşmış formuna vurgu
yapıyor. Bu devlet faaliyetleri “toplumun üyelerinin kendi faaliyetlerinden
çalınmıştı.” Bunlar, ortak işletilen
topraklar, okullar ve üniversiteler; demokratik, toplumsal kontrole tabi olan
kamusal hizmetler değildir, bunların hepsi “halkın ortak çıkarlarından”
kopartılmıştır. Burada Marx devlet mülkiyeti ve ortak mülkiyet arasında keskin
bir ayrım yapar. Bunlardan ikincisi halka ait ve halkça düzenlenen toplumsal
mülkü temsil eder. Diğer yandan modern devlet tarafından işletilen “kamusal”
hizmetler ve girişimler, halkın gerçek bileşenlerinin demokratik hayat
damarlarını kesen bir bürokrasi tarafından kontrol edilir.
“KIRMAK YERİNE”
Modern hükümetin modern bürokratik mekanizmasının yabancılaşmış karakterini
analiz ettiği bu bağlamda Marx devleti “kırma” fikrini ortaya atar. Marx,
1789’dan beri “devrimlerin hepsi bu makineyi kıracakları yerde, mükemmelleştirdiler”
demektedir. 1830 ve 1848’in büyük ayaklanmalarında bütün taraflar “bu heybetli
mabedi ele geçirmeyi” hedeflemişti.
Fakat Marx, kendi sosyalizm
kavrayışı kökten demokratik olduğundan bir işçi devriminin sadece bürokratik
devleti “ele geçirmeyi” hedeflediği sürece başarılı olamayacağını biliyordu10.
Böyle bir devletin anti-demokratik yapıları, toplumsal ve siyasal hayatı baştan
aşağıya demokratikleştirmek için atılacak bütün adımları engelleyecekti, tabi
ki bunu önce askeri yapılar engellemezse. İşte bu yüzden modern devletin
bürokratik ve askeri yapıları parçalanmak, aşılmak, “kırılmak” zorundaydı.
Burada kısaca iki noktaya
değinmek istiyorum. Öncelikle, gelecek yazılarımdan birinde açıklayacağım üzere
Marx’ın “kırma” benzetmesi diyalektik bir biçimde okunmalı. Bunun kör bir yıkım
hırsıyla alakası yok. Bilakis, “kırılması” gereken şey, demokratik ve ortak bir
toplumsal yaşam biçiminin önündeki içsel engeller. Marx, bürokratik ve askeri
engellerin kökten demokratikleştirilmesinin siyasal devletin sönümlenmesine yol
açacağını düşünmektedir.
İkinci olarak, Marx’ın 18
Brumaire’de bu kırma veya parçalama işleminin nasıl gerçekleşeceğine dair
açık bir yol çizmediği kesinlikle doğrudur. Marx bunu ancak 1871’de, Fransız
işçilerinin isyanı ve Paris Komünü’nün kurulması ışığında bir işçi devletinin
bazı temel ilkelerini ortaya koyarak gerçekleştirecektir. Fakat şimdiden yani
Komün deneyiminden neredeyse yirmi yıl önce modern devleti, “toplum üyelerinin
faaliyetlerini” engelleyen ve “halkın ortak çıkarlarını” susturan boğucu,
bürokratik bir aygıt olarak tanımlamıştı. Bunu yaparken de devrimci sosyalizm
projesi için temel öneme sahip olan, halkın kendi demokratik öz eyleminde
temellenen sosyalist kamusallık inşasını merkeze aldı.
1Karl
Marx, “Critique of Hegel’s Doctrine of the State” in Marx, Early Writings, trans.
Rodney Livingstone and Gregor Benton (Harmondsworth: Penguin Books, 1975), p.
88.
2Buradan erişilebilir: https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/Marx_Rheinishe_Zeitung.pdf
3G.W. F. Hegel, The Philosophy of Right,
Part 2, Section C.
4Ibid., Section 3, Part AII.
5Karl Marx and Frederick Engels, The German Ideology, 3rd. ed. (Moscow:
Progress Publishers, 1976), p. 99.
6Friedrich Engels, “Introduction” to
Karl Marx and Friedrich Engels, Writings on the
Paris Commune, ed. Hal Draper (New York: Monthly Review Press,
1971), p. 34.
7Chris Tomlinson, “Demanding a fairer
form of capitalism is not the same as socialism,” Houston Chronicle, February 22, 2019.
8Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte (New
York: International Publishers, 1963), pp.121-22.
9Ibid., p. 122. Bu sava karşı aldığım kimi
yanıtlar akla hayale sığmayacak kadar saçma olduğundan, bunun anlamının Marx’ın
demiryollarını ve okulları “kırmak” istediği olmadığını belirtmek istiyorum.
Bu; bürokratik-askeri devleti, hakikaten kamusal nitelikte olan devlet
kurumlarına dönüştürmek için parçalamak anlamına geliyor.
10 Marksist sosyalizmin demokratik
niteliği için bkz. Hal Draper, Karl Marx’s Theory
of Revolution, volume one (New York: Monthly Review Press,
1977).
Metnin İngilizce Aslı: McNally, David (2019), “Thoughts on Marxism and the
State”, Historical Materialism, https://www.historicalmaterialism.org/blog/thoughts-marxism-and-state
Çeviren: Deniz Ekim
Yorumlar
Yorum Gönder