
Kadın
mücadelesi, tarihin hiçbir döneminde sadece haklar mücadelesinden
ibaret olmamıştır. Kadınların da anayasada yurttaş sayılması
için “Kadının ve Kadın Yurttaşın Haklar
Bildirgesi”ni yazan Olympe de Gouges’un da, 20.
yüzyılın başında oy hakkı için sokaklara çıkan Süfrajetlerin
de mücadelesi, hukuk nezdinde elde edilecek bir haktan daha
fazlasını ifade ediyordu. Kadına yönelik şiddetten başka şey
konuşamaz hale geldiğimiz bu günlerde de, başat talebimiz bu olsa da, mücadelemiz yaşama
hakkı talebiyle sınırlı değildir. Kadın hareketini sadece bir
haklar mücadelesine ya da şiddete karşı bir harekete indirgemek, tarihsel ve toplumsal bağlamı görünmez kılıyor. Bu yaklaşım, erkek şiddetinin
politik olduğunu söylemekten sakınır ve kadın mücadelesini daha
az tehdit edici biçimde “apolitik” bir hareket olmaya zorlar.
Bugün,
erkek şiddetine karşı birleşen feministlerin, dünyanın dört
bir yanında kalabalık kitleler halinde eylem yapan, en güçlü
muhalif hareket olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kadın
örgütlerinin en önemli gündem maddesini oluşturan kadına
yönelik şiddet ve bu şiddetin en uç noktası olarak “kadın
cinayetleri”ne karşı yapılan eylem çağrıları, öldürülen
kadınların çeşitli platformlar tarafından sayısal veri olarak
bildirilmesi, cinayet davalarının takibi gibi siyaset yapma
biçimleri, erkek şiddetinin kamuoyu, medya, kurumlar ve siyasi
partiler nezdinde görünür kılması açısından önemlidir.
Ancak,
kurum
ve kuruluşların “kadına yönelik şiddete hayır”
kampanyaları, medyanın tepkisi ve siyasilerin söylemleri ortaya
sorunlu bir tablo çıkartıyor. Kadın yaşamını koruma, bir projeye dönüşmüş vaziyette. İçişleri Bakanlığı’nın
Kasım ayında paylaştığı afiş aslında bize bunu
çok net bir şekilde gösteriyor. Kadınların yaşamlarını
indirime girmiş bir ürün gibi sunan afişte “Hayatını kaydeben
kadın sayısı 2019 Ekim ayına göre %14 azalışla 28’den 24’e
düştü.” diye yazıyor. Kadın
cinayetlerini gündeme getiren medya da,
şiddetin
failini psikopat ya
da serseri
erkek
gibi lanse ederek, şiddeti bireyler arası ilişkilere indirgiyor. Kadın
cinayetlerini, kurban kadın-sapkın erkek ilişkisi üzerinden
okuyanlar, gerici
bir
eğilimin parçası
olarak patriyarkaya
hizmet ediyor.
Öldürülen kadınları ne güzelleme ne de mağdur olarak anmaya ihtiyacımız var. Bir
kadının ölümü haketmemesi için, anne ya da hayalleri olan bir
genç kız olmasına gerek yok. Geleneksel
aile yapısına uygun bir hayat yaşamayan bir kadın öldürüldüğünde
“Orada ne işi vardı?” gibi
söylemlere
alan açıyor bu yaklaşım. Üniversite okumayan “başıboş”
bir kadının öldürülmesi daha meşru değil. Kadını
kurban olarak konumlandıran ve
namuslu-namussuz ikiliği yaratan bu
söylemler hem
eril şiddeti gizliyor hem de
patriyarkanın
yarattığı
kadın stereotipini
yeniden üretiyor.
Erkek
şiddeti, kadın mücadelesinin en önemli başlıklarından birini
oluşturmakta ve elbette bu yönde elde edilen güncel
kazanımlar
önemli.
Fakat
kadın-erkek
arasındaki tahakküm ilişkisini besleyen birçok yapısal koşul
var. Bu koşulların çıktısı olarak bir biçimde hayatımızda
yer alan psikolojik, fiziksel, ekonomik, cinsel vb
çeşitlendirilebilen erkek şiddetiyle mücadele etmek için bu
tahakküm ilişkisini irdelemek, kadın hareketini kısırlaştıran
yönelimlerden uzaklaşmak adına önemlidir. Öldürülmeme
talebine sıkışan ve diğer toplumsal mücadeleler ile
ilişkilenmeyen bir
hareketin
kazanımlarının ne kadar kalıcı olacağı ise şüpheli.
Kadınların
yaşama hakkı talebi, topyekün bir özgürlük ve eşitlik
fikrinden ayrı düşünülemez. Şiddeti, eril baskı ve sömürüden
soyutlamak, bizi siyasetsizliğe mahkum eder. Tam bir kurtuluş için,
kadınlara yönelik sistematik saldırılara karşı geliştirilen
anlık eylem biçimleri ve güncel kazanımlar ile özgür ve
eşitlikçi bir toplum tahayyülünü birlikte düşünmeliyiz ve
bütünlüklü bir strateji geliştirmeliyiz. Kadına yönelik
şiddeti romantize edenlere ve mağdur-cani ikiliğini yaratanlara
alan açmayarak, feminist mücadelemizi daha geniş bir siyasi
perspektife taşımalıyız.
-Nisanur Atıcı
Yorumlar
Yorum Gönder