Berger’la
filmin çıkışından birkaç yıl sonra Cenevre’de tanıştım. O dönemde Fransa
Alplerindeki Quincy köyünde yaşıyordu. Doludizgin 1960’ların ardından
çalışmalarının giderek yok olan köy yaşamına özlem duyan bir içeriğe büründüğüne
dair söylentiler vardı ve kendisiyle tanıştığımda bunu yanlışlayan hiçbir şeyle
karşılaşmadım. Jean Mohr’a ait, dağ köylüleri temalı bir fotoğraf sergisinde
sel misali Fransızcasıyla konuşuyordu. Mohr’un portrelerindeki benzeyen
komşularında modern yaşamda olmayan bir soyluluk bulduğunu söylemesinden başka
aklımda çok şey kalmamış. Konuşmanın ardından bir kafede beni Quincy’e davet
etmişti. Utanç verici bir hevesle bu ziyareti bekliyordum, nafile. Ziyaretin
ayarlanmasına kalmadan nostalji meselesi üzerine Berger’ın Fransız köy
deneyimine dair henüz basılmış çalışması “Domuz Toprak”ın incelemesiyle
başlayan bir şey yazmıştım. Kendisine bir taslak gönderdim; cevaben, eşi
Beverly Bancroft tarafından imzalanmış bir mektup aldım. Mektup az biraz
muğlaktı: Kendisi taslağı okumamıştı, zaten bu tarz şeylerden de hoşlanmıyordu.
Yeni tomurcuklanan dostluğumuz bu kadar sürdü.
Berger,
sansasyonel bir açılıştan sonra Londra’dan Alplere gitti. Joshua Sperling’in
keskin, dokunaklı ve inanılmaz okunaklı yeni kitabı “Zamanımızın Bir Yazarı:
John Berger’ın Yaşamı ve Eserleri”ndeki (A Writer of Our Time: The Life and
Work of John Berger) anlatısına göre -fakat bunun tüm kurgu ve baht
dönüşleriyle bir hikaye olduğu unutulmamalı- Berger’ın kariyeri, ressam olma
hayalini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bırakıp Londra sanat çevrelerinde güçlü
ve kışkırtıcı bir figüre dönüşmesiyle başlıyor. (Kendisine sıkça “yaramaz çocuk”
deniyordu) Berger, bunu kendi sol estetiğinin özgünlüğü ve tutarlılığı
sayesinde başarmadı. İlk anda, kendisini modernist elitizm ve soyutlamadan
uzağa konumlandırıp, Halk Cephesi edasıyla sosyalist gerçekçiliğin
şampiyonluğunu yapmıştı (sözde Mutfak Lavabosu ressamları gibi). Fakat 1965’e
gelindiğinde “diyalektik materyalizmin resimdeki tek örneği”, modernitenin
yıkıcı ve yaratıcı potansiyelini görmek için gerekli bir soyutlama olarak
Kübizm’i yüceltiyordu. Hiçbir zaman Komünist Parti üyesi olmamasına rağmen
Berger’ın tutumları hem Sovyet ajanı hem, kimi düşünceleri terk ettikten sonra,
dekadanların satılmış yardakçısı olarak görülmesine ve suçlanabilmesine yol
açıyordu.
İlk
yıllarda Berger kuramcı olarak değil; müesses nizama, onun söylediği şeylere ve
bunları söyleyen kişilere saldıran bir polemikçi olarak dikkatleri üzerine
çekti (Kenneth Clark baş düşmanıydı). Sperling’e göre Berger harekete geçmek
için bir rakibe ihtiyaç duyuyordu. Berger’ın Booker ödülü sahibi 1972 tarihli
Don Juan uyarlaması ve ana karakterin daha yaşlı, zengin ve güçlü erkeklere ait
görünen kadınlara vurulduğu G.’de ödipal örüntü oldukça göz önünde. Berger’ın
sebzeler ve hayvanlar evrenine müteakip kaçışının bir yönü de Berger’ın o güne
kadar erkek cinsinin kışkırtılmasına ihtiyaç duymayan bir yaşam ve siyaset
biçimini aramasıyla ilgiliydi. Sperling’in anlatısına şaşırtma unsuru katan
düşüncesine göre Berger kariyerinin bu aşamasında daha az siyasal olmuş,
hayatın ve sanatın güzelliklerine yönelmiştir.
Sperling’in
haklı bir yanı var. Akranları gibi Berger da devrimci umutlarının
parçalanmasından mustarip olmuştu. Ve fakat depolitize estetizme asla prim
vermemişti. Uzun ve şaşırtıcı kariyerinin çeşitli aşamalarında güzellik ve
bağlılık daima bir aradaydı.
Londra’da
orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında doğan Berger altı yaşında bir
yatılı okula gönderildi. Oradan nefret etti ve on altı yaşında, tam da
bombalanırken Londra’da bir sanat okuluna gitmek için orayı terk etti. Orduya
katılmak için asgari yaşa ulaştığı 1944 yılında orduya katıldı. Sınıfsal
köklerine uygun olan subay pozisyonuna başvurmayı reddeden Berger, okuma yazma bilmeyen
işçi sınıfından askerlerle iki yıl ranza paylaştığı ve hikâyeye göre onların
yazmanlığını yaptığı Kuzey İrlanda’ya tayin edildi. Savaş deneyimi onu
siyasallaştırdı ve sanatı için konular sağladı. Savaştan sonraki ilk resimleri
çalışan işçileri işliyordu. Sperling’e göre “Bu, yurt cephesinin ve savaş
sonrasının yeniden inşasının Berger’ın yeni büyüyen sosyalizmini ve kültürel
inançlarını besleyen kolektif ruhuydu”.
Sanat
Berger’a sosyalist ve kültürel inançlarını savunabileceği önemli bir alan
sağladı. Sanat, Berger’e göre dönemin “kültür savaşları” içinde bir silahtı.
Ancak zamanla beraber sanat başka bir şeye dönüşebilirdi ve an itibariyle bu
başka şey Berger’ın ilgisini çekmiyordu. Aynı zamanda siyaset de dönüşüm
içindeydi: 1956 yılındaki Macar isyanı ve isyanın Sovyetler tarafından
bastırılması Berger’ın akranı birçok kişiyi komünizm ve siyasetten
uzaklaştırdı. Fakat 1956 aynı zamanda İsrail, Fransa ve Birleşik Krallık’ın
Mısır’ı, kanalı millileştiren Cemal Abdülnasır’ı alaşağı etmek için işgal
etmesiyle başlayan Süveyş Krizi’ne de sahne olmuştu. Batı sömürgeciliğinin, Bağlantısız
ülkelerin düzenlediği Bandung Konferansı’nın ardından gelen, Sovyetler Birliği,
Birleşik Devletler ve Birleşmiş Milletler tarafından gelen baskı nedeniyle
belki de beklenmeyen biçimde durdurulan güç gösterisi, Sol’un bağlılıklarını
terk edemeyeceğini ve artık Soğuk Savaş’ın ikilikleriyle tanımlanamayan
mücadelenin, Batı ve “diğerlerine”, özellikle henüz bağımsızlıklarını kazanmış
veya sömürge olmaya devam eden ülkelere yönelik yaratıcı ve eleştirel bir
bakışı gerekli kıldığını gösteriyordu. Henüz filizlenmeye başlayan Yeni Sol
için bunun anlamı, bağlılıkların terk edilmesi değil yeniden tanımlanması
olacaktı.
Militarizm
karşıtlığından başka hiçbir şeyden emin olmayan yeni bir enternasyonalizm
doğuyordu. Raymond Williams’ın ortaya koyduğu gibi, şehir ve kırsal arasındaki
ayrım bu kez Avrupa’nın modern merkez rolü üstlenmesiyle küresel çapta yeniden
sergilenirken Avrupa Solu modernitenin ne kadarını reddetmeliydi? İç siyasetin alışılagelen
rollerinden yabancılaşma, bir kafa karışıklığı kaçınılmaz görünüyordu.
60’ların
ilk yıllarında Berger, Lenin ve Trotsky gibi sol yazarların müthiş çevirmeni ve
hem Rusya hem Avusturya’dan göçmüş üçüncü eşi Anna Bostock’un Birleşmiş
Milletler’de bir iş bulmasıyla Cenevre’ye taşındı. Bu sürgün, yurdun gerçekliklerinden
kaçış anlamına gelmiyordu. Mohr’la birlikte Berger, hastalarının fiziksel ve
ruhsal acılarına kendisini yoracak kadar ilgili olması nedeniyle, ellerini
kirletmekten çekinmeyen entelektüel modeline dönüşen bir İngiliz taşra
doktorunun müthiş hikayesinin anlatıldığı 1967 tarihli Talihli Bir Adam
kitabını yazdı. Berger ayrıca iki roman yayınladı ve henüz İngilizceye
çevrilmemiş Avrupalı yazarlar arasında, özellikle Walter Benjamin ve Georg Lukács gibi gelecekte İngiliz
Yeni Sol’unu tanımlayacak önemli isimlerin yanında, ki ikisi de Bostock
tarafından çevrilecekti, önemli bir yere sahip oldu. Berger; İlya Ehrenburg, Wilhelm Reich ve Sanatın
Gerekliliği’nin yazarı muhalif komünist Ernst Fischer gibi Bostock’un yaptığı
diğer çevirilerinden de çok etkilendi. Ayrıca Berger ve Bostock, Bertolt
Brecht’in şiirlerinden oluşan bir kitabı da beraber çevirdiler.
“Yenile”
sanatta ve siyasette Berger’ın şiarı oldu. 60’ların estetiği ve sol siyasetinin
tazeliği, ona göre birbiriyle oldukça uyumluydu. “Yeni Sol, Batı’nın karşı
kültürünü, Doğu’nun kültürünü ve Güney’in antiemperyalist hareketlerini
kapsamaya başladıkça, Berger geçmişle bugünü ayıran tarihi buz çağının erimeye
başladığı tespitiyle modernistlerle yeniden yakınlaştı” diyor Sperling. Bu,
eski sanatın, tek başına değilse de özellikle yakın geçmişin modernist
sanatının, Berger için artık müthiş siyasal öneme sahip olduğu anlamına
geliyordu. “Koşulların en uygun olduğu yerde dahi gecikmiş olsa da devrim beklentisi,
sanatta dolaylı yollardan saklanması bugünün değişmezliğini kabul etmemize
engel olabilecek fakat artık uzak görünen bir kıvılcım yarattı. Resimler Nuh’un
gemisi, savaşın öncesinin umutlarını taşıması için inşa edilmiş vasıtalar
gibiydi belki de.” Bu yüzden Berger, 1967 tarihli bir yazısında 20. Yüzyılın
ilk yirmi yılında filizlenen “Kübizmin Zamanı”nın aslında şimdi olduğunu
yazmıştı. Berger’in mütevazı ünü 1972’de bir anda büyüdü. En başta Görme
Biçimleri vardı. Yaygın ve başarısı sürekli katlanan ve belki de kendisinin
en çok bilinen kitabı olmadan önce Görme Biçimleri, imgelerin şüphe çekmeyen
siyaseti üzerine gizemli bir yakışıklılığa sahip olan Berger tarafından müzelerin
içinde ve dışında karizmatikçe sunulan devrim niteliğinde bir televizyon
dizisiydi. Kimileri Batı sanatında kadın bedeninin sürekli
cinselleştirilmesinin ve manzara resimleriyle mülk sahipliğinin
bağlantılandırılmasının farkına varmıştı. Başta Bostock tarafından çevrilen
Benjamin olmak üzere bazıları modern reklamcılığın bu sanatsal geleneklerin en
lezzetsiz özelliklerini nasıl devam ettirdiğini tartışmışlardı. Fakat Benjamin’in
geniş izleyici kitlesinin yönlendirilmesine dair ezoterik öğretilerini açan ve
genişleten Berger bu savlara, etkisi bugün dahi hissedilen bir katkı sundu. Bu,
büyük, belki de ancak kahramanların başarabileceği bir ölçekte
demistifikasyondu.
Berger
aynı yıl özbilinçli düşünceler içeren tarihi roman G.’yi yayınladı (roman Mayıs
1898 Milan yiyecek isyanının ve İtalyan ordusu tarafından kanla bastırılışının
müthiş bir temsiliydi). Berger’ın film ortağı Tanner’ın doğrudan ilham kaynağı
olan Paris’teki Mayıs 1968 olayları da romanın içinde yer edinmişti. Don
Juan’ın günümüz temsilince gerçekleştirilen seri çapkınlıklar özgürleşme
eylemleri olarak gösteriliyor ve hedefindeki kadınlar tarafından da avlanma
olarak değil bu şekilde deneyimleniyor. Bugünse bunların, bizim gördüğümüz
biçimde yani hem kadın özgürleşmesini hem de erkeklerin rahatlığını içeren dönemin
cinsel siyasetiyle daha sağlam uyuştuğu söylenebilir.
Berger’ın
namı, aynı yıl iki saygıdeğer ve önemli çalışmanın başına gelen kazadan veya
Berger’ın Booker ödülü açılışında izleyicilere ve kendisini öven jüri üyelerine
Booker ailesinin zenginliğinin nereden (Karayip adalarındaki plantasyonlardan
yani kölecilikten) geldiğini hatırlattığı ve ödül parasının yarısını Kara
Panterler’e bağışladığı gösteriden kötü etkilenmedi.
70’lerin
ortasına gelinceye değin Berger halk nezdinde zafer kazanmıştı. Ne var ki tam
da bu anda, Berger kamusal yaşamdan elini çekip Cenevre’de bir dağ köyüne
çekilmeyi tercih etti. Sperling bu tercihte Bostock’la evliliğinin bitmesi ve
Bancroft’la başladığı yeni ilişkinin etkisinin ne olduğunu söylemiyor, belki de
zaten kimse bilmiyor (Sperling Berger’ın gönül işleri konusunda oldukça ketum).
Fakat Berger’ın bu yeni durumu hakkında çok şey öğreniyoruz. “Komşularının
birçoğu belki de yüzyıllardır değişmemiş zirai yöntemlerle yaşıyordu” ve
Sperling’in aktarımına göre “Berger de onlarla çalışmaya başladı. Onlar Berger’ın
öğretmenleri oldu.” Berger’ın o yıllara dair anılarına ilişkin gözlemi “Orası
benim için üniversite gibiydi. Tırpan kullanmayı ve hayata dair birçok anlam ve
değer öğrendim.” Sperling; Berger’ın yaptığı, saman, inek, ağaç, ekin, elma ve
bolca gübre içeren işleri listeliyor ve onun, “Quincy’nin çalışma yaşamında
sadece bir ev değil bir dayanak: Bir cemaat” bulduğunu” ifade ediyor.
Bu
Tolstoyvari yaşam biçimine geçiş, Sperling’e göre Berger’ın sanata bakışında
kritik bir dönüşüme karşılık geliyordu. Sperling’e göre Görme Biçimleri Berger’ın
demistifiye edici niteliğinin şahikasını temsil ediyor. Hem kitapta hem dizide
Berger, sanatı “yanılgıları sürdürmeye yarayan sosyal bir pratik” olarak ele
alıyor. Fakat büyük kısmı köyde yaşadığı sürede oluşturulmuş “Görme
Biçimleri’nden sonra yazdığı, neredeyse her şey” sanatı “diğer pratiklerin
ötesinde olana ufak bir bakış” olarak sunuluyor. “Ötesinde olan” lafı mistikçi
olmamasına rağmen bir parça gizem taşıyor. Fakat Berger’ın sanata dair erken
dönem yazılarına damgasını vuran şey eğer demistifikasyon ise sonradan yazdığı
şeylerin bunun tersi olduğu konusunda Sperling haklı görünüyor. Bu durum artık
Alplerde tırpan sallayan Berger’ın, tarih akmaya devam etse de kendisini
tarihten koparmaya yönelik bir karar mı verdiği konusunda insanı düşündürüyor.
Sperling’e göre “İşin aslı, 70’lerin kültür savaşlarından karşı çıktığı
şeylerden çok sevdiği şeylerle tanımlanan bir yazar figürü çıkmıştı.”
Berger’ın
neyi, neden sevdiği hususunda Sperling’in anlattıkları, ötede olan sanki ifade
edilebilirliğin de ötesindeymişçesine, bir ölçüde muğlak kalıyor ne yazık ki.
Fakat kendisini köy yaşamına çeken her neyse Berger onu çok sevmiş olmalı.
Gübre küreklemek, hayvan ve bitki yetiştiriciliğinin kas gücü isteyen
gereklilikleri onu memnun ederken betimleme ve temaşa için yeni malzeme
sunuyordu. Domuz Toprak, Bir Zamanlar Europa’da ve Leylak ve
Bayrak kitaplarından oluşan “Onların Emeklerine” üçlemesi gibi bu yıllara
ait deneme ve kitaplarında Berger yeni bir konu bulmuştu: Geleneksel köy
yaşamının güzelliği ve kent modernitesinin bunun yerini almasının trajedisi.
Aşk
ve eleştiri el ele gitmişti. Bu yüzden saf aşk ve saf eleştiri dönemleri
şeklinde bir ayrıma gitmek fazlaca basit kalıyor. Aşırı eleştirel genç bir
adamken dahi Berger sevdiği şeyler hakkında yazmanın bir yolunu bulmuştu ve
yaşamının ilerleyen aşamalarında, aşk ve eleştirinin birbirine muhtaç olduğu
fikrine oldukça bağlı olduğunu gösterdi. Örneğin, “Hayvanlara Niçin Bakarız?”
adlı denemesinde hayvanat bahçelerinin demistifikasyonu, hayvanların hayvanat
bahçelerinin dışındaki varlıklarına duyulan güçlü ve somut bir sevgiye
dayanıyor. Ne var ki Sperling’e göre değişim oldukça keskin. Bir eleştirmenin
“fazlaca yaşamasına izin verilmiş avının büyülü yaşamını almaya takıntılı”
olarak tanımladığı 1965 tarihli Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı ve
1967 tarihli “Kübizmin Zamanı” arasındaki değişen şey Berger’ın sanata bakışı
değil “sanatın bağlı olduğu; devrimlerin doğası, bugünün siyasal olanakları,
tarihsel zamanın işleyişi gibi diğer şeylere” bakışıydı. Berger, tam olarak
yitirmese de siyasal inancının tabanı kaymıştı; zaten onu Alplere ve sanata
karşı daha olumlu ve daha az demistifiye edici bir bakışa bu sürüklemişti. Sperling’in
ifadesiyle Berger, ilk olarak 1956’da Macaristan’daki ve ardından 60’larda
bütün Avrupa’daki olayların parçaladığı topluluk bilincinin yerini alabilecek
“idealize edilmiş, köklü bir Gemainschaft”ın arayışına düşmüştü.
Berger’ın
köyde bulduğu şeyin gerçekten gemainschaft olup olmadığını sorgulamak için
ilkeli bir kentli olmaya gerek yok; perdenin ardına bakıldığında bu kolektivite
kendine has özyıkım biçimleri, uzlaşmaz hınçlar ve çoğu zaman ölümcül bir
işbirliği yoksunluğuyla birlikte gelmektedir. Sperling, Berger’ın nereden gelir
elde ettiğine de biraz değinebilirdi. Berger’ın yaşamı ve eserleriyle ilgili
bir kitapta dahi Sperling, paranın kaynağı ve miktarının önemli olmadığını
düşünüyor. Quincyli köylülerin aksine Berger sadece topraktan değil, aynı zamanda
kitaplarından geçiniyordu. (Örneğin, Booker ödülünün diğer yarısı, Avrupa’ya
gelen çoğu eski köylüler olan yabancı işçilerin deneyimi üzerine yazılar ve
fotoğraflar içeren 1975 tarihli kitabı Yedinci Adam’ın yazımına gitmişti.
Ayrıca akademik mensubiyetlerinin getirisi de vardı.) Fakat Sperling, Berger’ın
dağ yamacında bir başka şeyi nasıl bulduğunu belgeliyor. Quincy’deki ilk
yıllarında, hala yeni olan hayvan çalışmaları için bugün temel bir eser olan “Hayvanlara
Niçin Bakarız?”ı yazmıştı ve deneme, Berger’ın bu Alp köyünde neyi arayıp
bulduğu hakkında birçok şey söylüyor. Metnin en çok alıntılanan parçaları
Berger’ın, insanlar ve hayvanlar arasında bir ilişki olduğu varsayılan fakat
bunun gerçekte var olmadığı hayvanat bahçeleri gibi yerleri hala açıkça demistifiye
etmekte olduğunu gösteriyor. “Hayvanlar nadiren yetişkinlerin hatırlarında yer
edindiği gibidir; buna rağmen hayvanlar, çocuklara çoğunlukla uyuşuk ve donuk
görünür. (Çocukların “hayvan nerede?”, “neden kıpırdamıyor?” “ölmüş mü?” gibi talepkâr
soruları, hayvanat bahçelerinde hayvan sesleri kadar sık duyulur.)” Biz
hayvanlara bakarız, fakat onlar bize artık geri bakmamaktadır. (Burada Berger,
toplumsal cinsiyet siyasetindeki “bakış”a yaptığı Görme Biçimleri’ndeki
müdahaleyi tekrar ediyor.) İnsan ve hayvan arasındaki ilişki kesinlikle olması
gerektiği gibi değildi fakat bunun yerini alan şey birçok yönüyle ilişki dahi değil.
1979
yılında hevesle fakat şüpheyle Domuz Toprak’ı okuduğumda, köy yaşamının
Berger için hakiki insanın pastoral sığınağı görevi gördüğünü düşünerek
endişelenmiştim. Tecrübeden türemeyen analitik bilgiyi kabul etmediğinden; daha
da beteri, göç gibi paradigmatik modern deneyimlerin hakiki tecrübe
üretebileceğini reddettiğinden endişe etmiştim. Artık köylüler yoksa, deneyim imkansızdı.
Bununla birlikte o günden beri bu düşünceyi geriye doğru takip ettim. Neticede
hayvan kesiminin endüstriyel olmaktan ziyade bir zanaat olduğu köy yaşamı
tamamen yok olmuyor. Şu anda bulunduğum köy birçok ölümcül saldırının hedefi
olmuş; direnişe misilleme olarak Almanlar tarafından yakılmış, genç
erkeklerinin bir kısmını Amerika ve Avustralya’daki iş fırsatlarına kaptırmış,
okulu hükümet tarafından kapatılmış, akışı çokuluslu bir şirket tarafından
değiştirilerek içme suyu ülke dışına taşınmış ve pazarlarıyla sosyal yardımları
bankerlerin güdümlediği bir kemer sıkma rejimince köküne kadar kurutulmuş. Yine
de hayat dolu bir köy. Kamyon ve traktörlerin ihtiyaç duyduğu dışarıdan alınmak
zorunda olunan petrolün yerini güneş enerjisi alabilse neredeyse tamamen
kendine yeter hale gelebilir. Tabi ki buradaki kimse kullanmayı yıllar zarfında
öğrendiği internet veya diğer ulusal ya da uluslararası bağlantı biçimlerini
bırakmak istemiyor. Yine de burada siyasal düşünce için kullanışlı kaynaklar
mevcut.
Berger’ın
hareketinin, sanki herkesin küçük bir köye taşınıp insanlığını korumak için
köylülerin yaşadığı gibi bir yaşam sürmesi gerekiyormuş gibi bir çeşit Kantçı
ahlaki zorunluluktan kaynaklandığını düşünmek saçma görünüyor. Bu, ne var ki o
kadar saçma bir düşünce değil. Dünyanın yerli halkları gibi, köylüler
zehirlenmiş ve hormonlu dünyamız sürdürülebilir yaşam biçimleri kurmaya
çalıştıkça artarak ihtiyaç duyacağımız bilginin saklandığı yerler olma işlevi
üstleniyor. Domuz Toprak’ın sonsözünde Berger, “devrim”in hedefini
“hayatta kalma”nınkiyle karşılaştırırken sadece köy yaşamının hayatta
kalmasından bahsetmiyor; ayrıca reddedilemez biçimde, insanlığın hayatta
kalmasından bahsediyor. “Onların
Emeklerine” üçlemesini bugün okuyan herhangi bir kişi öncelikle iklim krizini,
dünya üzerindeki giderek artan tahribatı ve köy yaşamının bize, daha büyük
çapta uygulanabilecek dersler verebileceği ihtimalini düşünmek zorunda kalıyor.
Bu derslerin uygulanabilmesi için bir devrimin gerekli olup olmayacağı ise
başka bir soru.
Mevcut
sosyal yaşama, küçük çaplı fakat gerçekleştirilmiş alternatiflerin yarattığı
çekim tabi ki zaten 1960’ların karşı kültürünün bir parçasıydı. Bu açıdan
Berger’ın Alplere taşınması tuhaf değildi veya bir geri çekilme teşkil
etmiyordu. Yeni Sol’un diğer gazileri gibi Berger de topluluğa herhangi bir
biçim ve ölçekte yatırım için uzun erimli hedeflerinden feragat ediyordu.
Dolayısıyla, Sperling’in kitabının sonunda, anlatısındaki şaşırtma unsuru her
ne kadar zarif olsa da Berger’ın paylaşılan ve kamusal anlamda tarihe geri
dönüşü şaşırtıcı değil. 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı ve
ABD’nin buna cevabı Berger için her şeyi değiştirmiş; 11 Eylül, eski
maharetlerini entelektüel ve siyasi mücadele için yeniden seferber edip çabaları
dolayısıyla müttefikleri tarafından dünyanın her yerinde sahiplenilmesine
olanak vermişti. Bu yüzden okur, yaşlı (estetik ve mistik) ve genç (siyasal,
demistifiye eden) Berger arasında seçim yapmak zorunda bırakılmıyor. Onun
dayanışma beyanları Chiapas/Meksika, Filistin ve dünyanın her yerindeki
kadirbilir okurların dilinde dolaştı. Sperling’e göre “Gençliğinin militanlığı,
bununla birlikte vicdanı ve aynı zamanda gücü” geri dönmüştü. Berger’ın sanat
yazılarının editörlüğünü yapmış Tom Overton’ın bana söylediği gibi, G.’deki
Milan katliamı betimlemesi Filistin’de yüksek sesle okunuyordu.
Berger’ın,
uzun hayatının sonuna doğru ifadesini bulan düşüncesi her daim bir militan
olarak yaşadığını ortaya koyuyor. Yazdığı her şeyin “Duvar döneminde…”
yazıldığını söylüyor Berger, “her yerde duvarlar umutsuz yoksullarla görece
zengin kalmayı umut edenlere karşı umut edenleri ayırıyor. Duvarlar, tarımdan
sağlık güvencesine kadar her alanı kesiyor… Bugünün dünyasındaki anlam tercihi
işte tam da burada, duvarın iki tarafının arasında. Ayrıca duvar her birimizin
de içinde. Koşullarımız ne olursa olsun, duvarın hangi tarafıyla uyumlu
olduğumuzun seçimi kendi içimizde.”
Metnin
İngilizce Aslı: Robbins, Bruce (2020) “Ways of Being: John
Berger’s life between aesthetics and politics.” The Nation, https://www.thenation.com/article/culture/john-berger-joshua-sperling-biography-review/
(son erişim: 28.02.2021)
Çeviren:
Deniz Ekim
Yorumlar
Yorum Gönder