Ana içeriğe atla

Çeviri | Bruce Robbins - Olma Biçimleri: Estetik ve Siyaset Arasında John Berger’ın Yaşamı




“Demek artık sebzeler de siyasi!” Bu ifade Alain Tanner’ın 1968’e eşlik eden umutlara veda etmesine rağmen bir şekilde iyimser kalabilmiş filmi “2000 Yılında 20 Yaşına Basacak Yunus”taki karakterlerden biri tarafından sarf ediliyordu. İngiliz sanat eleştirmeni, romancı ve Tanner’la beraber filmin diğer yazarı olan evrensel edebiyat adamı John Berger da 60’ları takip eden acımasız ve umutsuz yıllarda neredeyse insanüstü bir dirayet sergilemiş ve bunu, Tanner’ın filmindeki karakter gibi bir ölçüde sebzeler ve tabi ki hayvanlar vasıtasıyla, bunların her ikisine da yakın yaşayabilmek için yapmıştı.

Berger’la filmin çıkışından birkaç yıl sonra Cenevre’de tanıştım. O dönemde Fransa Alplerindeki Quincy köyünde yaşıyordu. Doludizgin 1960’ların ardından çalışmalarının giderek yok olan köy yaşamına özlem duyan bir içeriğe büründüğüne dair söylentiler vardı ve kendisiyle tanıştığımda bunu yanlışlayan hiçbir şeyle karşılaşmadım. Jean Mohr’a ait, dağ köylüleri temalı bir fotoğraf sergisinde sel misali Fransızcasıyla konuşuyordu. Mohr’un portrelerindeki benzeyen komşularında modern yaşamda olmayan bir soyluluk bulduğunu söylemesinden başka aklımda çok şey kalmamış. Konuşmanın ardından bir kafede beni Quincy’e davet etmişti. Utanç verici bir hevesle bu ziyareti bekliyordum, nafile. Ziyaretin ayarlanmasına kalmadan nostalji meselesi üzerine Berger’ın Fransız köy deneyimine dair henüz basılmış çalışması “Domuz Toprak”ın incelemesiyle başlayan bir şey yazmıştım. Kendisine bir taslak gönderdim; cevaben, eşi Beverly Bancroft tarafından imzalanmış bir mektup aldım. Mektup az biraz muğlaktı: Kendisi taslağı okumamıştı, zaten bu tarz şeylerden de hoşlanmıyordu. Yeni tomurcuklanan dostluğumuz bu kadar sürdü.

Berger, sansasyonel bir açılıştan sonra Londra’dan Alplere gitti. Joshua Sperling’in keskin, dokunaklı ve inanılmaz okunaklı yeni kitabı “Zamanımızın Bir Yazarı: John Berger’ın Yaşamı ve Eserleri”ndeki (A Writer of Our Time: The Life and Work of John Berger) anlatısına göre -fakat bunun tüm kurgu ve baht dönüşleriyle bir hikaye olduğu unutulmamalı- Berger’ın kariyeri, ressam olma hayalini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bırakıp Londra sanat çevrelerinde güçlü ve kışkırtıcı bir figüre dönüşmesiyle başlıyor. (Kendisine sıkça “yaramaz çocuk” deniyordu) Berger, bunu kendi sol estetiğinin özgünlüğü ve tutarlılığı sayesinde başarmadı. İlk anda, kendisini modernist elitizm ve soyutlamadan uzağa konumlandırıp, Halk Cephesi edasıyla sosyalist gerçekçiliğin şampiyonluğunu yapmıştı (sözde Mutfak Lavabosu ressamları gibi). Fakat 1965’e gelindiğinde “diyalektik materyalizmin resimdeki tek örneği”, modernitenin yıkıcı ve yaratıcı potansiyelini görmek için gerekli bir soyutlama olarak Kübizm’i yüceltiyordu. Hiçbir zaman Komünist Parti üyesi olmamasına rağmen Berger’ın tutumları hem Sovyet ajanı hem, kimi düşünceleri terk ettikten sonra, dekadanların satılmış yardakçısı olarak görülmesine ve suçlanabilmesine yol açıyordu.

İlk yıllarda Berger kuramcı olarak değil; müesses nizama, onun söylediği şeylere ve bunları söyleyen kişilere saldıran bir polemikçi olarak dikkatleri üzerine çekti (Kenneth Clark baş düşmanıydı). Sperling’e göre Berger harekete geçmek için bir rakibe ihtiyaç duyuyordu. Berger’ın Booker ödülü sahibi 1972 tarihli Don Juan uyarlaması ve ana karakterin daha yaşlı, zengin ve güçlü erkeklere ait görünen kadınlara vurulduğu G.’de ödipal örüntü oldukça göz önünde. Berger’ın sebzeler ve hayvanlar evrenine müteakip kaçışının bir yönü de Berger’ın o güne kadar erkek cinsinin kışkırtılmasına ihtiyaç duymayan bir yaşam ve siyaset biçimini aramasıyla ilgiliydi. Sperling’in anlatısına şaşırtma unsuru katan düşüncesine göre Berger kariyerinin bu aşamasında daha az siyasal olmuş, hayatın ve sanatın güzelliklerine yönelmiştir.

Sperling’in haklı bir yanı var. Akranları gibi Berger da devrimci umutlarının parçalanmasından mustarip olmuştu. Ve fakat depolitize estetizme asla prim vermemişti. Uzun ve şaşırtıcı kariyerinin çeşitli aşamalarında güzellik ve bağlılık daima bir aradaydı.

Londra’da orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak 1926 yılında doğan Berger altı yaşında bir yatılı okula gönderildi. Oradan nefret etti ve on altı yaşında, tam da bombalanırken Londra’da bir sanat okuluna gitmek için orayı terk etti. Orduya katılmak için asgari yaşa ulaştığı 1944 yılında orduya katıldı. Sınıfsal köklerine uygun olan subay pozisyonuna başvurmayı reddeden Berger, okuma yazma bilmeyen işçi sınıfından askerlerle iki yıl ranza paylaştığı ve hikâyeye göre onların yazmanlığını yaptığı Kuzey İrlanda’ya tayin edildi. Savaş deneyimi onu siyasallaştırdı ve sanatı için konular sağladı. Savaştan sonraki ilk resimleri çalışan işçileri işliyordu. Sperling’e göre “Bu, yurt cephesinin ve savaş sonrasının yeniden inşasının Berger’ın yeni büyüyen sosyalizmini ve kültürel inançlarını besleyen kolektif ruhuydu”.

Sanat Berger’a sosyalist ve kültürel inançlarını savunabileceği önemli bir alan sağladı. Sanat, Berger’e göre dönemin “kültür savaşları” içinde bir silahtı. Ancak zamanla beraber sanat başka bir şeye dönüşebilirdi ve an itibariyle bu başka şey Berger’ın ilgisini çekmiyordu. Aynı zamanda siyaset de dönüşüm içindeydi: 1956 yılındaki Macar isyanı ve isyanın Sovyetler tarafından bastırılması Berger’ın akranı birçok kişiyi komünizm ve siyasetten uzaklaştırdı. Fakat 1956 aynı zamanda İsrail, Fransa ve Birleşik Krallık’ın Mısır’ı, kanalı millileştiren Cemal Abdülnasır’ı alaşağı etmek için işgal etmesiyle başlayan Süveyş Krizi’ne de sahne olmuştu. Batı sömürgeciliğinin, Bağlantısız ülkelerin düzenlediği Bandung Konferansı’nın ardından gelen, Sovyetler Birliği, Birleşik Devletler ve Birleşmiş Milletler tarafından gelen baskı nedeniyle belki de beklenmeyen biçimde durdurulan güç gösterisi, Sol’un bağlılıklarını terk edemeyeceğini ve artık Soğuk Savaş’ın ikilikleriyle tanımlanamayan mücadelenin, Batı ve “diğerlerine”, özellikle henüz bağımsızlıklarını kazanmış veya sömürge olmaya devam eden ülkelere yönelik yaratıcı ve eleştirel bir bakışı gerekli kıldığını gösteriyordu. Henüz filizlenmeye başlayan Yeni Sol için bunun anlamı, bağlılıkların terk edilmesi değil yeniden tanımlanması olacaktı.

Militarizm karşıtlığından başka hiçbir şeyden emin olmayan yeni bir enternasyonalizm doğuyordu. Raymond Williams’ın ortaya koyduğu gibi, şehir ve kırsal arasındaki ayrım bu kez Avrupa’nın modern merkez rolü üstlenmesiyle küresel çapta yeniden sergilenirken Avrupa Solu modernitenin ne kadarını reddetmeliydi? İç siyasetin alışılagelen rollerinden yabancılaşma, bir kafa karışıklığı kaçınılmaz görünüyordu.

60’ların ilk yıllarında Berger, Lenin ve Trotsky gibi sol yazarların müthiş çevirmeni ve hem Rusya hem Avusturya’dan göçmüş üçüncü eşi Anna Bostock’un Birleşmiş Milletler’de bir iş bulmasıyla Cenevre’ye taşındı. Bu sürgün, yurdun gerçekliklerinden kaçış anlamına gelmiyordu. Mohr’la birlikte Berger, hastalarının fiziksel ve ruhsal acılarına kendisini yoracak kadar ilgili olması nedeniyle, ellerini kirletmekten çekinmeyen entelektüel modeline dönüşen bir İngiliz taşra doktorunun müthiş hikayesinin anlatıldığı 1967 tarihli Talihli Bir Adam kitabını yazdı. Berger ayrıca iki roman yayınladı ve henüz İngilizceye çevrilmemiş Avrupalı yazarlar arasında, özellikle Walter Benjamin ve Georg Lukács gibi gelecekte İngiliz Yeni Sol’unu tanımlayacak önemli isimlerin yanında, ki ikisi de Bostock tarafından çevrilecekti, önemli bir yere sahip oldu.  Berger; İlya Ehrenburg, Wilhelm Reich ve Sanatın Gerekliliği’nin yazarı muhalif komünist Ernst Fischer gibi Bostock’un yaptığı diğer çevirilerinden de çok etkilendi. Ayrıca Berger ve Bostock, Bertolt Brecht’in şiirlerinden oluşan bir kitabı da beraber çevirdiler.

“Yenile” sanatta ve siyasette Berger’ın şiarı oldu. 60’ların estetiği ve sol siyasetinin tazeliği, ona göre birbiriyle oldukça uyumluydu. “Yeni Sol, Batı’nın karşı kültürünü, Doğu’nun kültürünü ve Güney’in antiemperyalist hareketlerini kapsamaya başladıkça, Berger geçmişle bugünü ayıran tarihi buz çağının erimeye başladığı tespitiyle modernistlerle yeniden yakınlaştı” diyor Sperling. Bu, eski sanatın, tek başına değilse de özellikle yakın geçmişin modernist sanatının, Berger için artık müthiş siyasal öneme sahip olduğu anlamına geliyordu. “Koşulların en uygun olduğu yerde dahi gecikmiş olsa da devrim beklentisi, sanatta dolaylı yollardan saklanması bugünün değişmezliğini kabul etmemize engel olabilecek fakat artık uzak görünen bir kıvılcım yarattı. Resimler Nuh’un gemisi, savaşın öncesinin umutlarını taşıması için inşa edilmiş vasıtalar gibiydi belki de.” Bu yüzden Berger, 1967 tarihli bir yazısında 20. Yüzyılın ilk yirmi yılında filizlenen “Kübizmin Zamanı”nın aslında şimdi olduğunu yazmıştı. Berger’in mütevazı ünü 1972’de bir anda büyüdü. En başta Görme Biçimleri vardı. Yaygın ve başarısı sürekli katlanan ve belki de kendisinin en çok bilinen kitabı olmadan önce Görme Biçimleri, imgelerin şüphe çekmeyen siyaseti üzerine gizemli bir yakışıklılığa sahip olan Berger tarafından müzelerin içinde ve dışında karizmatikçe sunulan devrim niteliğinde bir televizyon dizisiydi. Kimileri Batı sanatında kadın bedeninin sürekli cinselleştirilmesinin ve manzara resimleriyle mülk sahipliğinin bağlantılandırılmasının farkına varmıştı. Başta Bostock tarafından çevrilen Benjamin olmak üzere bazıları modern reklamcılığın bu sanatsal geleneklerin en lezzetsiz özelliklerini nasıl devam ettirdiğini tartışmışlardı. Fakat Benjamin’in geniş izleyici kitlesinin yönlendirilmesine dair ezoterik öğretilerini açan ve genişleten Berger bu savlara, etkisi bugün dahi hissedilen bir katkı sundu. Bu, büyük, belki de ancak kahramanların başarabileceği bir ölçekte demistifikasyondu.

Berger aynı yıl özbilinçli düşünceler içeren tarihi roman G.’yi yayınladı (roman Mayıs 1898 Milan yiyecek isyanının ve İtalyan ordusu tarafından kanla bastırılışının müthiş bir temsiliydi). Berger’ın film ortağı Tanner’ın doğrudan ilham kaynağı olan Paris’teki Mayıs 1968 olayları da romanın içinde yer edinmişti. Don Juan’ın günümüz temsilince gerçekleştirilen seri çapkınlıklar özgürleşme eylemleri olarak gösteriliyor ve hedefindeki kadınlar tarafından da avlanma olarak değil bu şekilde deneyimleniyor. Bugünse bunların, bizim gördüğümüz biçimde yani hem kadın özgürleşmesini hem de erkeklerin rahatlığını içeren dönemin cinsel siyasetiyle daha sağlam uyuştuğu söylenebilir.

Berger’ın namı, aynı yıl iki saygıdeğer ve önemli çalışmanın başına gelen kazadan veya Berger’ın Booker ödülü açılışında izleyicilere ve kendisini öven jüri üyelerine Booker ailesinin zenginliğinin nereden (Karayip adalarındaki plantasyonlardan yani kölecilikten) geldiğini hatırlattığı ve ödül parasının yarısını Kara Panterler’e bağışladığı gösteriden kötü etkilenmedi.

70’lerin ortasına gelinceye değin Berger halk nezdinde zafer kazanmıştı. Ne var ki tam da bu anda, Berger kamusal yaşamdan elini çekip Cenevre’de bir dağ köyüne çekilmeyi tercih etti. Sperling bu tercihte Bostock’la evliliğinin bitmesi ve Bancroft’la başladığı yeni ilişkinin etkisinin ne olduğunu söylemiyor, belki de zaten kimse bilmiyor (Sperling Berger’ın gönül işleri konusunda oldukça ketum). Fakat Berger’ın bu yeni durumu hakkında çok şey öğreniyoruz. “Komşularının birçoğu belki de yüzyıllardır değişmemiş zirai yöntemlerle yaşıyordu” ve Sperling’in aktarımına göre “Berger de onlarla çalışmaya başladı. Onlar Berger’ın öğretmenleri oldu.” Berger’ın o yıllara dair anılarına ilişkin gözlemi “Orası benim için üniversite gibiydi. Tırpan kullanmayı ve hayata dair birçok anlam ve değer öğrendim.” Sperling; Berger’ın yaptığı, saman, inek, ağaç, ekin, elma ve bolca gübre içeren işleri listeliyor ve onun, “Quincy’nin çalışma yaşamında sadece bir ev değil bir dayanak: Bir cemaat” bulduğunu” ifade ediyor.

Bu Tolstoyvari yaşam biçimine geçiş, Sperling’e göre Berger’ın sanata bakışında kritik bir dönüşüme karşılık geliyordu. Sperling’e göre Görme Biçimleri Berger’ın demistifiye edici niteliğinin şahikasını temsil ediyor. Hem kitapta hem dizide Berger, sanatı “yanılgıları sürdürmeye yarayan sosyal bir pratik” olarak ele alıyor. Fakat büyük kısmı köyde yaşadığı sürede oluşturulmuş “Görme Biçimleri’nden sonra yazdığı, neredeyse her şey” sanatı “diğer pratiklerin ötesinde olana ufak bir bakış” olarak sunuluyor. “Ötesinde olan” lafı mistikçi olmamasına rağmen bir parça gizem taşıyor. Fakat Berger’ın sanata dair erken dönem yazılarına damgasını vuran şey eğer demistifikasyon ise sonradan yazdığı şeylerin bunun tersi olduğu konusunda Sperling haklı görünüyor. Bu durum artık Alplerde tırpan sallayan Berger’ın, tarih akmaya devam etse de kendisini tarihten koparmaya yönelik bir karar mı verdiği konusunda insanı düşündürüyor. Sperling’e göre “İşin aslı, 70’lerin kültür savaşlarından karşı çıktığı şeylerden çok sevdiği şeylerle tanımlanan bir yazar figürü çıkmıştı.”

Berger’ın neyi, neden sevdiği hususunda Sperling’in anlattıkları, ötede olan sanki ifade edilebilirliğin de ötesindeymişçesine, bir ölçüde muğlak kalıyor ne yazık ki. Fakat kendisini köy yaşamına çeken her neyse Berger onu çok sevmiş olmalı. Gübre küreklemek, hayvan ve bitki yetiştiriciliğinin kas gücü isteyen gereklilikleri onu memnun ederken betimleme ve temaşa için yeni malzeme sunuyordu. Domuz Toprak, Bir Zamanlar Europa’da ve Leylak ve Bayrak kitaplarından oluşan “Onların Emeklerine” üçlemesi gibi bu yıllara ait deneme ve kitaplarında Berger yeni bir konu bulmuştu: Geleneksel köy yaşamının güzelliği ve kent modernitesinin bunun yerini almasının trajedisi.

Aşk ve eleştiri el ele gitmişti. Bu yüzden saf aşk ve saf eleştiri dönemleri şeklinde bir ayrıma gitmek fazlaca basit kalıyor. Aşırı eleştirel genç bir adamken dahi Berger sevdiği şeyler hakkında yazmanın bir yolunu bulmuştu ve yaşamının ilerleyen aşamalarında, aşk ve eleştirinin birbirine muhtaç olduğu fikrine oldukça bağlı olduğunu gösterdi. Örneğin, “Hayvanlara Niçin Bakarız?” adlı denemesinde hayvanat bahçelerinin demistifikasyonu, hayvanların hayvanat bahçelerinin dışındaki varlıklarına duyulan güçlü ve somut bir sevgiye dayanıyor. Ne var ki Sperling’e göre değişim oldukça keskin. Bir eleştirmenin “fazlaca yaşamasına izin verilmiş avının büyülü yaşamını almaya takıntılı” olarak tanımladığı 1965 tarihli Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı ve 1967 tarihli “Kübizmin Zamanı” arasındaki değişen şey Berger’ın sanata bakışı değil “sanatın bağlı olduğu; devrimlerin doğası, bugünün siyasal olanakları, tarihsel zamanın işleyişi gibi diğer şeylere” bakışıydı. Berger, tam olarak yitirmese de siyasal inancının tabanı kaymıştı; zaten onu Alplere ve sanata karşı daha olumlu ve daha az demistifiye edici bir bakışa bu sürüklemişti. Sperling’in ifadesiyle Berger, ilk olarak 1956’da Macaristan’daki ve ardından 60’larda bütün Avrupa’daki olayların parçaladığı topluluk bilincinin yerini alabilecek “idealize edilmiş, köklü bir Gemainschaft”ın arayışına düşmüştü.

Berger’ın köyde bulduğu şeyin gerçekten gemainschaft olup olmadığını sorgulamak için ilkeli bir kentli olmaya gerek yok; perdenin ardına bakıldığında bu kolektivite kendine has özyıkım biçimleri, uzlaşmaz hınçlar ve çoğu zaman ölümcül bir işbirliği yoksunluğuyla birlikte gelmektedir. Sperling, Berger’ın nereden gelir elde ettiğine de biraz değinebilirdi. Berger’ın yaşamı ve eserleriyle ilgili bir kitapta dahi Sperling, paranın kaynağı ve miktarının önemli olmadığını düşünüyor. Quincyli köylülerin aksine Berger sadece topraktan değil, aynı zamanda kitaplarından geçiniyordu. (Örneğin, Booker ödülünün diğer yarısı, Avrupa’ya gelen çoğu eski köylüler olan yabancı işçilerin deneyimi üzerine yazılar ve fotoğraflar içeren 1975 tarihli kitabı Yedinci Adam’ın yazımına gitmişti. Ayrıca akademik mensubiyetlerinin getirisi de vardı.) Fakat Sperling, Berger’ın dağ yamacında bir başka şeyi nasıl bulduğunu belgeliyor. Quincy’deki ilk yıllarında, hala yeni olan hayvan çalışmaları için bugün temel bir eser olan “Hayvanlara Niçin Bakarız?”ı yazmıştı ve deneme, Berger’ın bu Alp köyünde neyi arayıp bulduğu hakkında birçok şey söylüyor. Metnin en çok alıntılanan parçaları Berger’ın, insanlar ve hayvanlar arasında bir ilişki olduğu varsayılan fakat bunun gerçekte var olmadığı hayvanat bahçeleri gibi yerleri hala açıkça demistifiye etmekte olduğunu gösteriyor. “Hayvanlar nadiren yetişkinlerin hatırlarında yer edindiği gibidir; buna rağmen hayvanlar, çocuklara çoğunlukla uyuşuk ve donuk görünür. (Çocukların “hayvan nerede?”, “neden kıpırdamıyor?” “ölmüş mü?” gibi talepkâr soruları, hayvanat bahçelerinde hayvan sesleri kadar sık duyulur.)” Biz hayvanlara bakarız, fakat onlar bize artık geri bakmamaktadır. (Burada Berger, toplumsal cinsiyet siyasetindeki “bakış”a yaptığı Görme Biçimleri’ndeki müdahaleyi tekrar ediyor.) İnsan ve hayvan arasındaki ilişki kesinlikle olması gerektiği gibi değildi fakat bunun yerini alan şey birçok yönüyle ilişki dahi değil.

1979 yılında hevesle fakat şüpheyle Domuz Toprak’ı okuduğumda, köy yaşamının Berger için hakiki insanın pastoral sığınağı görevi gördüğünü düşünerek endişelenmiştim. Tecrübeden türemeyen analitik bilgiyi kabul etmediğinden; daha da beteri, göç gibi paradigmatik modern deneyimlerin hakiki tecrübe üretebileceğini reddettiğinden endişe etmiştim. Artık köylüler yoksa, deneyim imkansızdı. Bununla birlikte o günden beri bu düşünceyi geriye doğru takip ettim. Neticede hayvan kesiminin endüstriyel olmaktan ziyade bir zanaat olduğu köy yaşamı tamamen yok olmuyor. Şu anda bulunduğum köy birçok ölümcül saldırının hedefi olmuş; direnişe misilleme olarak Almanlar tarafından yakılmış, genç erkeklerinin bir kısmını Amerika ve Avustralya’daki iş fırsatlarına kaptırmış, okulu hükümet tarafından kapatılmış, akışı çokuluslu bir şirket tarafından değiştirilerek içme suyu ülke dışına taşınmış ve pazarlarıyla sosyal yardımları bankerlerin güdümlediği bir kemer sıkma rejimince köküne kadar kurutulmuş. Yine de hayat dolu bir köy. Kamyon ve traktörlerin ihtiyaç duyduğu dışarıdan alınmak zorunda olunan petrolün yerini güneş enerjisi alabilse neredeyse tamamen kendine yeter hale gelebilir. Tabi ki buradaki kimse kullanmayı yıllar zarfında öğrendiği internet veya diğer ulusal ya da uluslararası bağlantı biçimlerini bırakmak istemiyor. Yine de burada siyasal düşünce için kullanışlı kaynaklar mevcut.

Berger’ın hareketinin, sanki herkesin küçük bir köye taşınıp insanlığını korumak için köylülerin yaşadığı gibi bir yaşam sürmesi gerekiyormuş gibi bir çeşit Kantçı ahlaki zorunluluktan kaynaklandığını düşünmek saçma görünüyor. Bu, ne var ki o kadar saçma bir düşünce değil. Dünyanın yerli halkları gibi, köylüler zehirlenmiş ve hormonlu dünyamız sürdürülebilir yaşam biçimleri kurmaya çalıştıkça artarak ihtiyaç duyacağımız bilginin saklandığı yerler olma işlevi üstleniyor. Domuz Toprak’ın sonsözünde Berger, “devrim”in hedefini “hayatta kalma”nınkiyle karşılaştırırken sadece köy yaşamının hayatta kalmasından bahsetmiyor; ayrıca reddedilemez biçimde, insanlığın hayatta kalmasından bahsediyor.  “Onların Emeklerine” üçlemesini bugün okuyan herhangi bir kişi öncelikle iklim krizini, dünya üzerindeki giderek artan tahribatı ve köy yaşamının bize, daha büyük çapta uygulanabilecek dersler verebileceği ihtimalini düşünmek zorunda kalıyor. Bu derslerin uygulanabilmesi için bir devrimin gerekli olup olmayacağı ise başka bir soru.

Mevcut sosyal yaşama, küçük çaplı fakat gerçekleştirilmiş alternatiflerin yarattığı çekim tabi ki zaten 1960’ların karşı kültürünün bir parçasıydı. Bu açıdan Berger’ın Alplere taşınması tuhaf değildi veya bir geri çekilme teşkil etmiyordu. Yeni Sol’un diğer gazileri gibi Berger de topluluğa herhangi bir biçim ve ölçekte yatırım için uzun erimli hedeflerinden feragat ediyordu. Dolayısıyla, Sperling’in kitabının sonunda, anlatısındaki şaşırtma unsuru her ne kadar zarif olsa da Berger’ın paylaşılan ve kamusal anlamda tarihe geri dönüşü şaşırtıcı değil. 2001’de Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı ve ABD’nin buna cevabı Berger için her şeyi değiştirmiş; 11 Eylül, eski maharetlerini entelektüel ve siyasi mücadele için yeniden seferber edip çabaları dolayısıyla müttefikleri tarafından dünyanın her yerinde sahiplenilmesine olanak vermişti. Bu yüzden okur, yaşlı (estetik ve mistik) ve genç (siyasal, demistifiye eden) Berger arasında seçim yapmak zorunda bırakılmıyor. Onun dayanışma beyanları Chiapas/Meksika, Filistin ve dünyanın her yerindeki kadirbilir okurların dilinde dolaştı. Sperling’e göre “Gençliğinin militanlığı, bununla birlikte vicdanı ve aynı zamanda gücü” geri dönmüştü. Berger’ın sanat yazılarının editörlüğünü yapmış Tom Overton’ın bana söylediği gibi, G.’deki Milan katliamı betimlemesi Filistin’de yüksek sesle okunuyordu.

Berger’ın, uzun hayatının sonuna doğru ifadesini bulan düşüncesi her daim bir militan olarak yaşadığını ortaya koyuyor. Yazdığı her şeyin “Duvar döneminde…” yazıldığını söylüyor Berger, “her yerde duvarlar umutsuz yoksullarla görece zengin kalmayı umut edenlere karşı umut edenleri ayırıyor. Duvarlar, tarımdan sağlık güvencesine kadar her alanı kesiyor… Bugünün dünyasındaki anlam tercihi işte tam da burada, duvarın iki tarafının arasında. Ayrıca duvar her birimizin de içinde. Koşullarımız ne olursa olsun, duvarın hangi tarafıyla uyumlu olduğumuzun seçimi kendi içimizde.” 

 

Metnin İngilizce Aslı: Robbins, Bruce (2020) “Ways of Being: John Berger’s life between aesthetics and politics.” The Nation, https://www.thenation.com/article/culture/john-berger-joshua-sperling-biography-review/ (son erişim: 28.02.2021)

Çeviren: Deniz Ekim

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...