Doğu Akdeniz krizi, örtüşen iki gelişmeyi yansıtıyor. Bir yandan Türkiye’nin uluslararası arenada gittikçe artan kendinden emin duruşunun bir tezahürü iken bir yandan da Türkiye ile Mısır ve BAE gibi düşmanları arasındaki jeopolitik rekabetin yoğunluğunu da gösteriyor. AB Üye Devletlerinin Türkiye ile farklı düzey ve biçimde olan ilişkileri, bu gelişmelere tutarlı bir şekilde nasıl yanıt verileceği konusunda bir fikir birliğini engellemektedir. Katılım müzakerelerinin durması ve tartışmaların işbirliğinden çok çatışma alanlarına odaklanmasıyla, dış politikanın askerileştirilmesi AB’nin güney çevresinde giderek daha yaygın hale gelirken AB-Türkiye ilişkileri çıkmaza giriyor.
12 Ekim'de Türkiye; Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki gerginliğin merkezinde olan araştırma gemisi Oruç Reis'in Yunanistan'ın Meis adasının güney kıyılarında faaliyetlerine devam edeceğini duyurdu. Özellikle, Ankara'nın Eylül ayında Oruç Reis'i Türkiye kıyılarına çekmesi ve ayrıca hem Yunanistan hem de Türkiye’nin, NATO şemsiyesi altında keşif görüşmelerine devam etmeye hazır olduklarını ifade etmeleri sonrasında gerçekleşen bu duyuru pek çok kişiyi şaşırttı. 15 Ekim'de Alman ve Fransız diplomatlar Türkiye'yi Avrupa Birliği'ni (AB) “kışkırtmakla” suçladılar ve Ankara diyaloğu sürdürmemesi durumunda AB'den sert bir yanıtla karşılaşabileceğini belirttiler. Bu uyarı, 1 Ekim Avrupa Konseyi'nin (EUCO) dış ilişkilerle ilgili sonuçlarını tekrar ediyordu.
Ankara, 30 Kasım'da Oruç Reis'in limana geri dönmesini emretmiş olsa da, Doğu Akdeniz krizi çeşitli nedenlerden ötürü baskı unsuru olmaya devam edecek. Ağustos ayında artan gerilim, NATO müttefikleri Yunanistan ile Türkiye arasında askeri ihtilafın uzak bir olasılık olmadığını gösterdi. Aynı zamanda Türkiye’nin artan uluslararası yalnızlığını da ortaya çıkardı. Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs ile deniz sınırı anlaşmazlığı, Mısır ve BAE’ye karşı güç rekabeti ile örtüşürken, son aylarda Türkiye ve AB arasında hızla anlaşmazlığa dönüştü. Aynı zamanda, Üye Devletlerin Türkiye’ye yönelik çıkarlarının farklı olması, AB'nin Ankara'ya karşı ortak bir yaklaşım benimsemekte karşılaştığı zorlukları ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’nin Agresif Dış Politikası
2016 başarısız darbesinden bu yana, Türk dış politika oluşturma süreci başlıca “kendi (ülke) göbeğini kendi kesme” durumuna hazırlıklı olması için yönlendirildi. Türkiye’nin güvenlik algısındaki bu değişim iki ön kabule dayanıyor. Birincisi, 2016 darbe girişimi sırasındaki dayanışma eksikliği ve ABD'nin IŞİD'e karşı Kuzey Suriye'de PYG / YPD ile ortaklığı nedeniyle, Ankara artık Batılı ortaklarına tam olarak güvenemeyeceğine inanıyor. İkincisi, Batı'yı; liberalizmin geri çekilmesi ve ABD'nin Trump Başkanlığı altındaki çok taraflı taahhütlerinden vazgeçmesinin yarattığı iktidar boşluğu nedeniyle, nihai düşüşte olarak addediyor. Bu iki ön kabul, geçtiğimiz iki yıl içinde Suriye'den (en yakın zamanda) Dağlık Karabağ'a kadar pek çok cephede 2010'ların başındaki yumuşak güç politikalarından açık bir biçimde agresif dış politikaya doğru önemli bir değişime yol açtı. Ankara, bölgesel statükoyu reddetmekte ve etki alanını Kafkasya'dan Kuzey Afrika ve Akdeniz bölgesine genişletmek istemektedir.
Kıbrıs'ın Münhasır Ekonomik Bölgesi'ndeki (MEB) sondaj faaliyetlerini izlemek için Türk savaş gemilerinin konuşlandırılması ve 2019'da Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti (GNA) ile Yunan adası olan Girit’in deniz kıyısı üzerinde engebeli bir yolculuk yapan MEB anlaşmasının imzalanması yoluyla Yunanistan'ın tahrik edilmesi hiçbir şekilde münferit bir hadise değildir. Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasında MEB'lerle ilgili çatışma 2000'lerin başında başladı ve 2010'ların başındaki doğalgaz rezervlerinin keşfiyle yoğunlaştı. Ancak son zamanlarda Ankara’nın yaklaşımı, BM’deki diplomatik itirazlardan askeri taktiklerin gerçekleştirilmesine dönüşmeye başladı. Türk karar vericiler, ülkelerinin EastMed Gaz Forumu'ndan (EMGF) dışlanmasını ve hem hasımlarının (BAE ve Mısır gibi) hem de Batılı ortaklarının Yunanistan ve Kıbrıs ile aynı safa geçmelerini kendi ayakları üzerinde durabilme ihtiyacını teyit ediyor olarak görüyorlar.
Ankara'nın Doğu Akdeniz'deki eylemlerinin ideolojik temeli, Yunanistan ve Kıbrıs'ın transatlantik ittifak desteğiyle Türkiye'yi çevreleyen denizleri kontrol etme girişimlerini engellemek için deniz üstünlüğünün gerekli olduğu "Mavi Vatan" doktrinidir. Söz konusu, Türkiye’nin deniz sınırlarına sahip olma hakkı, hidrokarbon kaynaklarının mülkiyeti ve yalnızca Türkiye tarafından tanınan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin statüsüdür.
Mavi Vatan doktrini; Türkiye’nin karşı konulmaz enerji bağımlılığının bir yansıması (2019 enerji ithalatı yaklaşık 41 milyar ABD dolarıydı) olarak Ankara’nın kaynaklara erişimine vurgu yaparak, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs ile ilgili geleneksel güvenlik endişesi söylemini birleştirmektedir. Bu doktrin hem sol hem de sağ eğilimli aşırı milliyetçilerin yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yaverlerinden de geniş bir destek aldı. Siyasi aktörlerin bu ittifakı, 2016 darbe girişiminin ardından devlet aygıtı içindeki yeniden yapılanmayı yansıtıyor.
Bölgesel Güç Çekişmesi: Türkiye, Mısır ve BAE'ye karşı
Yine de ittifak anlaşmazlığa meyillidir. “Mavi Vatan” doktrininin mimarları, sadece Doğu Akdeniz'de Yunanistan ve Kıbrıs'a karşı askeri duruşun devam ettirilmesini desteklemekle kalmayıp, aynı zamanda Mısır ve İsrail ile bir denizcilik anlaşmasının yanı sıra Beşar Esad'la teması da destekliyorlar. Bu duruş, ana muhalefet aktörleri tarafından da destekleniyor. Ancak Erdoğan'ın liderliğinde AKP'nin Arap Baharı sırasında (ve sonrasında) Müslüman Kardeşleri desteklediği (ve desteklemeye devam ettiği) göz önüne alındığında, Abd al-Fattah as-Sisi veya Esad ile uzlaşma sağlamak zor olacaktır.
Türkiye'nin bölgesel statükoya karşı bu muhalefeti temelinde baktığımızda, Ankara'nın Doğu Akdeniz'deki agresif dış politikası, krizin bölgesel bir soruna dönüşmesine katkıda bulunmuştur. Kahire, üst düzey üyeleri İstanbul'da sürgünde olan Müslüman Kardeşler'e verdiği destek nedeniyle Ankara tarafından giderek daha fazla tehdit altında hissederken; Ankara’nın 2020'nin başlarında Libya'ya yapılan ve Kahire'nin desteklediği General Hafter'e karşı güç dengesini değiştiren askeri müdahalesi de bu duyguyu sadece şiddetlendirdi. Mısır ayrıca Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki eylemlerini enerji ticareti ve sıvılaştırılmış doğal gaz dağıtımı için bölgesel bir merkez haline gelme çabalarına bir meydan okuma olarak görüyor.
Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki eylemlerini bir güvenlik tehdidi olarak gören sadece Kahire değil. BAE ve Türkiye, Suriye ve Libya'daki farklı aktörleri destekliyor. Aynı zamanda BAE, Türkiye ile Katar arasındaki yakın ilişkilerin (Türkiye’nin 2017'deki sözde Katar krizi sırasında Katar’a diplomatik ve askeri destek vermesi) kendi bölgesel hegemonik özlemlerine bir meydan okuma teşkil ettiğini düşünüyor.
2019'un başından beri tüm bu unsurların ortak etkisi Doğu Akdeniz krizini mükemmel bir fırtınaya çevirmek oldu.Akdeniz artık askeri gücü göstermek ve jeopolitik rekabete girmek için çok katmanlı bir oyun alanı. EMGF'nin oluşumundan ve forumun Kahire merkezli bölgesel bir organizasyona dönüştürülmesine yönelik son mutabakattan Yunanistan, Kıbrıs, Fransa, Mısır ve BAE arasında artan askeri ve diplomatik işbirliğine kadar değişen gelişmeler bunu kanıtlıyor.
AB içinden yanıtlar
Yunanistan ve Kıbrıs'ı doğrudan etkileyen ve diğer AB Üye Devletleri için bir rahatsızlık kaynağı olan Türkiye’nin agresif dış politikası, AB içinde Türkiye’ye karşı ortak bir politika oluşturma çabalarını yoğunlaştırmıştır.Birlik, Yunanistan ve Kıbrıs’ın yanında çatışmaya dahil olurken, Üye Devletler arasında Türkiye’ye yönelik bilinen görüş ayrılıkları su yüzüne çıktı.
Örneğin Fransa'yı ele alalım. Fransa, hem daha bağımsız bir Avrupa dış politikası arayışı hem de 2020'nin başlarında Türkiye'nin müdahalesinin ardından Libya'daki iktidarın UMH'nin lehine değişmesinden duyduğu rahatsızlığa paralel olarak, Yunanistan ve Kıbrıs'ı desteklemekte ve agresif bir yaklaşımı savunmaktadır. Bu duruş, Türkiye’nin özellikle, egemenlik, askeri gücün sergilenmesi ve artan savunma harcamaları vurgusu ile benzerlikleri var. Yunanistan’ın 14 Eylül’de Fransız silahlarını satın alması ve Fransa’nın Yunanistan, İtalya ve Kıbrıs’la ortak askeri tatbikatlarını yerinde bir örnek olarak verebiliriz. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Pax Mediterranea'nın oluşturulmasının; Akdeniz üzerinde siyasi işbirliği için yeni zeminler sağlamak ve Türkiye’nin “imparatorluk fantezilerini” durdurmak için çok önemli olduğunu düşünüyor.
İtalya, İspanya ve Malta gibi Güney Avrupa ülkeleri, Pax Mediterranea ile Türkiye arasında bir denge arıyor gibi görünüyor. Örneğin İtalya, Doğu Akdeniz'de sadece Yunanistan ve Fransa ile değil, aynı zamanda Türkiye ile de ayrı askeri tatbikatlar gerçekleştirdi. Roma, enerji çeşitliliği hedefinin peşinde ve Libya'daki ekonomik ve güvenlik çıkarlarını koruma ihtiyacını göz önünde bulundurarak, dikkatli bir şekilde AB'nin iç dayanışma ilkesine bağlılığı ve Türkiye ile pratik ilişkilerin sürdürülmesini dengelemeye çalışıyor. Bu arada hem İspanya hem de Malta, Eylül ayında düzenlenen MED 7 Korsika toplantısında Yunanistan ve Kıbrıs ile dayanışma içinde olduklarını ifade ettiler. Bununla birlikte, Türkiye'ye karşı daha uzlaşmacı bir yaklaşımı savunuyorlar. Fransız ve İtalyan bankalarının yanı sıra İspanyol bankaları Türkiye'nin ekonomik sıkıntılarına en çok maruz kalırken, Türkiye ve Malta göç konusunda işbirliği yapıyor.
Doğu Avrupa ve Baltık devletlerinin de kendi stratejik düşünceleri var. Genel olarak NATO bu devletlerin ulusal güvenlikleri açısından kritik olduğu için uzun süredir NATO müttefiki olan Türkiye ile sorunsuz bir ilişki önemlidir. Bazı liderler Cumhurbaşkanı Erdoğan ile kişisel bir dostluk bile kurdular.
Avrupa'nın en büyük Türk diasporasına ev sahipliği yapan ve Türkiye ile güçlü ekonomik bağlara sahip olan Almanya, Ankara'ya karşı diyalog temelli bir yaklaşım taraftarı. Belki de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Berlin, Ağustos ayında Türkiye ile Yunanistan arasında arabuluculuk çabalarını başlattı.
AB-Türkiye İlişkileri: Yüzleşme ve Yeniden Güven İnşası Arasında
Üye Devletler, Türkiye ile ilişkilerine ulusal çıkarları temelinde yaklaşma ve AB düzeyindeki duruşlarını buna göre şekillendirme eğilimindedirler. AB'nin, Türkiye'nin tek taraflılığı ile yüzleşmek ve ikili gerilimlerin AB düzeyinde politika oluşturma sürecini belirlemesini engellemek arasında dikkatli bir denge izlemesi zorunludur.
AB-Türkiye ilişkilerindeki mevcut çıkmaz nedeniyle uzlaşmanın gerçekleşmesi şu anda imkansız değil bile zordur. 1 Ekim EUCO sonuçlarının açıklanmasından bu yana, Sayın Erdoğan’ın Fransa’yla İslam üzerine tartışması sırasında Fransız ürünlerini boykot etme çağrısı, 1974 Kıbrıs işgali sırasında Türk kontrolüne giren ve Kıbrıs'ın Gazimağusa kentinin terk edilmiş güney mahallesi olan Maraş'ı açma kararı; ve Erdoğan’ın Kıbrıs’ta iki devletli çözüm çağrısı gibi bazı endişe verici gelişmeler oldu. Bütün bunlar sadece mevcut çıkmaza katkıda bulundu.
Yine de, AB-Türkiye ilişkisinin daha fazla kötüleşmesini önlemek için bazı adımlar atılmalıdır. AB, Türkiye'ye Doğu Akdeniz'de, özellikle de Meis ve enerji kaynaklarının dağıtımı konusundaki iddialarının dikkate alınacağını bildirmelidir. Aynı zamanda Türkiye'nin uluslararası hukuka uyması konusunda ısrar etmeye devam etmelidir. İşbirliği alanları ve kapsamı hakkında bir tartışmanın yeniden canlandırılması, dış politikanın işleyişini iyileştirmeye daha da yardımcı olabilir.
AB ayrıca, IPA fonlarının sınırlandırılması ve Türkiye'nin AB programlarına katılımı veya mevcut Gümrük Birliği anlaşması kapsamında tartışmalı ticaret uygulamalarına ilişkin soruşturmalar başlatmak gibi Türkiye'ye baskı yapmak için çeşitli ekonomik araçları kullanabilir. Ve yaptırımlar her zaman bir araç olarak mevcut olsa da, bunların ne kadar faydalı olacağı büyük ölçüde kapsama bağlıdır.
Üyelik görüşmelerinin resmi olarak askıya alınması cazip bir seçenek gibi görünse de, AB'nin uzun vadeli çıkarları arasında olmamalıdır. İktidardaki AKP/MHP'nin azalan oy oranına ve bu ittifak içindeki giderek artan çatlaklara bakıldığında AB üyelik müzakerelerini gelecek, Türkiye demokratik onarım arayışına başlarsa ve başladığında, için normatif bir araç olarak tutmalıdır.
Doğrudan Türkiye'yi hedef alan araçların yanı sıra, özellikle Doğu Akdeniz çoklu vekalet savaşları için bir oyun alanı ve MENA bölgesindeki statükoyu yeniden yapılandırmak için bir savaş alanı haline geldiğinden, AB'nin güney bölgesinde daha büyük bir barış inşası sorunu da var. Dış politikanın askerileştirilmesi, Türkiye'ye özgü olmasa da, bu iktidar rekabetinin hem katalizörü hem de sonucu gibi görünüyor. AB içindeki karar vericiler, Türkiye’ye yönelik olan politikaları değerlendirirken Doğu Akdeniz krizinin bölgesel boyutunu dikkate almalıdır. Savunma kabiliyetinin dış politikanın askerileştirilmesi için gerekli ön koşullardan (kendi başına yetersiz olsa da) biri olduğu göz önüne alındığında, AB, ikili kullanım malzemeleri de dahil olmak üzere silah ambargosu seçeneğini daha etkili bir şekilde kullanabilir. Savunma sanayiine yönelik yaptırımlar, AB'nin düşünebileceği bir diğer seçenektir. Aynı zamanda, Üye Devletler, Türkiye'yi dengelemek için taktik bir araç olarak diğer aktörlere silah satışının gerçekleştirilmesi konusunda dikkatli olmalıdır.
Metnin İngilizce aslı için: Sinem Adar, İlke Toygür. (2020). Turkey, the EU and the Eastern Mediterranean Crisis. 62
https://www.swp-berlin.org/10.18449/2020C62/
Yasir Safa Doğancil
Yorumlar
Yorum Gönder