Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları alanında
araştırma yapan sivil toplum kuruluşu olan Freedom House’un 2020 Özgürlük
raporuna göre özgür olarak nitelendirilen ülkelerin sayısı son on yıldır
azalarak yüzde 42.6’ya ulaşırken özgür olmayan ülkelerin payı artarak yüzde
25.1’e ulaşmıştır. Kalan yüzde 32.3 ise “rekabetçi otoriter”, “seçilmiş
otoriter”, “yarı- otoriter”, “hibrit” rejim gibi birçok isimle adlandırılan ve
“gri bölgede” bulunan kısmen özgür ülkelere ayrılmıştır. Bir zamanlar demokrasi
yolunda ilerlemeler kaydeden Güneydoğu Avrupa ülkelerinin çoğu günümüzde otoriteryanizme
giden hibrit bir ülke statüsünde sıkışmış vaziyettedir.
Demokrasi ile otoriteryanizm arasında bir yerde duran ve
içinde her iki yönetim biçiminin bazı özelliklerini barındıran hibrit rejimleri
benimseyen ve gizli otoriter devlet ve kusurlu demokrasiler olarak bilinen
Balkan Yarımadası’ndaki kimi ülkelerde seçimler rekabetçi olmadığı gibi iktidar
partisine rakiplerine karşı sistematik avantajlar tanındığı için ayrıca haksızdır.
Bu şekilde işlenen sistem, çeşitli yasal ve yasal olmayan yollara başvurarak muhalefeti
zayıflatmakta, ana partinin ise darbe, devrim, dış müdahale olmadığı müddetçe
uzun süredir iktidarda kalmasını sağlamaktadır. Siyaset bilimci David Runciman kendi
“How Democracy Ends” kitabında seçimlerde oyların çalınmasını, seçimlerdeki
manipülasyonları ve yürütmenin aşırı güçlenmesini demokratik düzene karşı birer
darbe olarak nitelendirerek demokrasiyi seçimlerdeki mağlupların yenilgiyi
barışçıl bir şekilde kabul ettikleri ve karşı çıkmadan iktidar teslim ettikleri
bir düzen olarak tanımlamaktadır.
Adil olmayan seçimler ve aşırı güçlenen iktidarın yanı
sıra Güneydoğu Avrupa’daki kusurlu demokrasilerin bir başka özelliği şeffaf
yönetimlerin olmayışıdır. Bu gibi gizli otoriter ülkelerde yönetimin
şeffaflığını sorguya çekebilecek ve halkın habersizliğine ilaç olabilecek özgür
medyanın varlığı şarttır. Satın alınamayan, susturulamayan ve korkutulamayan bağımsız
medya her ne kadar çok nadir olsa da tüm zorluklara rağmen halkı gelişmelerden
haberdar etmeye devam etmektedir. Bunu dikkate aldığımızda, seçimlerin
önemsizleştiği, ifade ve basın özgürlüğünün en aza indirildiği Güneydoğu
Avrupa’nın kimi hibrit rejimlerde seçimlerdeki katılım oranlarının düşük
olması, halkın kendi sesini duyuramadığı için pasifleşmesi gibi olgular hiç
şaşırtıcı değildir.
Batı Balkan başta olmak üzere Güneydoğu Avrupa’da gözlemlenen
bir diğer anomali git gide güçlenen ve yasallığı tartışılır yollar ile zenginleşen
ekonomik elitlerdir. Atanmış görevlilerin halka karşı sorumlu olması varken
şirketlere, firmalara, girişimcilere hesap vermesi, devlet bütçesinin onların
yatırımlarına, iktidar partilerin ise onların sermayesine muhtaç kalması
devleti özel bir mülk haline getirmekte. Halka yönelik bir hesap verebilirlik
söz konusu olmadığından devlet ayrıcalıklı azınlığının özel çıkarlarına tabi
olmaya başlamaktadır (ki buna literatürde ‘state capture’ denmekte). Bölgenin
kusurlu demokrasilerinden söz edildiği zaman akla gelen terimler arasında
nepotizm, patronaj ve klientelizm ayrıca bulunmaktadır. Makyaj olarak
kullanılan demokratik kurumların arkasındaki otoriter pratiklerinin
sürdürülmesinde katkıda bulunan herkes kamu kaynaklarından ödüllendirilmekte. İşe
atama veya para şeklindeki rüşvetler aşırı bozulmuş rejimlerin ayakta kalmasını
güvence altına almakta. Atama liyakata dayalı bir işlem olmaktan ziyade iktidar
partisi destekçilerin, akrabanın, dostların bir nevi ayrıcalığı olduğu
ülkelerden beyin göçün olması ayrıca beklenen bir olgudur. Ve fakat gençlerin farklılıkları,
kritikleri, sesin duyurulmasını bastırmaya çalışan bir sistemi terk etmesi
birer korkaklık ve kaçma olarak algılanamazken daha çok zorunluluk ve kendi
bilgilerinin takdir edileceği yeni bir sistem arayışıdır.
Halkı yanına çekebilmek ve onun sorgulamasını
önleyebilmek adına kusurlu demokrasiler düşman kültüne ayrıca başvurmaya
eğilimlidir. Başka ulusu, kültürü, düşünceleri, gelenekleri birer tehdit olarak
empoze eden rejim kendine halkın ve ülkenin kurtarıcı lakabı atfetmeye
meyillidir. Yaratılan tehditlere ve krizlere inanan halk kendi değerlerini
koruyabileceğini düşündükleri güçlü bir lider, bir nevi ‘diktatöre’ razı olmaya
başlamakta, böylece, rejim sistematik bir şekilde çeşitli aktörleri
ötekileştirerek gizli işlerini gündemden kaldırmayı başarmaktadır. Üstelik,
yasama ve yargı iktidara tabi ise yolsuzluklara son verecek potansiyele sahip
devlet içi bir kurum kalmamış vaziyettedir. Peki, uluslararası toplum bölgede
söz geçirebilecek kadar güçlü ve ilgili midir?
Güneydoğu Avrupa’ya yönelik araştırmaları yapan analist
ve siyaset bilimciler Avrupa Birliği’nin bölgedeki etkinlikler ile bölgenin
demokratik gerilemesi arasında doğrudan bir bağ kurmaktadır. Mevcut duruma
baktığımızda, Bulgaristan, Hırvatistan, Romanya, Slovenya ve Yunanistan Avrupa
Birliği’nin içindeyken Arnavutluk, Karadağ, Kuzey Makedonya ve Sırbistan aday
ülke, Bosna Hersek ve Kosova ise potansiyel aday ülke olarak
nitelendirilmektedir. Aday ve potansiyel aday ülkeler müzakere sürecinde fasılları
açarak farklı seviyedeki ilerleme kaydetmiş durumdadır. Halbuki, çoğu analist
bu reformcu deneyimleri otoriteryanizme giden rejimlerin liberal olmayan
pratiklerini saklayan bir makyaj olarak görüp uluslararası toplumun bunun farkında
olduğunu ve fakat bölgedeki devletlerarası iyi komşuluk ilişkileri ve sözde
ekonomik stabilite ile yetindiğini belirtmektedir. Bu devletler, Avrupa Birliği
üyeliği peşinde koşma ve şartlara uyma bahanesi ile hesap verebilirlikten ödün
vermeye razıdır. Yavaş da olsa belli reformları yaptıkları için dış destek ve
ülke içi meşruiyet sağlamaya çalışan, bölgede stabiliteyi sürdüren ve fakat
otoriter pratiklerden ödün veremeyen bu tarz rejimlere literatürde ‘stabilitokrasi’
denmekte. Ancak, demokratik gerileme sadece aday olan Güneydoğu Avrupa
ülkelerinde mevcut olmayıp Macaristan, Avusturya, İtalya, Polonya gibi üye
ülkelerde ayrıca mevcuttur. Üstelik, ciddi gerilemeyi kaydeden devletlerde kimi
siyasi partilerin Avrupa Halk Partisi’ne üye olması tesadüf değildir.
Peki, nasıl oldu da Güneydoğu Avrupa’daki demokrasiler
gerilmeye başladı? Ayrıca, bu bölgede konsolide edilmiş bir demokrasi hiç
yaşandı mı ki son yıllarda gerilebilesin? Bu gibi sorular bölgedeki siyasi
kültür tartışmasına yol açmaktadır. Çoğu analist bölgedeki kolektif hafızanın
demokratik tecrübe ve değerlerden muaf olduğunu düşünmekte. 2000’li yıllarda
Batı Balkan başta olmak üzere bölgedeki pragmatik liderler uluslararası
gelişmeler gereği eski otoriter geleneklerden kopup demokratik bir yol izlemeye
başlamıştır. Halbuki, çoğunun yaptığı demokrasi kılığına girerek liberal olmayan
pratiklere devam etmek olmuştur. Geçmişteki kötü tecrübelere rağmen, son
dönemlerde yaşanan kimi bazı olumlu gelişmeler ve rejim değişiklikleri durumun
vahametinin farkında olanların var olduğunu ve ülkelerin daha özgür ve daha iyi
bir yarın için mücadele etmeye hazır olduklarını kanıtlamıştır.
-Nikolina Kojović
Kaynakça
Bieber, Florian, “Patterns of competitive
authoritarianism in the Western Balkans”, East European Politics, No. 34 (3), (2018),
s.337–354,DOI: 10.1080/21599165.2018.1490272.
Džihić, Vedran, Damir Kapidžić ve d., “Political Culture in
Southeast Europe”, http://library.fes.de/pdf-files/bueros/sarajevo/15414.pdf,
7.01.2021.
Kapidžić, Damir, “The rise of illiberal politics in
Southeast Europe”, Southeast
European and Black Sea Studies, No. 20 (1), (2020), s. 1-17, DOI: 10.1080/14683857.2020.1709701
Krajcer, Nenad, ”Defektne
demokratije jugoistočne Evrope”, https://www.dw.com/sr/defektne-demokratije-jugoisto%C4%8Dne-evrope/a-53319590, 25.12.2020.
Markowski, Radoslaw, “The state of democracy in Central
and Eastern Europe”,https://www.sciencespo.fr/ceri/fr/content/dossiersduceri/state-democracy-central-and-eastern-europe, 4.01.2021.
Richter,Solveig ve Natasha Wunsch “Money, power, glory:
the linkages between EU conditionality and state capture in the Western Balkans”, Journal of European Public Policy, No.
27 (1), (2020), s. 41-62, DOI: 10.1080/13501763.2019.1578815.
Yorumlar
Yorum Gönder