Hayatımızın
farklı alanlarını cendere altına alan ve birçok bilim insanı tarafından
dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük sorun olarak belirtilen iklim krizi,
yoğun etkisini her geçen gün daha da hissettirmekte. İklim krizi, yalnızca
sıcaklık seviyesinin yer yer artması veya azalmasına sebep olmuyor, aynı zamanda
ekstrem doğa olaylarının (aşırı yağış, aşırı kuraklık, ani hava değişimleri vb)
gerçekleşmesini beraberinde getiriyor. Su krizi de iklim krizinin önemli olarak
etkilediği hayati sorunlardan biri. İçinde bulunduğumuz günlerde Türkiye’nin
dört bir yanında yaşanan su krizi, çevre aktivistlerinin neden iklim
değişikliğini iklim krizi veya iklim acil durumu olarak adlandırmak gerektiği
argümanını güçlendiriyor.
Son birkaç
aydır, barajlardaki içme suyu oranının ciddi oranda düşmesi; aralık sonu ve
ocak başında hissedilen mevsim normalleri dışındaki yüksek sıcaklıklar; bir
süredir gerçekleşmeyen yağışlar; çeşitli ağızlardan gerçekleştirilen tasarruf
çağrısı vb. olgular su sorunuyla karşı karşıya kaldığımızı bizlere gösteriyor.
İstanbul’un önemli su kaynakları olan barajlarda doluluk oranının %20’nin
altına düştüğü bir durumun içerisindeyiz. Bazı büyük ve uzun su kesintileri
yaşanmaya başlandı. 20 milyonluk bir nüfusa sahip İstanbul’da su krizinin
yaşanması ve eğer bir önlem alınmazsa bunun giderek daha yoğun hissedilmesi
başka birçok problemi de beraberinde getirecek. Ayrıca çeşitli çalışmalar, bu
durumun yalnızca Türkiye’de hissedilmediğini, Balkanlar’da da benzer sorunların
yoğun şekilde hissedildiğini gözler önüne seriyor.
İklim krizinin
doğrudan etkilediği su sorununun başka temel sebepleri de var. Gündelik hayatta
tüketilen doğrudan ve doğrudan olmayan su tüketiminde söz edilmekte ve bu durum
“su ayak izi” kavramıyla açıklanıyor. Diş fırçalarken, bulaşık yıkarken ve duş
alırken harcadığımız su, doğrudan su tüketimini işaret ederken bir de giyilen
kıyafetin üretiminde veya tüketilen etin hazır hale getirilmesi sürecinde
harcanan su dolaylı su tüketim miktarı olarak hesaplanıyor. Hem doğrudan hem de
dolaylı su tüketim miktarlarının toplamı ise su ayak izini meydana getiriyor.
Artan nüfusun, depolanan su miktarını da olumsuz etkilediği bilim insanları
tarafından sıklıkla belirtilen hususlardan biri. Ancak artan nüfusun
dillendirildiği kadar büyük kitlesel-üretimde meydana gelen ve hatta belki de
israf edilen su tüketimine dair bir söz bile söylenmemesi de ikiyüzlü bir
tavırdan başka bir şey değil.
Bu sancılı
durumu Türkiye’nin iklim politikasında da görmek mümkün. Çevre ve Şehircilik
Bakanı Murat Kurum daha geçtiğimiz gün 2021 yılında bir İklim Kanunu’nun
meclisten geçirilerek Türkiye’nin sağlam iklim politikalarına ön ayak olacağını
söylüyor. Ancak bu durum ne yazık ki ufak hesaplar uğruna Türkiye’nin Paris
İklim Antlaşması’nı onaylamayan sayılı ülke arasında olduğu gerçeğini
değiştirmiyor. Açıkça görünüyor ki iklim politikalarında daha şeffaf ve planlı
adım atmak gereği ortada. Su kriziyle ilgili de bunu söylemek mümkün. Bugün
Türkiye’nin içerisinde bulunduğu su krizine çözüm olarak deniz suyundan içme
suyu elde etme çabasının tek alternatif olarak resmi ağızlarca sunulması
korkunç bir durum.
Su krizi için
başka bir öneri de tasarruf. Tasarruf ilk elden anlamlı bir seçenek gibi
görünüyor. Ancak hem iklim krizi hem de su krizi düşünüldüğünde sorun da daha
büyük, resim de. Esas olarak barajlardaki doluluğu sağlayan yağış rejimi. İklim
krizinin acil bir duruma dönüşmesi ve yoğun olarak ekstrem doğa olaylarıyla
kendini hissettirmesi çeşitli sorunları beraberinde getiriyor. Her ne kadar
bireysel-gündelik su tüketim alışkanlıklarımızı dikkatli şekilde revize etmemiz
gerekiyorsa da kitlesel üretimde harcanan su miktarını denetlemek ve iklim
krizine sebep olan sera gazı etkisi yaratan durumlardan acilen uzaklaşmak ve
fosil yakıt kullanımı sonlandırmak zaruridir. Zira şu an su krizi olarak
tezahür eden iklim krizi, yarın çok daha başka şekillerde kendini gösterecek ve
yaşamın sürdürülebilirliğini derinden etkileyecek.
Cape Town’da
suyun karneye bağlandığı, insanlara gündelik olarak çok düşük miktarlarda su
tahsis edildiği bir durum söz konusu. Türkiye'de de böylesi bir durumun yaşanması bu gidişata bakıldığında muhtemel gözüküyor. Çözümü erteleme lüksüne sahip değiliz. Bu durumun çözümü ancak planlı, şeffaf ve
sağduyulu bir programın hayata geçirilmesiyle mümkün. İklim krizine karşı
alınacak önlemler, toplumsal yaşamın ta kendisine dair alınacak önlemlerdir.
Kriz kapıyı çalıyor, ve biz evde yokmuşuz gibi davranmaya devam ediyoruz. Buna
karşılık her seferinde ısrarla ve ısrarla hatırlamamız gerekiyor ki
yaşayabileceğimiz başka bir gezegen yok.
-Mertcan Keleş
Yorumlar
Yorum Gönder