Ana içeriğe atla

İSPANYA İÇ SAVAŞI 1936-1939






Savaş, Cumhuriyet’e karşı bir askerî ayaklanma Devletin ve cumhuriyet hükümetinin düzeni koruma yeteneğini tahrip ettiği için başladı (Casanova, 2015). İspanya’da Temmuz 1936’da başlayan iç savaşa Avrupa’da karşılaşılan bir anomali demek çok da mantıklı olmayacaktır. Çünkü o yıllarda Avrupa’nın neredeyse tamamı çatışmalar yaşamıştı ve bunları barışçı yollardan çözmediler. Bu iç savaşın İspanya tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. 1939 sonrası süreç Franco’nun ölümüne kadar Avrupa’da bir istisna oluşturacaktır.

20. yüzyılın başında İspanya kuvvetten düşmüş bir ülkeydi (Casanova, 2015). XIII. Alfonso’nun tahta oturuşu ile beraber yeni bir dönem başlayacaktı. Gücünü kaybetmiş olan İspanya’da monarşi çatırdamaya başlamış ve demokratikleşme adımları atılmaya başlanmıştı. XIII. Alfonso tahta çıktığında İspanya’daki siyasal sistem Restorasyon olarak biliniyordu. Bu dönemde XIII. Alfonso ve siyasal elitin karşı karşıya bulunduğu güç görev, bir reform yolunda siyasal sistemin yukarıdan ıslah edilmesine girişmekti. Bunun yanında, klerikalizm ve militarizm gibi 19. Yüzyıldan miras kalan sorunların yanı sıra, Fas’taki savaş, Katalan milliyetçiliği, daha radikal bir cumhuriyetçiliğin ortaya çıkışı ve örgütlü işçi hareketinin büyümesi gibi yeni sorunlarla karşı karşıya kalındı (Casanova, 2015). XIII. Alfonso döneminde İspanya ekonomik ve siyasi olarak ilerleme gerçekleştirmiştir. Ömür beklentisi ve okuma yazma oranları artarken iç göçyaşanmaya başlamıştır. Bu gelişmeler ile birlikte Güney Amerika’daki hakimiyetini kaybettikten sonra diğer Avrupa devletleri ile açılan arayı yavaş yavaş kapatmaya başlamıştı.

1923 Eylül’ünde kral ve ordu General Miguel Primo de Rivera’nın diktatörlüğünü destekledi ve İspanya’da yeni bir dönem başladı. Kısa sürecek olan bu dönemde kralın Rivera’nın diktatörlüğünü desteklemesi halk tarafından tepkiyle karşılandı ve monarşiye yönelik tepki yaygınlaşmaya başladı. Bu tepkinin yaygınlaşması 1930’lardan itibaren siyaset sahnesine sık karşılaşacağımız Frente Popular’ın temellerini oluşturacaktı. Rivera döneminde halkın tepkisinin artması üzerine 12 Nisan 1931’de yapılması için bir seçim çağrısı yapıldı. Belediye seçimlerinin gerçekleştirilmesi planlanırken bu seçim monarşi ya da cumhuriyet arasında bir tercihin yapılacağı bir referandum halini aldı (Casanova, 2015). Monarşistler kendilerine çok güvenmelerine karşı seçim sonuçları cumhuriyetçilerin zaferi ile sonuçlanmıştı. Monarşiye yönelik tepkinin bu kadar artmasının doğal bir sonucu olarak seçimleri cumhuriyetçiler kazanmıştı. Kral XIII. Alfonso, İspanya’yı terk etmiş ve Cumhuriyet’in “yakında dinecek bir fırtına” olduğunu ilan etmişti (Casanova, 2015).

Monarşi karşıtlığı çok geniş bir sosyal tabana yayıldığı için 12 Nisan seçimleri ile iktidara gelen Cumhuriyetçiler salt bir ideolojik gruba mensup kişilerce değil de birden fazla ideolojik gruba mensup olan fakat ortak noktaları monarşiye karşı olmaları olan bir hükümet oluşturdu. Bunun doğal sonucu olarak İspanya tarihinde ilk defa sosyalist üç bakan ülke yönetiminde yer aldı. Bunun yanında bu yeni dönemde kendisini “demokratik Cumhuriyet” olarak tanımlayan yenihükümet sekülerleşme ve modernleşme adımları atmıştır. Önceki dönemlerde yönetimde çok etkili bir yere sahip olan kilisenin ve ruhban sınıfının devlet yönetimindeki rolü ortadan kaldırılmış ve laik devlet ilkesi benimsenmiştir. İspanya daha önce hiçbir zaman böylesine yoğun bir değişim ve çatışma, demokratik ilerleme ya da toplumsal kazanım dönemi yaşamamıştı (Casanova, 2015). Aslında Cumhuriyetçilerin bu yeni düzenlemeler ile yapmaya çalıştığı Ordu ve Katolik kilisesi üzerinde egemenliklerini kurmaktı çünkü biliyorlardı ki bu yeni düzenlemelere karşı tepki bu iki kesimden gelebilirdi. 12 Nisan seçimleri ile iktidara gelen Cumhuriyetçiler orduya yönelik de reform gerçekleştirmek istediler fakat bu ordu mensupları tarafından tepkiyle karşılandı. Bu tepki sadece ordu mensuplarına özgü değildi. Reformlar gerçekleştirildikçe ve yeni reform alanları belirlendikçe tepki artmaya başladı. Rivera döneminde Monarşiye karşı gelişen tepki şimdi de Cumhuriyete karşı büyümeye başlıyordu ve anti-demokratiklik içeriyordu. Büyük toprak sahiplerinin ve kentli profesyonellerin egemen olduğu Confederación Española Derechas Autónomas (Özerk Sağcı İspanyol Konfederasyonu – CEDA), İspanyol sağının tarihindeki ilk kitle partisi, “Hristiyan uygarlığını” savunmak, Cumhuriyet’in “sekter” yasalarıyla mücadele etmek ve Anayasayı “değiştirmek” amacıyla 1933 Şubat’ında kuruldu (Casanova, 2015).

Neden bir iç savaş oldu?

1931 yılında Parlamento’dan geçen ve birçok reformu hayata geçiren Anayasa toplumun bir kesimi için umut vericiyken diğer kesmi için ise tehlike çanlarının çalmaya başladığı bir an olarak kaldı. Askeri ayaklanma olmasaydı İspanya’da iç savaşın yaşanması pek de muhtemel olmazdı. Bununla birlikte Cumhuriyet yönetiminin iktidarda kalması da olanaksızdı. Avrupa’da ortaya çıkan anti-demokratik hareketler tabi ki de İspanya’da da kendine yer bulmuştu. Fakat İspanya örneği farklı gelişmelere sahne oldu çünkü Cumhuriyet’e sadık kalması beklenen ordunun böyle bir ayaklanma gerçekleştirmesi belirli bir direniş ile karşılaştı çünkü İspanya toplumu Restorasyon döneminden çok farklı bir yapıya sahipti. Cumhuriyet yönetiminin vaat ettikleri ve halkta oluşturduğu umut göz önüne alındığında Rivera’nın 1923’te XIII. Alfonso’nun da desteğiyle gerçekleştirdiği askeri ayaklanmaya karşı bir direniş olmamasına karşın 1936 Temmuz’unda gerçekleştirilen coup d’état’a (Casanova, 2015) karşı bir direnişin olması anlaşılabilir. Cumhuriyetin reform gerçekleştirdiği birçok konu vardı ve bu çeşitlilik Cumhuriyet’e karşı hareketlerin artmasına yani kısacası düşmanlarının çoğalmasına da sebep oldu. Bunların en önemlisi ise orduda terfilerin gözden geçirilmesi, Rivera diktatörlüğüne yakın bağı olan subayların görevden alınması bu düşmanlığın ordu içerisinde artmasına sebep oldu.

12 Nisan seçimleri ile iktidara gelen Frente Popular (Halk Cephesi) geniş bir siyasal ve toplumsal temele sahipti. Bu durum gerçekleştirilen askeri ayaklanmanın ülke genelinde belirli direnişle karşılaşmasına yol açtı. 1936 Temmuz öncesinde çok da geniş kitleye sahip olmayan faşizm ve komünizm, iç savaşın başlaması ile beraber İspanya’da destek kazanmaya başlamıştı ve aslında iç savaşın gidişatında belirleyici unsur olarak yer alacaklardı.

20. yüzyılın başında İspanya’nın zenginliklerini kaybettiğini söylemiştik. İspanya’nın Güney Amerika’da bulunan sömürgelerini kaybetmesinin sonucu olarak 21. yüzyılda İspanya birçok dengesizlikle (toplumsal dengesizlikler, bölgesel dengesizlikler, manevi dengesizlikler) karşı karşıyaydı. Bu duruma ek olarak ekonomik konjonktüruluslararası konjonktür ve içerideki dolaysız konjonktür de iç savaşın nedenlerini anlamak için önemlidir.Bu sebeplerin bazılarınınhem iç savaşın başlamasının hem de bu denli uzun ve kanlı olmasının nedeni olarak verilebilir.

Bu sebeplere ek olarak, İspanyol ordusunun “pronunciamiento2” yapabilecek bir güce sahip olduğunu da belirtmek gerekir. İspanyol ordusu iç savaşlarda (Carlismo savaşları) ve sömürge savaşlarında (Küba, Fas) pişmişti (Vilar, 2019). Fakat, Cumhuriyete karşı gerçekleştirilen bu askeri ayaklanmayı salt bir şekilde “pronunciamiento” olarak nitelemek pek de doğru olmaz. Bunun yanında, ordunun tamamıyla cumhuriyete karşı ayaklanmadığını ve bunun da iç savaşın ortaya çıkmasında önemli olduğuna değinmekte fayda var.

Sonuç olarak, 1931’deki iyimserlik havası ve umudun, neden 1936-1939’un zalim, yıkıcı savaşına dönüştüğünün basit bir cevabı yoktur. Francisco Franco da dahil bir grup general, 8 Mart’ta Madrid’de bir araya gelerek, “İspanya’nın uluslararası prestijini olduğu kadar içeride de düzeni yeniden kurmak üzere bir ayaklanma” başlatmayı kararlaştırdılar (Casanova, 2015).

Daha ayrıntılı bilgi için (Vilar, 2019).
Hükümet darbesi, askerî ayaklanma, askerî isyan anlamına gelen İspanyolca kelime.

page3image14098880

Kuzey ve Güney

İspanya İç Savaşı toplumun nasıl örgütleneceği sorusunun cevabını belirlemek isteyen iki grup arasındaki kanlı mücadeledir. Milliyetçiler ve Cumhuriyetçiler olarak ayrılan bu gruplar farklı görüşlere sahipti. İspanya’nın Kuzeyini Milliyetçi taraf olarak Güney bölgesini ise Cumhuriyetçi taraf olarak belirleyebiliriz. Fakat burada kesin bir ayrım söz konusu değildir, belirli istisnalar olmasına karşın kabaca Kuzey-Güney olarak ayırabiliriz. Kuzey, daha Katolik, dahadüzene bağlı ve anti-sosyalist iken Güney, anti-klerik, daha seküler, 1931 Anayasa’sının 24. ve 26. maddelerinin destekçisiydi. Cumhuriyetçiler Katolikliği pek umursamadılar fakat zamanla Cumhuriyetin önünü kesecek olan bir hareket haline geldi. Frente Popular siyasal çatısı altından toplanan Cumhuriyetçiler; demokratikler, anarşistler ve komünistlerden oluşuyordu. Milliyetçiler ise Ordunun belirli bir kesimi ve Katolik kilisesinden oluşuyordu. 1936-1939 arası dönemde uluslararası konjonktür iç savaşın gidişatını belirleyici çok önemli bir unsur olmuştur. Bunun en önemli sebebi de bu Cumhuriyetçi kesimin çok farklı siyasi ve toplumsal bir yapıya sahip olmasıydı. Bu heterojenlik uluslararası ve ulusal algının farklılaşmasına yol açmış ve yanlış algılamalar sonucu yanlış eylemlerin gerçekleşmesine sebep olmuştur.

İç Savaş boyunca Kilise

1931 yılında Parlamento’dan geçen cumhuriyet Anayasası, Kiliseyi çok rahatsız etti. Zaten İspanya’da gerçekleşen iki cumhuriyet deneyimi boyunca derinleşmeye başlayan Katolikler ile anti-klerikaller arasındaki uçurum İkinci Cumhuriyetin reformları sebebiyle gittikçe derinleşmeye başladı. İspanya’da Vilar’ın da belirttiği gibi bölgesel dengesizlikler mevcuttu. Örneğin; aşırı derecede Katolik olan, aşırı derecede Katolik olmasa da orta düzeyde Katolik olan ve tamamen Katoliklik karşıtı olan kesimler/bölgeler mevcuttu. Kilisenin monarşi döneminde uzun yıllar boyunca sahip olduğu statü kaybolmaya başlamıştı ve Kiliseye göre İspanya’nın ihtiyacı olan şey “dini restorasyon” sürecinin başlamasıydı. Bu ihtiyacın barışçı yollardan gerçekleşmesi için hem bu bölgesel dengesizlik hem de askerî ayaklanmanın başlamış olması engel oluşturmuştu ve bu dönüşüm Katolik Kilisesi tarafından askerî ayaklanma kutsallaştırılarak ve vatansever bir ayaklanma olarak nitelendirilerek gerçekleştirilmeye çalışıldı. Bunun sonucunda İspanya’da yıllar boyunca statükonun dini olmaya alışmış olan Katoliklik Bruce Lincoln’ün kelimeleriyle artık “karşı-devrimin bir dini” oldu (Casanova, 2015).

Bu durumun Ekim 1936 sonrasında asker isyancıların lideri olacak olan Franco’nun “caudillo” unvanını almasında hem de Kilise tarafından Hristiyanlığın kurtarıcısı olan dini bütün bir Katolik lider/kahraman olarak anılmasında somutlaştığını belirtebiliriz. Kilise sonrasında Franco’yu geleceğin vatansever ve ideal bir Katolik diktatörü olarak yansıttı. Bununla birlikte Cumhuriyete karşı gerçekleştirilen bu askeri ayaklanma tanrısal bir nitelik kazandı. Milliyetçilerin ve Kilisenin bakış açısına göre Ulusal Hareket, en iyi Hıristiyan geleneğinin erdemlerini, cumhuriyetçi hükümet ise Rus komünizminde mevcut olan bütün kötülükleri temsil ediyordu (Casanova, 2015). Kilise barışçıl yöntemlerden yana olduğunu ve bunun için çabaladığını fakat durum böyle gerektirdiği için “dini restorasyonun” gerçekleştirilebilmesi açısından Kilisenin değerlerini taşıyan askeri ayaklanmayı desteklediğini belirtiyordu. Savaşın tamamen dinsel bir çatışmaya dönüştürülmesi, siyasal ve toplumsal yönlerinin görmezden gelinmesi, daha önce yapılmış olan bütün şiddeti haklılaştırdı ve Franco’ya öldürmelere devam etme ruhsatı verdi (Casanova, 2015). Kilisenin Franco’ya olan desteğinin Franco’nun konumunu güçlendirmiştir. Bu desteğin Franco’ya uluslararası alanda avantaj sağlamıştır. Buna örnek olarak Guernica Bombardımanı sonrasında “İspanyol Piskoposlarından Dünya Piskoposlarına Ortak Mektup” adını taşıyan ve kısaca “Ortak Mektup” olarak nitelenen mektup uluslararası alanda destek bulması verilebilir.

Milliyetçi tarafın şiddetini bu şekilde meşrulaştırmasına ve arttırmasına karşın Cumhuriyetçilerde “öfkeli terör” uyguluyorlardı. Askeri ayaklanmanın bastırıldığı bölgelerde yapılan ilk iş ya papazın öldürülmesi ya da kilisenin yakılmasıydı. O dönemde anti-klerikalizm ruhbanın toplumsal nüfuzuna ve siyasal etkinliğine karşı bir saldırı olarak görülebilir. 1936-1939 döneminde oluşan bütün bu anti-klerikal şiddet dine karşı olmaktan çok belirli bir dinsel kuruma,zengin ve güçlülerle yakın ilişki içinde bulunduğu düşünülen Katolik Kilisesi’ne yönelikti. Öldürülen bu binlerce kilise adamının, papazın ve keşişin pek çoğunun zengin oluşundan değil; çünkü zengin değillerdi ama önemli olan da bu değildi. Saldırılar yoksulluğu vaaz etmelerine ve zenginliği arzu etmelerine karşıydı. Aslında yalnızca dünyevi değerlerle ilgili oldukları halde cennetten söz ediyorlardı (Casanova, 2015).

Uluslararası Tepki

1936-1939 tarihleri arasında İspanya’da yaşanan iç savaşın gidişatını belirleyen en önemli unsurlardan birisi de uluslararası tepkiydi. Diğer devletlerin iç savaşa yönelik algıları çok farklıydı. O dönemin konjonktürü de aslında Avrupa’nın büyük devletlerinin tepkisini şekillendirdi. Almanya ve İtalya’da yükselen Faşizme karşı Birleşik Krallık ve Fransa “yatıştırma politikası” (appeasement policy) uyguluyorlardı. Almanya ve İtalya’nın Avrupa’da gerçekleştirdikleri statüko karşıtı adımları (revizyonist politikalar) büyük bir savaşa yol açmaması açısından görmezden geliyorlardı. Bu duruma ek olarak 1917’de Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ile beraber Avrupa’da “kızıl tehlike”ye karşı korku başlamıştı. İspanya’da İkinci Cumhuriyet dönemi hükümetinin ve iç savaş da Cumhuriyetçilerin en önemli unsuru olan sosyalistler, Büyük Britanya ve Fransa’nın askerî ayaklanmaya sempati duymasına yol açtı. İspanya’daki çatışmanın Fransa’ya sıçrayacağı korkusu (Casanova, 2015) yardımın önüne geçti ve Fransa, İspanya’ya yardım etmedi. Bunun enönemli sebepleri ise yardım etmeleri durumunda büyük bir savaşın ortasında kalacaklarını ve yardım etmelerinden en çok faydayı Sovyetlerin göreceğini düşünmeleriydi. Birleşik Krallık ise cumhuriyetçi davayı savunanları, Bolşevikliğin hizmetindeki komünistler olduğu bilgisi (Casanova, 2015) İspanya’da bulunan elçileri tarafından sağlandığı için yardım etmedi. Fransa ve Birleşik Krallık’ın yardım etmemesindeki en önemli bir başka neden ise o dönem uyguladıklarıyatıştırma politikasına sadık kalmalarıydı. Yardım etmeleri durumunda bu politikayı delmiş olacaklardı ve bu durum da Avrupa’da büyük bir savaşa yol açabilirdi. Bu sebeple Fransa ve Britanya kendilerine dokunmadığı sürece revizyonist politikalara sessiz kalmayı sürdürdüler. İspanya’da yaşananları bir devletin iç meselesi olarak gördüler ve müdahil olmaktan kaçındılar.

Büyük Britanya ve Fransa, bu politikalarına uygun olarak Adem-i Müdahale (non- intervention) komitesini ve bununla birlikte Adem-i Müdahale anlaşmasının (non-intervention agreement) imzalanmasını sağladı. Bu iki devletin diplomatik adımları ile hayat bulan bu politika SSCB, Faşist İtalya ve Nazi Almanyası tarafından desteklenmiştir. Her ne kadar Hitler, Mussolini ve Portekiz diktatörü Salazar, Büyük Britanya ve Fransa ile iyi ilişkileri sürdürmek istedikleri için bu Anlaşmayı imzalamış olsalar da, buna uymak niyetinde değildiler; ve sistemli bir şekilde anlaşmayı ihlal ederek Franco’ya silah, cephane ve lojistik destek göndermeye devam ettiler (Casanova, 2015). Fransa ve Büyük Britanya, Cumhuriyetçilere samimi olmadıkları için güvenmiyorlardı. Çünkü demokrasi için savaştıklarını söylüyorlardı fakat içlerinde komünist, anarşist ve sosyalistler de bulunuyordu. Büyük Britanya ve Fransa için bu durum kabul edilemezdi.

Büyük Britanyalı diplomatların Londra’ya gönderdikleri telgraflar Büyük Britanya’nın İspanya İç Savaşına bakışını çok net bir biçimde özetliyordu. Bu telgraflar genel olarak, İspanya’da komünizm tehlikesi olduğundan, askerî ayaklanma bastırılırsa İspanya’nın Bolşevizme kayabileceğinden bahsediyordu.“Kızıl (rojo)” İspanya’nın tarih sahnesinde yerini almasından endişe duyan Fransa ve Birleşik Krallık, aslında Almanya ve İtalya’nın bu politikaları ihlâllerine karşın Adem-i Müdahale ve “hayırhah tarafsızlık” (benevolent neutrality) politikalarını benimseyerek asker isyancılar ile meşru seçilmiş hükümeti aynı kategoriye yerleştiriyorlardı.

Adem-i Müdahale politikasını Birleşik Krallık ve Fransa ile olan ilişkileri sekteye uğramasın diye imzalayan Almanya ve İtalya bu politikaya sadık kalmadılar. Franco’ya destek verdiler ve 1936-1939 arası dönem bu iki devlet için İkinci Dünya Savaşı öncesinde silahlarını denemek ve taarruz taktiklerini geliştirmek için buldukları bir alan oldu. Bu durumun en önemli göstergesi ise Guernica Bombardımanıdır. Ayrıca, Batılı kapitalistlerin Cumhuriyetçileri komünist olarak görmelerinden ötürü Franco’ya sattıkları petrolü de bu yardımlara ekleyebiliriz. Cumhuriyetçilerin altınları olmasına karşın Franco finansal olarak desteği ise yine Almanya ve İtalya’dan aldığı krediler ile sağladı. Böylelikle pratik anlamda, bu İtalyan-Alman ihaneti ve buna karşı Fransa ve Büyük Britanya’nın göstermiş olduğu cılız tepki, Adem-i Müdahale politikasının başarısızlığını belirledi ve de Cumhuriyet’i, kendisine karşı ayaklanan ordu karşısında açık bir dezavantajla karşı karşıya bıraktı (Casanova, 2015).

Franco’nun gücü çok bariz bir şekilde belirli olmaya başlamıştı ve Cumhuriyet hükümetin sahibi olmasına rağmen uluslararası alandan hiçbir yardım alamamasının sorunu yaşıyor ve genel bir kaynak sorunu yaşıyordu. SSCB’nin Cumhuriyetçilere yardımı kaçınılmaz olanı önleyemedi sadece geciktirebildi. 1936-1939 boyunca Cumhuriyetçilere tek yardımı yapanın Sovyetler Birliği olması ironik bir durum gibi gözükebilir. Bir bakıma öyledir de. Adem-i Müdahale politikasına sadık kalan SSCB, Almanya ve İtalya’nın sistematik olarak Franco’ya yardım etmeleri karşısında SSCB, Birleşik Krallık ve Fransa’ya durumu bildirmiş fakat bu iki devlet durumun farkında değilmiş gibi hareket etmişlerdir. Bunun üzerine SSCB’de Adem-i Müdahale politikasına Almanya ve İtalya bu politikaya uymadığı süre boyunca uymamıştır. Bu yardımın sebepleri arasında Cumhuriyetçilerin diğer devletlerin iddia ettiği ve korktuğu gibi Bolşevizme kayan bir yanı olması yer almamaktadır.

Ayrıntılı bilgi için; (Casanova, 2015).

page7image14092928

Cumhuriyeti kendi kaderine terk etmek, Almanya’nın pozisyonunu güçlendireceğinden Stalin’in yararına değildi; ancak Hitler’i durdurabilmek için ihtiyaç duyduğu demokratik güçlerin kararlaştırdığı politikaya da karşı çıkmak istemiyordu. Stalin ilk başlarda savaşın İspanyollar arasındaki bir çatışma olarak sınırlı kalacağına inanıyordu. Bu nedenle, işin başından itibaren İspanya İç Savaşı Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına herhangi bir avantaj sağlamadığı için, Stalinhükümeti Adem-i Müdahale Anlaşması’nı imzaladı (Casanova, 2015). Almanya ve İtalya’nın Franco’ya yardımlarının artması ile birlikte bu durum değişmeye başladı. Çünkü Cumhuriyetin kısa sürede yenilmesi Avrupa’da Faşist varlığın yoğunlaşmasına sebep olacak ve bu durum SSCB için problem teşkil edecekti. Bunun sonucunda SSCB, Cumhuriyetçilere yardım etmeye başladı. Cumhuriyet hükümeti sahip olduğu altınları yiyecek ve silah tedariki karşılığında SSCB’ye gönderdi. Bu alışverişi gerçekleştirmeyi kabul eden tek ülke SSCB olmuştur. Ángel Viñas’ın birkaç yıl önce yapmış olduğu kapsamlı bir çalışmadan sonra, herhangi bir kuşkuya yer olmayan gerçek, altının satışıyla elde edilen paranın tümüyle savaş malzemesine harcanmış olduğudur (Casanova, 2015).

Birinci Dünya Savaşı’ndan ve Rusya’da devrimin zaferinden sonra, artık hiçbir iç savaşın sırf bir “iç mesele” olacağı söylenemezdi. İspanya İç Savaşı başladığında, demokratik devletler, güçler dengesini gerçekten tehdit edenlere karşı çıkmak yerine, Faşist devletleri, özellikle Almanya’yı ne pahasına olursa olsun “yatıştırma”ya çalışıyorlardı. Bu nedenle Cumhuriyet kendini, başlangıçtan beri bu uluslararası durumdan yararlanan asker isyancılarla savaşmanın muazzam dezavantajı içinde buldu (Casanova, 2015). Bu duruma bir de Cumhuriyet hükümetinin diplomatlarının işlevselliğini yitirmesi de eklenince İspanya, uluslararası alanda diplomatik faaliyetler yürütememiştir. Bu süreçte İspanya’nın diplomatik kadroları ya istifa etti ya da iltica etti. Bu durumdan ötürü uluslararası alanda diplomatik faaliyet gerçekleştiremedi ve özellikle Büyük Britanya ve Fransa’nın algısını değiştirmeyi başaramadı.

İspanya İç Savaşı, İspanya’ya ait olan bir iç mesele değildi. Zamanla uluslararası bir mesele haline geldi. Diğer devletlerin bu meseleyi algılama biçimlerine göre İspanya’da gerçekleşen olaylar şekillendi ve belirli bir yöne evrildi. Büyük Britanya ve Fransa’nın korkuları bu İç Savaşı farklı algılamalarına sebep oldu ve aslında bu iki devletin İç Savaşa karşı tutumu savaşın gidişatını belirledi. Almanya ve İtalya, dost ve “kendilerinden biri” olarak gördükleri Franco’yu desteklemekte gecikmediler ve Franco’yu dezavantajlı konumdan avantajlı konuma getirmeyi başardılar. Büyük Britanya ve Fransa’nın yanlış algısı ise avantajlı durumda olan Cumhuriyetçileri dezavantajlı konuma getirdi. SSCB yardımıyla bir nebze de olsa güç kazanan Cumhuriyetçiler uzun süre dayanamadı. Yeterli kaynak olmaması ve uluslararası arenada beklediği desteği bulamaması Cumhuriyetçilerin direncini zayıflattı ve nihaî olarak Franco önderliğindeki Milliyetçiler kazandı.

1936-1939 Cumhuriyetin Serüveni

Uluslararası arenada destek bulamayan Cumhuriyetin serüvenini üç döneme ayırabiliriz. 1 Nisan 1939’da yenilinceye kadar Cumhuriyet, üç değişik başbakanla, üç farklı evreden geçti. Cumhuriyetçi José Giral (1879-1962) başkanlığındaki ilk hükümet askerî ayaklanmaya ve devrime direnişiyle göze çarpar. Giral, 1936 yazında ortaya çıkan yeni devrimci ve sendikal güçleri temsil etmediği için istifa etmeye ve hükümeti, bütün siyasal ve sendikal güçlerin işbirliği ile Devleti yeniden yapılandırmak, düzeni bir ordu kurmak ve devrimi kontrol etmekle işe başlayan işçilerin ve sosyalistlerin lideri Francisco Largo Cabellero’ya (1869-1946) devretmek zorunda bırakıldı. 1937 Mayıs’ının ciddi olaylarından sonra yönetimi, parlamentonun sosyalist bir üyesi ve üniversite profesörü, temel hedeflerinden birisi olarak demokratik devletlerin adem-i müdahale politikasını değiştirmeye kararlı olan Juan Negrín’e (1892-1956) devretti (Casanova, 2015).

José Giral önderliğindeki döneme “direniş” dönemi diyebiliriz. Kısa bir süre bu görevde kalmış olmasına rağmen önemli adımlar atmıştır. Birleşik Krallık ve Fransa’nın yardımını sağlamak için adımlar atmış, görüşmelerde bulunmuştur. Olumlu geri dönüş alamadığı için SSCB’nin yardım talebini olumlu karşılamış ve altın rezervlerini savaşı finanse etmek için kullanmıştır.

Francisco Largo Caballero önderliğindeki döneme “ulusal birlik hükümeti” dönemi diyebiliriz. Bu hükümet İspanya tarihinde bir işçi liderliğindeki ilk ve tek hükümetti. Ulusal birlik hükümeti denmesinin en önemli sebebi ise sosyalistleri, cumhuriyetçileri, Bask ve Katalan milliyetçilerini ve anarşistleri içinde barındırmasıydı. Caballero, bu göreve gelmesinin şartı olarak hükümette komünistlerin de yer almasını istemiştir. Ulusal birlik hükümeti dönemi birçok ilke sahne olmasının yanı sıra birçok problemi de beraberinde getirmiştir. Bu kadar farklı kesimi bir arada toplaması doğal olarak bu kesimler arasındaki çatışmaların da oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bunun örneği olarak, anarko-sendikalizmin sembolü olan Barselona’da olayların çıkması çok da şaşırtıcı değildir. Caballero, bu dönemde orduda ahengi sağlamaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Birçok milis gücünden oluşuyordu, Cumhuriyetçi birlikler. Bu yüzden Franco’nun ordusu karşısında problemler yaşanıyordu. Fakat, milis güçlerini ahenge sahip bir orduya çevirmek pek de kolay bir iş değildi. Zaten Caballero’da bunu başarabilmiş değildir.

Caballero hükümetinin en büyük başarılarından birisi cephe gerisinde oluşan yasa dışı terörün ortadan kaldırılmasıydı. Barselona’da karışıklık çıkınca Caballero’nun iktidarı tehlikeye girdi. Bunun üzerine Caballero, tüm siyasal partiler ve sendikal güçlerden oluşan bir hükümetle devam etme konusunda Cumhurbaşkanı Manuel Azaña’yı ikna edememesi üzerine, Cumhurbaşkanı UGT’nin lideri Caballero’yu görevden aldı ve 17 Mayıs’ta Juan Negrín’den hükümeti kurmasını istedi (Casanova, 2015).

Juan Negrín, Cumhuriyet’in savaş dönemindeki, üçüncü, son ve en etkili başbakanı oldu (Casanova, 2015). Juan Negrín önderliğinde kurulan hükümete Frente Popular hükümeti diyebiliriz. Caballero hükümeti gibi birçok farklı unsurları içerisinde barındırıyordu. Juan Negrín’in amacı demokratik devletlerin adem-i müdahale politikasını değiştirmekti, bunun için zamana ihtiyacı vardı ve savaşın uzaması gerekiyordu. SSCB’den gelen yardımlar sayesinde savaşın uzamasını sağlayabilmişse de demokratik devletlerin özellikle Fransa ve Büyük Britanya’nın politikasında değişikliğe yol açamadı. Bunun yanı sıra göreve geldiğinde Katalonya’da zayıflamaya başlayan Cumhuriyet otoritesini yeniden kurmaya çalıştı.

Negrín, her ne kadar stratejisinin birincil hedefi, adem-i müdahale politikasında radikal bir değişiklik yaratmak ve böylelikle Batılı demokratik güçlerin hayatî desteğini sağlamak olsa da, cephe gerisinde de halkın desteğini sağlayarak, sağlam bir savaş endüstrisi kurarak ve disiplinli bir şekilde mücadele ederek kazanmak istiyordu (Casanova, 2015). Yaşanılan ekonomik zorluklar bu hedefi gerçekleştirmeyi imkânsız hale getirdi. O dönemde yaşanılan ekonomik zorlukları anlamak için Negrín’in Cortes’in Daimi Konsey’inde yaptığı konuşmasından alınan bu kesite (“İşgalimiz altında bulunan bölge, ona yetecek üretimi yapamıyor ve bu nedenle önemli miktarda yiyecek maddesi ithal etmek ve savaş sanayi için de hammadde elde etme ihtiyacındayız”) (Casanova, 2015) bakmak yeterli olacaktır. Negrín’in amacı savaş endüstrisi kurarak disiplinli bir mücadele örgütlemekti fakat bunu gerçekleştirmek için gerekli olan ekonomik koşullardan yoksundu.

Manuel Azaña için Juan Negrín ideal birisiydi çünkü Azaña’da farkındaydı ki savaşı kazanmanın tek yolu Fransa ve Büyük Britanya’nın desteğini sağlamaktı. Juan Negrín döneminde 1937 Mayıs’ında Barselona’da yaşanan olaylar hükümet içerisinde krizin yaşanmasına sebep oldu. Daha bu kriz çözülememişti ki yenilgilerin 1938 Mart’ında artması ile beraber hükümet, savaşa devam edilebileceğine inanlar ile Fransa ve Büyük Britanya desteği olmaksızın devam edilemeyeceğini düşünenler olarak ikiye ayrıldı. Negrín’in yakın arkadaşı ve aynı zamanda Savunma Bakanı olan Indalecio Prieto’yu 29 Mart gecesi görevden alması ile bu bölünmeyi gözler önüne seriyordu (Casanova, 2015). Negrín döneminin ikinci yarısında artık amaç Franco’ya karşı direnip uluslararası siyasetin faşistlere karşı tepkisinin oluşmasını sağlamak ve sonrasında bu devletlerden yardım elde etmek oldu. Buna ek olarak, SSCB tarafından açılan kredi de umutların yeşermesine sebep oldu. Fakat bu duruma karşın, 29 Eylül 1938 tarihli Münih Antlaşması ile beraber Negrín’in politikası gerçekçiliğini kaybetmişti. Faşist devletlerin yatıştırılmasıyla ilgili bu kararla, demokrasiler İspanyol Cumhuriyeti’ne de ölüm fermanını uygulamış oldular (Graham, 2003).

Negrín, bu üç başbakan arasından en çok eleştirilen ve aslında savaşın kaybedilmesinin bir numaralı sebebi olarak görülen birisidir. Komünistler ile işbirliği yapmak, onlar tarafından kontrol edilmek ve devlet kaynaklarını SSCB’ye aktarmakla suçlanmaktadır. Komünistleri karşısına almaktan çekinse de Moskova tarafından kontrol edildiği ve Moskova’nın çıkarlarını gözeterek hareket ettiği suçlaması yanlıştır. Manuel Azaña’nın desteği sayesinde başbakan olmuştur. Hatta bu seçimlerde iddia edilenin aksine, komünistler tarafından aday gösterilmemiştir (Casanova, 2015). Savaşın kaybedilmesinin bir numaralı sebebi olarak gösterilmesi de diğer suçlamalar gibi içi boş bir suçlamadır. O dönemde yaşanılan ekonomik ve askerî kaynak sıkıntıları ve sonrasında ortaya çıkan açlık, karaborsa ve göç dalgası savaşın kaybedilmesinin zeminini oluşturan başlıca sebeplerdir. Tabi ki de bunlar savaşın kaybedilmesinin ana nedenleri olarak da görülmemelidir.

Hükümet içerisinde ortaya çıkan bölünme ve Negrín’in alenen eleştirilmeye başlaması ile beraber 5 Mart 1939’da, Merkez ordusu komutanı Albay Segismundo Casado, ana misyonu Negrín hükümetini devirmek ve Franco ile teslim koşullarını görüşmek olan bir ayaklanma başlattı (Casanova, 2015). Garip olan bu ayaklanmanın motivasyonu da Temmuz 1936’da başlayan ayaklanma gibi hükümette komünistlerin aşırı üstünlüğünün ve hakimiyetinin oluşmaya başlamasıydı. Casado, amacına ulaşamadı ve Cumhuriyetçi kurumların kesin olarak dağılmasına ön ayak oldu.

Savaşın Sonu ve Yeni Düzen

Savaşın sona ermesiyle beraber Franco önderliğinde yeni düzen kuruldu. Bunun nasıl bir düzen olacağı ve hangi unsurlar üzerine inşa edileceği zaten 1936-1939 arası süreçte çok açıkça ortadaydı. Bu yeni devletin inşasına, muhalefetin fiziki olarak ortadan kaldırılması, Cumhuriyet’in bütün sembol ve siyasetlerinin yok edilmesi ve herhangi bir uzlaşma olanağına yer vermeyen duygusal, koşulsuz bir zafer arayışı eşlik etti (Casanova, 2015). Cumhuriyeti, solu, liberali, anarşisti ve komünisti reddeden bir ulusal hareket olarak göze çarpan Milliyetçiler, askerî düzen inşa ettiler ve otoriter mantalitenin kurdular. Bu düzeni kurmak çok da zor olmadı çünkü Avrupa’da buna benzer yönetimler geniş alana yayılmaya başlamıştı.

İkinci Cumhuriyetin gerçekleştirdiği her şey yıkıldı ve yerine Kilisenin, ordunun ve otoriterliğin merkezde olduğu yeni bir düzen kuruldu. Çünkü, liberalizm ve parlamenter demokrasi tüm kötülüklerin başı olarak gösteriliyordu. Aynı zamanda, askerî ayaklanmayı başlatan askerlerin çoğunun karakteristiği olan “yüce İspanyol milliyetçiliği”, “Praetorian bir kurum olarak Orduyu sivil iktidardan adeta bağımsız kılacak militarist bir siyasi hayat ve kamu düzeni” düşüncesinde ifadesini buluyordu (Casanova, 2015). Franco önderliğinde kurulan bu düzen Faşist İtalya modeline çok benziyordu. Bu düzenin kurulmasını sağlayan en önemli aktör ise Serrano Suñer’di. Suñer’in planı Gelenekçi Carlist Communion’un birleştirilmesi temeline dayalı kitlesel bir siyasal hareket yaratmaktan oluşuyordu. José Antonio Sangróniz’in ifadeleriyle “Franco’nun tek parti rejimi düşüncesine, sonunda belirli bir şekil veren kişi Serrano Suñer oldu.

Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’nda Faşistlerin yenilmesi ile beraber Franco, Faşist unsurların hiçbir zaman İspanya’da var olmadığını iddia etmiş olsa da Katoliklik ve Faşizm 1936’dan itibaren hep el ele hareket etmiştir. İspanya’daki faşistleştirme süreci ordunun gücünü hiçbir zaman sorgulamadı ve oldukça etkili bir toplumsal ve kültürel bir güç olan Katolik Kilisesi’nin varlığı ile yan yana yaşamak zorunda kaldı. Böylelikle, askerî ayaklanmadan sonraki bir yıldan az bir süre içinde Franco’nun kişisel diktatörlüğü, kırk yıl sonraki ölümüne kadar ona destek olacak üç ana direk üzerine kurulmuştu: ordu, Katolik Kilisesi ve tek parti. Bu üç unsur, İkinci Cumhuriyet ile birlikte başlatılan reform sürecinde “Hristiyanlığın İspanya’dan silinmeye çalışıldığı ve ulusun değerlerinden uzaklaştırıldığı” algısı temeli üzerinde şekillendi. Bu üç unsur sistemin kadrolarının doldurulmasında çok önemli işlevler üstlendi. Katoliklik, sekülerCumhuriyete, ayrımcılığa ve devrimci ideolojilere mükemmel bir deva idi (Casanova, 2015).

Franco’nun isyancılar arasındaki rakipleri ölünce tek seçenek olarak kalan ve 1 Ekim 1936’da tüm gücü elinde toplayan ve Generalísímo ilan edilen Franco’nun nasıl bir düzen kuracağının ipuçlarını o dönem Junta de Defansa Nacional üyesi olan Cabanellas’ın bu diğer üyelere ithafen söylediği şu sözlerine bakarak anlayabiliriz; “Ne yaptığınızı bilmiyorsunuz çünkü onu benim tanıdığım gibi tanımıyorsunuz – Afrika Ordusu’nda komutam altındaki birliklerden birinin başı olarak hizmet etti; eğer şimdi ona İspanya’yı vermek isterseniz, bütün İspanya’nın yalnızca kendisine ait olduğuna inanacaktır ve ne savaş sırasında ne de savaştan sonra, ölünceye kadar yerine başkasının geçmesine izin vermeyecektir.” Bunun yanında “Tek Vatan, Tek Devlet, Tek Caudillo” sloganı da bunun kanıtı olarak gösterilebilir.

Savaş boyunca Franco’nun birliklerinin öldürmelerini ve her türlü eylemini “kutsal” olarak tanımlayan ve haklı bir eylem olarak gösteren Kilise, verdiği bu desteğin karşılığında yeni düzenin en önemli parçasından birisi oldu. Kısacası, savaş sonrasında Kilise ve asker yeni faşist düzeni kurdu.

Sonuç

Bu dönemde, Avrupa’da İspanya’yı bir istisna olarak belirtemeyiz. Çünkü, diğer devletlerde de totaliter hükümetlere geçişler yaşanıyordu. Böyle bir durumun olmadığı devletler ise Nazi Almanyası tarafından işgal ediliyordu. Her ne kadar Cumhuriyetçileri desteklemesi gerekenler çekingen davranıp Franco’nun zaferine zemin hazırlamış olsa da Franco’nun zaferi Hitler ve Mussolini için bir zafer, Cumhuriyetçilerin yenilgisi ise demokratik devletler için bir yenilgi demekti. İç savaş boyunca yaşanılan bölünme Faşist Franco’nun yeni düzeni kurulduktan sonra da devam etti. İç savaşın İspanya’ya miras bıraktığı en önemli şey bu bölünmüşlük oldu.

İspanya İç Savaşı’nın gidişatının belirleyen en önemli şey Fransa ve Birleşik Krallık’ın Cumhuriyetçilere yönelik yanlış algısı ve Faşizme karşı uyguladıkları yanlış politikalardı. Devletlerin birbirlerine karşı davranışları algılarına göre şekillenmektedir. Devletler zaman zaman kendi yanlış ve doğrularına göre diğer devletlere karşı tutumlarını belirlerler ve politikalarını buna göre şekillendirirler. Devletlerin “dost” veya “düşman” olarak kodladıkları gerçekten de onların dostu veya düşmanı olmayabilir. Kavramlar karışır, algılar değişir ve bu durum olumsuz sonuçlara yol açabilir.

Yasir Safa Doğancil

Kaynakça

Casanova, J. (2015). İspanya İç Savaşı'nın Kısa Tarihi. (U. Kocabaşoğlu, Çev.) İstanbul, Türkiye: İletişim Yayınları.

Vilar, P. (2019). İspanya İç Savaşı. (I. Ergüden, Trans.) Ankara, Türkiye: Dost Kitabevi.

Graham, H. (2003). The Spanish Republic at War. Cambridge University Press. 

Thomas, H. (2003). The Spanish Civil War (Vol. 4th). Penguin Book Ltd.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...