711-716 yılları arasındaki Arap fethi, İspanyollar için hiç beklenmedik bir olaydı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Araplar, Berberîlerin direnişlerini kırarak Kuzey Afrika’da hakimiyeti ele geçirdiler. Berberîlerin hakimiyet altına alınmasından sonra Tarık bin Ziyâd tarafından İberya’ya yapılan seferlerde ordunun büyük çoğunluğunu Berberîlerin oluşturduğunu biliyoruz. Bu ilave insan gücü olmasaydı belki de İspanya’nın fethi imkansız hale gelirdi. Araplar işgalci gücün çok az bir bölümünü oluşturdukları veya hiç oluşturmadıkları için, bunun bir Arap işgali olduğu ileri sürülemez (Hitchcock, 2014). Bu nedenle Arap genişlemesinden ziyade İslamî genişleme kelimesini kullanmak daha doğru olacaktır. Bununla beraber, Araplarla Berberîler arasındaki rütbe farkı, ikincilerin İslam’ı kabul etmelerine rağmen bile ortadan kalkmadı; aksine bu olgu, Müslüman İspanya’daki iç gerilimin ciddî bir kaynağını teşkil etti (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). İslamî genişleme kavramının kullanılması bölgede zamanla kurulacak olan Müslüman devletlerinin gelişme sürecini ve dindaşları olan diğer devletler, kendi halkları, ve kuzeyde bulunan Hıristiyan Krallıklar ile olan etkileşimlerini anlamamız açısından önemlidir. Çünkü hiçbir zaman İslamiyetin doğuşundan sonra Arap yarımadasından yayılan Müslüman topluluk salt Araplardan oluşmamış, fethedilen bölgelerde bulunan insanları Müslümanlaştırarak genişlemiştir. Müslüman olmayı tercih etmeyip kendi dini pratiklerini sürdürmelerine izin verilen ehl-i kitap halkları da Müslüman devletler içerisinde var olmuştur. Yahudiler ve Hıristiyanlar ehl-i kitâb idi ve bu nedenle bazı kısıtlamalara tabi olarak, esas olarak ek vergilendirme ve İslam’ı ve Muhammed’i kamusal alanda lanetlemekten kaçınarak, İslam içinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamalarına izin verildi (Hitchcock, 2014). Müslümanlar hakimiyetleri boyunca; Yahudilere, Hıristiyanlara ve diğer ehl-i Kitap, yani kutsal kitapları olan monoteistlere iç işlerinde özerk olmakla birlikte Müslümanlara cizye ve haraç ödemek karşılığında “himaye edilen grup” olabilme hakkı tanımıştır (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Fethedilen bölgelerdeki insanlar tabi ki de hem Müslümanlaşmış hem de Araplaşmıştır ve Müslüman olmayanların da Araplaştığını biliyoruz. Ama burada önemli olan ve bizim odaklanacağımız konu Araplar ile diğer ırklar arasındaki etkileşim ve bunun getirdiği sonuçlardır. Bu sebeple İslamî genişleme kavramı kullanıma daha uygundur.
711-716 yılları arasında yapılan saldırıların başarılı olmasının iki temel nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, Vizigot monarşisinin İberya’da kontrol altında tutamadığı ve sağlam temeller üzerine oturtamadığı siyasi ve toplumsal yapıdır. Bunun yanında, monarşi-halk ilişkisinin kötü olması da bölge halkının Müslüman istilasını bir kurtuluş olarak görmesine sebep olmuş ve Müslümanların adaya yerleşmesinin kendileri için daha iyi olacağını değerlendirmelerini sağlamıştır. Bu konuda dikkat çeken en önemli örnek olarak, İberya’da bulunan Yahudilerin Vizigot monarşisine ve yönetim biçimine/uygulamalarına karşı duydukları öfke ve Müslümanların Vizigot ordusunu bir kez hezimete uğratması sonucunda güçleri yettiğince Müslümanlara yardımda bulunmuş olmaları (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018) verilebilir. İkinci neden olarak ise, Vizigot monarşisinin o dönemde yaşadığı taht kavgasını ve Witiza ile Roderick arasındaki mücadeleyi gösterebiliriz. İberya’ya yönelik gerçekleştirilen ilk Müslüman istilası Tarık bin Ziyâd komutasındaki çoğunluğunu Berberîlerin oluşturduğu bir ordu tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde iki komutan, Tarık Bin Ziyâd ve Musa bin Nusayr (Tarık’ın komutanı), göze çarpmaktadır. Ayrıca, efsane veya gerçek olduğu bilinmeyen ve bu istilaların/akınların başarılı olmasında önemli etkilere sahip olduğu belirtilen ve Müslümanlara gemi gönderdiği (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018) bilinen Kont Julian’ı da Tarık ve Musa’nın isminin yanında anmak gerekir. Vizigot monarşisinin elitleri tarafından kral olarak seçilen Roderick’in bu süreçte kuzeyde kendisini kral ilan eden Witiza ile meşgul olmasından ötürü Tarık ve Musa İberya’nın güneyinde pek de zorlanmadan ilerlemeyi başardılar. Müslümanların İberya’ya saldırdığı bilgisini alıp güneye doğru ilerleyen Roderick, Müslüman kuvvetleri ile karşılaştığında bu savaşı kaybetmiş ve Vizigot Krallığı’nın en önemli varisi de “ya savaşta öldürülmüş ya da başka bir şekilde ortadan kaybolmuştu” (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Bu olay sonrasında Müslüman kuvvetleri Tarık ve Musa komutasında iki koldan ilerlemeye devam ettiler ve Tuleytula (Toledo), Kurtuba (Cordoba), İşbîliyye (Sevilla)’yi ele geçirdiler. Musa bin Nusayr’ın ölmesinden sonra İspanya’daki kuvvetlerin başına oğlu Abdülaziz geçti. Bu süreçte Pireneler’e kadar hakim olan Müslümanlar, Fransa’ya doğru birkaç sefer yaptıysa da istediklerini elde edemediler. Bu konuda hem Avrupa’nın ikliminin etkisinin olduğu hem de ganimet elde etmek amacıyla gerçekleştirilen seferlerin orduyu teşvik edecek düzeyde olmayacağının da ilerleyişin önünü kestiğini söyleyebiliriz. Müslümanların stratejileri esas olarak kısa ama şiddetli seferler düzenleyerek ganimet elde etmek ve uzun ve acılı savaşlardan kaçınmaktı (Erkmen, 2018). Bu akınlara katılan bazı kişilerde dinî motivin bulunmasına ve dinî unsurların da bu genel strateji içerisinde yer almasına karşın, akınların temel hedefi ganimet kazanmaktı. Müslümanlar esasen, kolaylıkla bol miktarda ganimet elde edebilecek bölgelerle ilgileniyorlardı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Burada bir cihad (İslamiyeti yaymak için yapılacak olan kutsal savaş) algısından ziyade ganimet elde etme ve zenginliklerini arttırma amacı birincil motivasyon kaynağı olmuştur. Abdülaziz’in ölümüyle birlikte fetih ve ganimet elde etmek için yapılan işgallerin sona geldiğini söyleyebiliriz. Bu zamanda, İber Yarımadası’nın tamamı ne fethedilmiş ne de yurt edinilmişti. Özellikle, kuzeybatıda hala fiilen dokunulmamış geniş ve bakir bir bölge bulunmaktaydı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). İberya’nın uzak kuzeybatı kesimleri ve kuzeydeki diğer dağlık bölgeler dışında Müslümanlar yarımadanın çoğunu ele geçirmişlerdi. Bu yeni Müslüman bölgesi Endülüs adını aldı ve tümüyle Şam’daki Emevi halifesinin yönetimine girdi (Erkmen, 2018). Kuzeyde bırakılan bu boşluk aslında bilinçli bir şekilde bırakılmış değildir. Dağlık arazi olması ve yapılacak olan seferlerin getireceği ganimet yeterli görülmediğinden bu bölgeye yönelik bir askerî hamle yapılmamıştır. Bu boş bırakılan bölgelerin zamanla Müslüman devletler ile Hıristiyan Krallıklar arasında bir tampon bölge oluşturmuş ve bir sınır teşkil etmiştir.
Araplar İber Yarımadası’ndaki yeni topraklarını “Endülüs” şeklinde isimlendirdiler. Bu isim, yarımadanın sadece Müslüman hakimiyeti altındaki kısmı için kullanılıyordu ve Reconquista’nın ilerlemesiyle ters orantılı olarak, terimin atfedildiği coğrafî alan da küçüldü. Modern kullanımda Endülüs, XIII.-XV. yüzyıllar arasındaki dönemde Müslümanların tutunmuş olduğu son bölge olan Güneydoğu İspanya bölgesine atfedilmektedir (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Endülüs, Şam’da bulunan Emevî hilafetinin bir eyaleti olarak kurulmuştur. Bunun doğal sonucu olarak Endülüs’ün yönetimi valiler tarafından yürütülmekteydi. İspanya, Şam’daki halifelik merkezinden uzakta olsa bile, Müslüman İspanya kendi siyasi yolunda ilerlemeye başladığında, İslam âleminin kalbinde meydana gelen olayların, Endülüs’te de önemli etkileri görülecektir (Erkmen, 2018). Endülüs’te de diğer Emevî topraklarında görülen bir sorun ortaya çıktı. İşte bu sorun aslında Müslümanların genişlemesini İslamî genişleme olarak değil de Arap genişlemesi olarak gören Arapların diğer topluluklara karşı kötü muamelede bulunması ve belirli haklardan yoksun görmesidir. Bu sorunun oluşturduğu huzursuzluk Şam Emevî hilafetinin çöküşünde rol oynayan önemli bir faktördü (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Daha önce Kayravan valiliği yapmış, İberya’ya gerçekleştirilen seferleri yöneten ve bu süreçte İfrîkıye valisi olan Musa bin Nusayr’dan sonra Endülüs için 756 yılına kadar geçen zaman diliminde birçok vali görev yapmıştı. Valilerin değişmesine rağmen yönetme yetkisi Kayravan da ikamet eden İfrîkıye valisinin görevi olarak kalmıştır. 711-716 yılları arasında fethin tamamlandığını ve sonrasında İşbîliye’nin başkent olduğunu görüyoruz. Fakat daha merkezî bir konuma sahip olması sebebiyle 717 yılında başkent uzun süre bu başkent olma durumunu devletler değişse de sürdürecek olan Kurtuba’ya taşındı. 716-750 yılları arasında yaşanılan en büyük sorunun eyalet içerisinde bulunan kabileler arasında oluşmaya başlayan ve gün geçtikçe derinleşen rekabet olduğunu belirtebiliriz. Bu rekabet, ayaklanmalara sebebiyet vermiştir. Özellikle bu ayaklanmalar, Arapların kendilerinden çok daha fazla sayıda bulunan Arap olmayan ve Müslüman olmuş Berberîleri ikinci sınıf vatandaş olarak görmelerinden kaynaklanıyordu. 750 yılında, Abbasî hanedanı Şam halifeliğini Emevi hanedanından zorla alması (Erkmen, 2018) ile Emevî halifeliğinin bir eyaleti olan Endülüs’te yönetim boşluğu ortaya çıktı. Bu boşluğu, Emevî ailesinin üyesi olan ve Abbasîlerin öldüremediği Abdurrahman dolduracaktır. Abdurrahman, Berberîlerden oluşan bir orduyla boğazı geçti ve Mayıs 756’da başkenti Kurtuba (Córdoba) olan Endülüs emiri unvanını aldı. 756’dan sonra Endülüs fiilen bağımsızlığı elde etti; İslam âlemindeki siyasi birliğin ilk kırılmalarından biriydi bu (Erkmen, 2018). Bu kırılma Endülüs’ün kendine özgü yapısına kavuşmasını ve Şam’a her ne kadar uzak olsa da İslam aleminin gelişmelerinin tam ortasında yer almasını sağlamıştır.
Bağımsız Emevî Emirliği
Abdurrahman’ın kendisini emir olarak ilanı hem kendisini öncüllerinin konumundan ayırıp farklı bir meşruiyet kazandırıyor hem de yeni bir hanedanlık kurduğunun işaretini veriyordu. Aynı zamanda bu ilan, İslam dünyasında ilk kez, kendisini heretik bir dogma aracılığıyla meşru kılmaksızın Müslümanların ana gövdesinden tamamen bağımsız bir siyasî mevcudiyet ortaya çıktı. Bu durum teorik bir yenilikti ama pratikte pek de büyük bir yenilik yoktu (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Muâviye adıyla tanınan I. Abdurrahman döneminde Kurtuba göz önüne çıkmaya başlayacak, refahın ve ekonomik gelişmenin simgesi haline gelecek ve bu konumunu yıllar boyu koruyacaktır. 756-822 yılları arasında (I. Abdurrahman- I.Hişam- I.Hakem) birbiri ardına gelen emirler kimi zaman zor kullanıp epey kan dökerek ayaklanmaları bastırdılar. Emirler yönetimlerini sürekli ayaklanma tehdidi olmadan etkili şekilde sürdürmek için Endülüs’teki yetkilerini birleştirmek zorunda kaldılar. Fakat bu kronikleşmiş huzursuzluğun çözümü güç kullanmaktı. Böylece emirler, kendilerine bağlı ve paralı askerler tarafından yönetilen ordular kurdular. Emirlerin kurduğu ordular Endülüs’teki anlaşmazlıkları çözdü ve emirliğin kültürel olarak da yayılması için gerekli koşulları ortaya çıkardı (Erkmen, 2018). Fakat paralı askerlerden oluşan bu ordu fetihlerde ve ayaklanmaların bastırılmasında etkili olmuşsa da halk ile yöneticilerin arasının açılmasına sebep olmuştur. Abbasîlerin de İspanya’daki bu yeni Emevî idaresine karşı hiçbir zaman ciddi bir tehlike oluşturamaması (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018) iç sorunlarını halleden Endülüs’ün İslam aleminin uzak bir karakolu olmaktan çıkıp çok önemli bir parçası haline gelmesinin önünü açmıştır (Erkmen, 2018). Endülüs’ün İslam aleminin önemli bir parçası haline gelmesinin en önemli sebeplerinden birisi de edebiyat, sanat ve mimarî alanlarında ulaştığı seviyedir. Bu gelişmeler diğer Müslüman devletler tarafından hatta İberya’da yaşayan Hıristiyan ve Yahudi topluluklar tarafından hayranlıkla izlenmiştir. Endülüs, modern anlamda bir kuzey sınırından yoksundu. Müslümanların hakimiyeti altındaki güvenli bölgeyle çok sayıdaki Hıristiyan devletçiklerin hakimiyeti altındaki güvenli bölge arasında, sahipsiz bir toprakla birleşen daha esnek bir yapıya sahip arazi şeridi vardı. Buralar sınır bölgelerini teşkil etmekteydi (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Bu sebepledir ki, tarih boyunca kuzeyde bulunan sınır sürekli değişkenlik göstermiş, zayıflayan tarafın ilk kaybettiği toprak olma özelliğini korumuş ve ayrılıkçı hareketler ilk olarak bu bölgelerde filizlenmiştir. İleride değineceğimiz İbn Hafsûn önderliğinde gelişecek olan ayrılıkçı hareketin bu bölgede temellerini sağlamlaştırmasını bunun en açık örneği olarak verebiliriz.
İç anlaşmazlıkların paralı askerler yardımıyla çözülmesinin ardından bölgede refah seviyesi ve kültürel faaliyetler artmıştır. Dengeli ve sürdürülebilir bir yapı oluşturulduğu düşünüldüyse de II. Abdurrahman’ın ölümünden sonraki yıllarda yani kabaca 850-920 yılları arasında yaşanılanlar Emirliğin ne kadar zayıf bir temel üzerine inşa edildiğini gözler önüne serdi. Kuzey sınır bölgesinde oluşmaya başlayan halkın memnuniyetsizliğinden faydalanarak ayrılıkçı hareketler zamanla kuzeyde bulunan Hıristiyan krallıklar ile yakın ilişkiler geliştirmelerinin de etkisiyle genişlemiştir. Bu durum ve bunun gibi durumlar o dönem için önemli birkaç bilgi vermektedir. IX. yüzyıl savaşlarına esasen iki din arasındaki mücadeleler olarak bakılmadığını söyleyebiliriz. Bundan, İslam’ı Endülüs’te esas bütünleştirici güç haline getirmenin bu döneme kadar Emevîler’in siyaseti olmadığı ya da en azından böyle bir siyasetleri olsa bile bunun o ana kadar etkili olmadığı sonucuna varılabilir (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Endülüs yönetiminde din hiçbir zaman önemli bir yer kazanmadı. Belki de Emevî halifeliğinin ortadan kalkması ve Abbasî halifeliğine karşı atılan adımlar sebebiyle din hep varlığını korudu fakat ana belirleyici unsur olamadı. Refah seviyesinin yükselmesi, zenginliğin artması ve dinin belirleyici unsur olmaması farklı dinden ve ırktan olan insanların birarada yaşamasına olanak verdi ve Endülüs altın çağını yaşadı. Bu birarada yaşamanın izlerine hem ticaretin artmasında hem de edebî eserlerde rastlamaktayız. Ne zaman ki zenginlik ortadan kalktı, refah seviyesi azalmaya başladı işte o zaman ırk ve din ayrılıkları problem oluşturmaya başladı ve ayrılıkçı hareketler ortaya çıktı. Ayrılıkçı hareketlerin genellikle kuzey sınır bölgelerinde ortaya çıkmasından Emevî devletinin veya Endülüs bölgesinde kurulan Müslüman iktidarlarının hiçbirisinin tamamen yerleşmiş merkezî bir yönetim oluşturumadıkları sonucunu çıkartabiliriz. Belirli bir refah düzeyinin sağlanması sonucunda sistem korunmuş ve iktidar el değiştirmemiştir fakat refah düzeyi ve bunu belirleyen ekonomik yapı çatırdamaya başladığında bölgede huzursuzluklar ortaya çıkmaya başlamıştır.
III. Abdurrahman’ın kendisini emir olduğunda merkezî otoritenin başkentten biraz uzaklaşıldığında bile zayıflamış olduğu zor bir durum içinde bulmasına karşın güçlü taktikler ve akıllıca planlar kurarak merkezi otoriteyî yeniden kurdu (Erkmen, 2018). İbn Hafsûn’a karşı yürütülen iç savaşın ve sınır bölgelerinde ileri gelenler üzerindeki merkezî otoritenin giderek azalmasının yanısıra, ufukta iki dış tehlike daha gözükmekteydi: Kuzey’de Leon Krallığı ile günümüzde Tunus olarak bilinen bölgede yeni Fatımî iktidarı. Abdurrahman, bir taraftan bu zafiyet ve tehlikelerin üstesinden geldi, diğer taraftan da Endülüs’ü zirveye taşıdı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Endülüs altın çağını yaşıyordu. Kuzeyde bulunan Hıristiyan krallıklarını kendisinin ve devletinin üstünlüğünü tanımalarını sağladı ve haraç ödeme uygulamasını başlattı. Fatımî iktidarı hem güçlü bir yapıya sahipti hem de Malikîliği esas almıştı. Bu sebeple Fatımî iktidarı İslamı farklı bir şekilde yorumlayarak farklı hassasiyetler üzerine inşa edilmişti. Fatımî propagandası Endülüs açısından ciddi bir tehlike teşkil etmemesine karşın (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018) Fatımî hanedanının Abbasîlere karşı halifelik ilan etmesine karşılık III. Abdurrahman halifelik unvanını kendisine aldı ve Endülüs’ü daha yüksek bir otoriteden bağımsız kıldı. Bunun doğal sonucu olarak, devlet yapısını Kurtuba halifeliğine göre yeniden düzenleyerek, etkili bir bürokrasi ve kendisine sadık bölge valilerinden meydana gelen bir örgütlenme oluşturdu (Erkmen, 2018). III. Abdurrahman’dan sonra göreve gelecek olan oğlu II. Hakem döneminde de babasının dönemine uygun bir yol izlendiğini ve pek farklı olayların cereyan etmediğini biliyoruz. II. Hakem öldüğünde dahi Emevî Hanedanı’nın gücü ve memleketin refahı hala en üst noktasındaydı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018).
Kurulan yapı içerisinde hem sanat, edebiyat ve mimarî alanlarda gelişmeler yaşanmış ve bunların yanında ekonomik ilerleme gerçekleşmiştir. Bunda İslam’ın ticareti teşvik edici etkisinin yanı sıra İberya’nın elverişli arazileri ve doğal yer altı kaynaklarının da etkisi azımsanamayacak düzeydedir. Ekonomik gelişmenin zeytin yağı ekonomisi, tarım ve doğal kaynaklar aracılığıyla sağlandığını belirtebiliriz.
Amirî İktidarı ve Halifeliğin İlgası
III. Abdurrahman döneminde halifelik unvanının Endülüs’e alınması ile beraber devlet yapısı da tekrardan düzenlenmişti. I. Abdurrahman döneminde oluşturulan ve Endülüs’ün altın çağını yaşamasının temellerini atan sistem değişmişti. Halifelik unvanının Endülüs’e tekrardan gelmesi ile beraber din devlet yönetiminde ana unsurlardan birisi haline gelmeye başladı ve ayrılıkçı hareketlerin ve farklı hiziplerin meşruiyet kazanmasının önünü açtı. Bu yeniden yapılanma hareketi hem kendisi hem de varisi II. Hakem açısından yararlı olsa da X. yüzyılın sonlarıyla XI. yüzyılın başlarında, güç halifelerin elinden çıkarak iki yöne dağıldı. Kurtuba’daki halifelerin hâcipleri veya başvezirleri kendi güçlerini arttırırken, halifeleri de bir anlama tecrit etmişlerdi. XI. yüzyılın başlarında son Emevî halifesi II. Hişam’da devrilip yerine başkası getirilmediğinde bu bölünüp parçalanma süreci zirveye ulaştı (Erkmen, 2018). Halifeler yerine hâcibler yönetmeye başlamış ve İbn Ebî Amir el-Mansur ile birlikte İberya’da Amirî iktidarı başlamıştır. el-Mansur’un “hükümdarlık dönemi”, büyük bir askerî faaliyet dönemi olarak bilinmektedir, fakat dönemle ilgili kayıtlar yok denecek kadar azdır. 1008 senesinden 1031’e kadarki yıllar, bazı bakımlardan tüm zamanların en trajik çeyrek asırlarından biridir. Endülüs, zenginliğin, gücün ve kültürel başarıların zirvesinden kanlı bir iç savaş çukuruna düştü. Ülkede düzeni sürdürebilecek bir merkezî otorite kalmadı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). 1031 yılında Kurtuba’da toplanan birçok emir halifeliği feshetmeye karar verdi. Halifeliğin ilga edildiğinin yanı sıra devlet şûrâsının kurulduğu da ilan edildi fakat bu şûrâ sadece Kurtuba bölgesini yönetiyordu. 1009 senesinden sonra ve de net bir şekilde 1031 senesinden sonraki döneme Mülûku’t-tavâif (İsp. reyes de taifas) dönemi olarak adlandırabiliriz (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Bu ayrışmanın ortaya çıkması pek de şaşırtıcı bir durum değildir. Zaten İberya’nın eski zamanlardan beri sayıca birbirinden fazla veya az sayıdaki topluluktan oluşan grupların birarada yaşadığı bir bölge olduğunu biliyoruz. Ayrıca merkezi otoritenin tüm bu grupları bir araya getirmediği veya meşruiyetini sağlayamadığı durumlarda sürekli iktidar mücadelelerinin de yaşandığını biliyoruz. XI. yüzyılın başlarından itibaren merkezi otoritenin güç kaybetmesi ile birlikte yani bu grupları bir arada tutan “tutkal”ın birleştirici özelliğini kaybetmesi sonucunda bir dağılma sürecinin yaşandığını görüyoruz.
Halifeliğin sona ermesinin nedenleri halen tam anlamıyla açık değildir ve akla uygun görülen birçok olasılık mevcuttur (Erkmen, 2018). “Partikülarizm” olarak adlandırılan olgu, çöküşün temelini teşkil eden en belirgin unsurdu. Bu olgu hem yerel, hem de ırkî idi. Birkaç sıradağ sebebiyle ortaya çıkan ulaşım sıkıntıları, muhtemelen her bölgenin bağımsız birer siyasî ünite şeklinde gelişmesine yol açıyordu. Yine, X. yüzyılın ortalarından itibaren başlayarak ırkların karışımı daha fazla problem oluşturmaya başlamıştı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Buna ek olarak, İslamî fikirlerin çağdaş meselelere uyarlanmasındaki başarısızlığı ve etkin bir merkezî hakimiyetin devamlılığını destekleyen kökleri sağlam bir orta sınıftan yoksunluğu da çöküşü getiren bu sebeplere ekleyebiliriz.
Mülûkü’t-tavâif Dönemi
Hilafetin ilga edildiği tarih 1031 olmasına karşın merkezî yönetimin gücünü kaybettiğini ve yerel otoritelerin ortaya çıktığını II.Hişam’ın halifeliğinin ardından yani 1009’dan itibaren görmekteyiz. “Mülûkü’t-tavâif” isminin türediği gruplar, üç unsurdan, Berberîler, Sakâlibe ve Endülüslülerden oluşmaktaydı. Sonuncu grup Arap ve İberya menşeli tüm Müslümanları kapsamaktaydı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Bu bölünme Müslümanlar için kötü sonuçlar doğuran gelişmeleri getirmesine karşın kuzeyde bulunan Hıristiyan krallıkları için bir fırsat oluşturuyordu. III.Abdurrahman döneminde Müslümanlara vergi veren ve kendilerinin zayıf konumunu kabul etmek zorunda kalan bu krallıklar şimdi vergi talep edecek duruma gelmişlerdi. Leon ve Kastilya Kralı VI.Alfonso, nispeten güçlü İşbîliye krallığını bile vergiye bağlayabilmişti. Tuleytula, 1085 yılında Alfonso tarafından ele geçirildi. Bu olay Reconquista açısından önemli bir merhale idi, zira bu tarihten sonra Tuleytula Müslümanların eline bir daha hiç geçmeyecekti (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Tuleytula gibi önemli bir şehrin Hıristiyanların eline geçmesi İberya’da bulunan Müslümanları, Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ve güçlenen din kardeşleri Murâbıtlar’ı yardıma çağırmaya itti. Murâbıtlar, 1090 yılının sonuna doğru Müslüman hükümdarları tahliye etmek amacıyla askerî sefer başlattı, 1091 yılında Kurtuba ve İşbîliye artık onların denetiminde idi. İşte bu olay İspanya’da Murâbıtlar döneminin başlangıcı olarak ele alınabilir (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Mülûkü’t-tavâif döneminde tayfaların (taifa kingdoms) yaşadığı en büyük problem, Hıristiyan krallıklar tarafından belirli vergilere bağlanmalarıydı. Bu vergi ekonomik olarak bu küçük devletçikleri zorluyor ve askerî açıdan bağımlı olduğu paralı orduları edinemelerinin başlıca sebebini oluşturuyordu. Bu sebeplerle tayfalar askerî açıdan hiçbir varlık gösteremiyorlardı.
Murâbıtlar
İspanyolca da “Almoravids" olarak bilinen Murâbıt ismi, murabitun kelimesinden türetilmiş bir isimdir ve savaşmak için bir araya gelmek anlamına gelen kökün etken çatıdaki sıfat-fiil hâlidir. Bu ismi seçen ve Murâbıt hareketinin kurucusu olan İbn Yasin, destekçilerini ilk Müslümanlarla bir tutuyor ve askerlerini bir araya getiren şeyin kabile dayanışması değil, din olduğunu beyan ediyordu (Demir, 2019). Kuzey Afrika’da kurulan Murâbıtlar, Emevîlerden farklı olarak Abbasî halifesine karşı bir hareket içine girmemiş aksine Abbasî halifesine olan bağlılığını dile getirip onun bir parçası olduğunu kabul etmişlerdir. 1009 sonrasında Endülüs’te oluşan birçok farklı küçük devletçik birbirleri ile çatışma ve rekabete daldıkları için Hıristiyan Krallıklarına karşı ortak bir harekete girişemediler. Murâbıtların İberya’ya bir yardım çağrısı sonrasında geçmesinin akabinde bölgede bulunan bu küçük devletçikler bütün Müslümanların menfaatine uygun olduğu için Murâbıtları, Endülüs’ü kendi hakimiyeti altında birleştirmeye davet ettiler (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Fakat, ilk kez hangi Tayfa kralının Murabıtları Endülüs’e davet edip onları Hıristiyan tehdidine karşı korumalarını istediği konusundan görüş ayrılıkları bulunmaktadır (Demir, 2019). Murâbıtların söylemi gerçekten basitti, insanlara şu sloganla çağrıda bulundular: “Doğruluğu yayacak, haksızlıkları düzeltecek ve kanunsuz vergileri kaldıracağız.” (Demir, 2019). Bu sadeliğe ek olarak yönetim olarak da bir sadelik söz konusuydu. Komutanlık gibi önemli vasıflar sadece belirli kişilere veriliyordu ve bu vasıflar aile dışına çıkmıyordu. Bu anlayış Murâbıt Hükümdarlığı’nın çöküşüne kadar devam etti. Kısacası, Murâbıt dönemi aile hükümdarlığından oluşmaktadır. Yabancıların dahil olduğunu görüyoruz fakat bu çok sınırlı kalmıştır. Homojen olan bu yönetim yapısı zamanla belirli problemlere sebep oldu. Bunlardan en önemlisi, homojenliğin getirdiği katı bir kısıtlamaydı ve bu kısıtlama halktan uzaklaşılmasını sağladı. Bu homojenlik güzel bir durum gibi gözükse de Murâbıtların çöküşüne giden süreçte etkisinin olduğunu söyleyebiliriz. Tuleytula’yı tekrardan ele geçirmemesine karşın eski Müslüman topraklarının birçoğunu hakimiyeti altına almayı başardılar. Fakat kısa bir süre içerisinde hakimiyeti eline geçirip yine kısa bir süre içerisinde çöküş dönemine geçtiler. Hakimiyetleri 1118 yılında Sarakusta’nın Aragon kralı I.Alfonso tarafından ele geçirilmesiyle birlikte çöküş başladı. 1144 ve 1145 yıllarında çıkan isyanlar sonucunda İspanya’da Murâbıtlar dönemi sona erdi (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Murâbıt Hükümdarlığı dönemine baktığımızda genelde askerî olayların cereyan ettiğini görüyoruz. Bunun en önemli sebebi Endülüs’te görevlerinin askerî faaliyetler olmasıdır.
Murâbıtlar döneminin sona ermesinin hemen akabinde 1009 yılından sonra yaşanan olaylara benzer gelişmeler meydana geldi. Yerel yöneticiler tekrardan otoritelerini sağlamaya çalıştılar ve yine bir karışıklık, düzensizlik ve ortak hareketin mümkün olmadığı ikinci bir Mülûkü’t-tavâif dönemi başladı. Bu döneme daha sıklıkla “taife”ler (taifa kingdoms) dönemi denmektedir. Murâbıt Hükümdarlığı’nın çöküşünden faydalanan Hıristiyan krallıkları oldu. Bu süreçte ortaya çıkan “yeni kuşak Tayfalar” (Demir, 2019) pek etkili olamadılar ve Hıristiyan genişlemesinin gölgesinde kaldılar. Bu yeni kuşak Tayfalar’da genel olarak yönetimi Murâbıtlar döneminde de yerel de güçlü olan kadılar ele geçirdi. Onları güç sahibi yapan halk desteğine rağmen hiçbirisi ne güvenilir bir ordunun ihtiyaçlarını karşılayabildi ne de otoritelerini uzun süre koruyabildi. Burada, XI. yüzyılın sonu ve XII. yüzyılda İtalya’nın kuzeyindeki şehirlerde yaşanan olaylarla ilginç bir zıtlık vardır. Orada da imparatorluk hükümeti sistemi çökmüştü ancak halk şehirlerin önde gelen şahsiyetlere boni hominese (iyi insanlar) bel bağlamayı tercih etti ve siyasi gücü bir kişiye vermektense şehrin çıkarlarını gözetmek için ettikleri antla bir araya gelmiş yeminli bir birlik olan zümreye verdi. İtalya’da gücün yitirilmesiyle birlikte ilk yerel idareler ortaya çıktı ve şehirler kendi kendilerini yönetmeye başladı. Endülüs’te ise güç önce bir şahsa sonra da yeni askerî gücün temsilcilerine geçti (Demir, 2019).
Muvahhidler
Endülüs’ün içinde bulunduğu bu karmaşık durumu kısa bir süre için düzene sokacak olan Muvahhid hareketinin kurucusunu İbn Tumert olarak alabiliriz. Muvahhidler ile Murâbıtlar arasında dikkat çekilmesi gereken bir takım benzerlikler mevcuttur. İkisi de Kuzey Afrika’da kurulmuş ve sonrasında Endülüs’e doğru genişlemiştir. İkisi de çok uzun ömürlü olmamakla birlikte Berberî kökenli aileler tarafından yönetilmişlerdir ve destekçilerini ilk başlarda Berberî topluluklardan sağlamışlardır. Buna ek olarak, her ikisinin de kökenlerini Berberî bir kişinin ilim öğrenmek amacıyla Doğu’ya doğru yaptığı yolculuklarında temellendiğini biliyoruz. Muvahhid, “tevhidi ispatlayanlar” anlamına gelmektedir. Bu kelime Avrupa dillerinde Almohads veya Almohades şekillerinde kullanılmaktadır (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Murâbıtlar’ın ve Muvahhidler’in isimlerine baktığımız da ise her iki hareketin de dini temelli olduğunu görüyoruz. 1199 yılında en iyi dönemini geçiren Muvahhidler, Hıristiyanların topladıkları geniş ordu ve Haçlı seferi sebebiyle 1212 yılından sonra aldıkları yenilginin de etkisiyle çöküş sürecine geçtiler. Reconquista’ya yönelik hazır bulunan direniş de 1223’te halife Ebu Yakup II. Yusuf ölünce arkasında hiçbir varis bırakmadığı için çıkan taht kavgaları ve rekabet sonucunda ortadan kalktı. Muvahhidlerin sahip olduğu merkezi hakimiyetin 1269’da çöktüğünü belirtebiliriz.
Müslüman Hakimiyetinin Son Bölgesi: Gırnata
İspanya’daki İslam hakimiyeti, bir istisna dışında yok olmuştu. Müslümanlar için umut ışığı olan bu tek istisna, Gırnata Nasrî Krallığı’nın ortaya çıkışı idi. 1235’te Gırnata’nın (Granada) başkent olması ile beraber Gırnata Nasrî Krallığı dikkatli bir diplomasi sayesinde varlığını sıkıntıdan uzak sürdürdü; yerel Müslüman rakiplere karşı Hıristiyan yardımı aldı, daha sonra ise Hıristiyanlara karşı Kuzey Afrika’dan Müslüman yardımı edindi. Diğer faktörlerle beraber sahip olduğu coğrafî şartlar, bu küçük krallığın iki buçuk asır boyunca ayakta kalabilmesine imkan tanıdı. Yine de bu küçük ama önemli istisna dışında, Muvahhidler’in çöküşü, İspanya’da İslam hakimiyetinin sonu anlamına geliyordu (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Gırnata’da Müslüman varlığının uzun sürmesinin sebepleri kesin olmamakla birlikte, coğrafî olarak bölgenin dağlık olması ve savunmayı kolaylaştırırken saldırıyı zorlaştırmasını birinci sebep olarak verebiliriz. İkincisi ise Hıristiyan krallıkları tarafından yapılacak olan fetih hamlesi kazandıracaklarına oranla kaybettireceklerinin göze alınamamasıdır. Bunda zaten Gırnata’nın Ferdinand’a halihazırda vergi veriyor olmasının da etkisi büyüktür. Son neden olarak da Kuzey Afrika’ya yakınlığı ve kısa zamanda oradan yardım alabilecek konumda olmasıdır. Nasrî Hanedanlığı’nın sona ermesinin en büyük nedenleri arasında Hıristiyanların gittikçe güçlenmesi (Kastilya ve Aragon Krallıkları’nın birleşmesi) ve Gırnata’nın kendi iç sorunlarını gösterebiliriz. Müslüman Gırnata’ya yapılacak son bir saldırı Isabel ve Fernando için hem bir risk hem de bir fırsattı. Güney İberya’nın dağlık arazisi savunmayı kolaylaştırırken saldıranları da yıldıracak nitelikteydi, fakat Kastilya güçleri nihayet zafere ulaştılar. XII. Muhammed, Ocak 1492’de Gırnata’yı tamamen teslim etti. Böylece Isabel ve Fernando İber yarımadasında yedi yüzyıldan uzun süredir devam eden Müslüman egemenliğine son verdiler (Erkmen, 2018).
Bir bakış açısına göre Nasrîler’in düşüşü Müslüman İspanya’nın sonu idi; başka bir bakış açısına göre ise bu son olmaktan uzaktı (Cumhur Ersin Adıgüzel, 2018). Müslüman hakimiyeti son bulmuş olsa da İberya’da Müslüman topluluklar Hıristiyan krallıkları içerisinde belirli bir süre yaşamaya devam ettiler. Fakat zaman ilerledikçe çoğunluğu Hıristiyanlaştı veya İberya’yı terk etmek zorunda kaldı. Isabella ve Ferdinand’ın Müslüman hakimiyetini İberya’da sonlandırmasından sonra Hıristiyan toplumun zengin olan Müslümanlara karşı öfke beslemeye başlamasının da etkisiyle XVI. yüzyılın başlarından itibaren Yahudilere ve Müslümanlara karşı fermanlar yayınlanmaya başladı ve farklı dinlere mensup insanların İberya’da Hıristiyan hakimiyeti altında yaşamaları zorlaştırıldı. Engizisyon mahkemelerinin kurulması ve kurulduktan birkaç yıl sonra bu mahkeme yetkililerinin papa tarafından atanmasının yerine kral ve kraliçe tarafından atanması sağlandı. Bunun sonucunda İspanya Krallığı’nın farklı dine mensup kişilere yönelik siyasi eylemleri daha geniş bir alana yayılmış oldu.
Nüfus, Toledo’nun kaybedilmesi 11. yy başında, iberyada bir yönetim kurulamaması ve sürekli kuzey afrika daki devleetlerden medet umulması- kuzey afrika devletleir için birincil öncelik afrika ve ispanya daha çok gelir kapısı o yüzden afrika da karşılaştığı sorunlar karşsında iberyayı boşladılar, müslümanlar arasında birlik beraberlik yok hizipleşme çok yüksek, taktik ve askeri açıdan müslümanlar zayıf kaldı zamanla, endülüslülerin savaşmaktan geri durması ve berberilerden oluşan orduların fetih yapması sonucunda hizipleşme daha çok arttı müslümanlar arasında mesafe çok arttı,
İberya’da Müslüman hakimiyetinin sona ermesinin sebeplerini net olarak açıklamak ve hangisinin ne derece etkili olduğunu kestirmek pek mümkün değildir fakat birkaç sebep gösterebiliriz. Bu sebeplerin net olarak X. ve XI. yüzyıllarda ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu sebepleri; Tuleytula’nın XI. yüzyıl başlarında Hıristiyanların eline geçmesi ve sonrasında Müslümanlar tarafından geri alınamaması, Hıristiyan nüfusun Müslüman nüfustan daha hızlı artmasını ve bunun yanında Hıristiyan nüfusun savaşmaya daha istekli olması, Müslümanların Tuleytula’yı kaybettikten sonra sağlam merkezi yönetim kuramaması ve Kuzey Afrika’da bulunan Müslüman devletlerden medet umması ve bu devletlerin birincil önceliklerinin Afrika’da yaşanan gelişmeler olup İberya’yı ikincil plana atmaları ve Hıristiyan saldırıları karşısında masraflı olabilecek adımlardan kaçınmaları, Müslümanların zamanla askeri üstünlüklerini kaybetmeleri ve Müslümanlar arasında birlik ve beraberliğin İslam’ı anlayış ve yorumlama biçimlerinin farklılaşması sebebiyle olmaması ve hizipleşmenin artması olarak sıralayabiliriz.
KAYNAKÇA
Alpagut, Ş. (2018). Ortaçağdan Günümüze Hıristiyan Müslüman İlişkileri Tarihi: Say Yayınları.
Cumhur Ersin Adıgüzel, Q. Ş. (2018). Endülüs Tarihi: Küre Yayınları.
Demir, A. (2019). Endülüs Müslüman İspanya ve Portekiz’in Siyasi Tarihi: Dergâh Yayınları.
Erkmen, T. (2018). İspanya’nın Kısa Tarihi: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Goddard, H. (2000). A history of Christian-Muslim Relations: Edinburgh University Press.
Hitchcock, R. (2014). Muslim Spain Reconsidered From 711 to 1502: Edinburgh University Press.
W. Montgomery Watt, P. C. (2001). A History of Islamic Spain: Edinburgh University Press.
Yasir Safa Doğancil
Yorumlar
Yorum Gönder