Ana içeriğe atla

"Sürdürülebilir Kalkınma" Üzerine




Sürdürülebilir kalkınma, 1980’lerden bugüne gelen ve artık hayatın neredeyse tüm çalışma alanlarına dokunan bir kavram halini aldı. 1987’de Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Ortak Geleceğimiz Raporu ya da hazırlayan komisyonun başındaki kişiyle anılan şeklinde Brundtland Raporu içerisinde yer almasından itibaren görünür olmaya başlamıştır. Ancak kavramın ilk kullanım yeri, Uluslararası Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği’nin 1980 tarihli bir raporudur. Bugün kavram, kimileri için geleceğin inşasında temel bir anahtar; kimileri için bir göz boyama (green-washing); kimileri içinse hakim ellerden kurtarılıp içinin doldurulması gereken çok önemli bir kavram. Aslında bu kadar tartışılıyor olması da onun önemini ayrıca gözler önüne seriyor diyebiliriz.

Kavramın gelişimi, çevre sorununun uluslararası toplumun gündemine girmesiyle açıklanabilir. 1960 yılında Rachel Carson’un Sessiz Bahar kitabında toplanan ilgi, insanların çevre meselesine ilişkin sorgularına öncüllük etti. Başlayan hareketlilikle birlikte 1960’lar boyunca ortaya çıkan bilimsel çalışmalar ve toplumsal itirazlar, kısa sürede uluslararası toplumu da harekete geçirdi. 1972’de ilk kez Stockholm’de BM İnsan Çevresi Konferansı’yla uluslararası toplumun gündemine giren çevre konusu, 1992 Rio Yeryüzü Zirvesi’yle önemli bir ivme kazandı. 1972 ve 1992 arasındaki ilk 20 yıllık periyotta çevre hakkı gibi önemli bir kavram gün yüzüne çıktı ve iklim değişikliği, biyo-çeşitlilikteki düşüş, ozon tabakasındaki delinmeler benzeri sorunlar gündeme alındı. Öyle ki 1992 Rio’da imzalanan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, birkaç yıl önce kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) çalışmalarıyla mümkün oldu. Aslında ilk 20 yıllık dönemde, sıfırdan başlanıldığı göz önüne alınırsa, önemli gelişmeler gerçekleştiğini söylemek mümkün.

Bununla birlikte aynı dönem, BM içerisinde sayısal olarak güçlü olan G-77 (gelişmekte olan devletler) grubu, iklim değişikliği ve çevrenin tahribatı konularında gelişmiş ülkelerin onlara göre çok daha sorumlu olduğunu, buna karşılık alınacak önlemlerin herkese eşit sorumluluk biçerek kalkınmalarını sekteye uğratacak adımlar atılması zorunluluğu getirilmesini hakkaniyetli bulmadıklarını açıkladı. İşte Rio’da ortaya çıkan “ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesi, tam da bu noktada ortaya çıktı. Kanımca bu ilke, “sürdürebilir kalkınma” kavramının anlaşılması açısından çok önemlidir. Nitekim sürdürülebilir kalkınma kavramının yaygın olarak kullanılmasını sağlayan 1987’de Ortak Geleceğimiz Raporu’nunda ortaya çıkması da, dönemlerin paralelliği açısından önemlidir.

Bununla birlikte sürdürülebilir kalkınma kavramı, ilk olarak Ortak Geleceğimiz Raporu’nda, “bugünün kuşaklarının gereksinimlerini, gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılama yeteneğini tehlikeye atmadan karşılayan kalkınma” şeklinde tanımlanmıştır. Yani hem yukarıdaki anlatı, hem de rapordaki tanımıyla kavram; hem kalkınmakta olan devletlere “biz sizin kalkınmanıza saygı duyacağız” derken hem de “gelecek kuşakların kaynaklarını çalmayacağız” mesajını taşımaktadır. Kavramın bu iki yönlülüğü belki de bugün bu kadar çok sahiplenilmesinin sebebidir.

Öyle ki, 1992’deki Rio’dan tam 20 yıl sonra gerçekleşen Rio 2012 Zirvesi, BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı olarak düzenlenmiştir. Çevre konusunun uluslararası toplumun gündemine girmesinin ikinci yirminci yılında kavramın tartışıldığını ve geliştirilmeye çalışıldığını söylemek mümkündür. Nitekim 2015 BM New York Genel Kurul toplantısında sürdürülebilir kalkınma kavramı 17 amaç ile tanımlanmış ve bu 17 amacın gerçekleştirilmesi için çeşitli çalışmalar yapılacağı sözü verilmiştir.

Bunlar yoksulluğa son; açlığa son; sağlık ve kaliteli yaşam; nitelikli eğitim; toplumsal cinsiyet eşitliği; temiz su ve sanitasyon; erişilebilir ve temiz enerji; insana yakışır iş ve ekonomik büyüme; sanayi, yenilikçilik ve altyapı; eşitsizliklerin azaltılması; sürdürülebilir şehirler ve topluluklar; sorumlu üretim ve tüketim; iklim eylemi; sudaki yaşam; karasal yaşam; barış, adalet ve güçlü kurumlar; amaçlar için ortaklık şeklindedir. Bu 17 amaç, aslında hem ekonomik, hem sosyal hem de siyasal konuları içermektedir. Amaçlara ve onların muhtevalarına baktığımızda görüyoruz ki, BM’nin ve devletlerin genel politikalarıyla uyumludur. Ayrıca yine, BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin genel mantelitesi içerisine dahil edilebilir olduğu ortadadır. Sürdürülebilir kalkınma kavramı, 2015’te kabul edilen bu 17 amaçla birlikte aslında daha bütünlüklü bir hal almış; ve 1987 Ortak Geleceğimiz Raporu’ndaki tanımıyla hem denk hem de onu aşan bir noktaya gelmiştir.

Ancak eklemek gerekir ki sürdürülebilir kalkınma kavramı ve onunla da görünür olan ‘sürdürülebilirlik’ ayrı ayrı tartışılmaktadır. Sosyal bilimler içerisinde bu kavramlara dair yöneltilen eleştiriler de güçlüdür. Kimi eleştirel çevre bilimciler, bu kavramın yukarıdaki anlatıyla içinin boşaltıldığını ve aslında bu çok değerli kavramın zenginleştirilip geleceği inşa etmede önemli rol oynaması gerektiğinin altını çizmektedirler. Bununla birlikte bazı eleştirel çalışmalarda, bu kavramın tamamıyla oksimoron olduğunun altı çizilmektedir. Onlara göre kapitalizmde kalkınma bir yalandır, ancak bir an olsun yalan olduğu unutulursa bile kapitalizmin üzerine inşa edildiği eşitsizlikte kalkınmanın sürdürülebilir olmasının mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Ayrıca sürdürülebilirlik meselesinin, sürdürülebilir kalkınma kavramının hayatımıza girmesiyle birlikte belli şirketlerin pazarlama stratejilerine dahil edilmesi, bazı çevreciler açısından rahatsızlık vericidir. Örneğin sürdürülebilir ürünler ortaya koyan büyük ayakkabı üreticisi bir şirketin, aynı anda plastik ayakkabı da üretiyor olması bir ikircikli durum yaratmaktadır ve aslında bu bir göz boyamadan ya da kullandıkları tabirle green-washing’ten başka bir şey değildir.

Kısacası kavrama dair kuşkucu bakışlar olduğunu söylemek gerek. Bununla beraber kavramın bugün geniş çevrelerce sahiplenildiğini ve çeşitli stratejilerin başına konulduğunu da unutmamak lazım. Yani kavramın tüm sahiplenmeler ve eleştiriler ışığında, çevre konusu açıldığında ilk akla gelen kavramlardan biri olması itibiriyle çok önemli bir noktada durduğu su götürmez bir gerçektir. Sonuç olarak tüm bu tartışmalar gösteriyor ki, çevre konusunun bu denli hassas bir noktaya geldiği ve iklim krizinin her geçen gün geri dönüşü olmayan tahribatlar yarattığı bugünlerde, sürdürülebilir kalkınma kavramını yeniden ve sürekli olarak düşünmek gerekliliği ortadadır.


-Mertcan Keleş  


    

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...