Paris
(İklim) Antlaşması, iklim değişikliğiyle mücadeleyi önceleyen önemli bir
uluslararası belgedir. 1992 Rio’da ortaya çıkan Birleşmiş Milletler İklim
Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, iklim değişikliği konusunda uluslararası
toplumun gündemine oturmuş ve 1997 Kyoto Protokolü’yle de uygulamaya
konulmuştur. 31/12/2019’da geçerliliğini yitiren Kyoto Protokolü’nün yerini ise
2015’te Paris’te imzalanan Paris (İklim) Antlaşması almıştır.
Paris
(İklim) Antlaşması, “ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk” ilkesi
doğrultusunda hazırlanmıştır. Bu durum, iklim değişikliğine her devlet eşit
ölçüde sebebiyet vermemesinden ötürü eşit ölçüde de yükümlülük altına girmemesi
anlamına gelmektedir. Yani gelişmiş ülkeler, üretimden tüketime daha çok
emisyon salınımına sebebiyet verdiğinden ötürü bu ülkelerin sorumluluğu daha
fazladır. Bunu daha iyi açıklamak için Oxfam’ın önemli bir raporu örnek
verilebilir. 5 Ocak 2020 tarihinde yayınlanan kapsamlı rapordan yalnızca bir
veri tüm bu konuyu gözler önüne serebilir, buna göre Britanya’da yaşayan bir
kişi, Ruandalı bir kişinin bütün yıllık karbon emisyonuna yalnızca beş günde
ulaşabiliyor. Bu durum açıkça merkez ile çevre arasındaki farkı ortaya
koymaktadır. İşte bu bilinçle hazırlanan Paris (İklim) Antlaşması, özü
itibariyle anlamlı bir çıkışa sahiptir.
Antlaşmanın
esas hedefi, küresel ısınmayı sanayi öncesi döneme göre 2 derecenin altında
tutmak, hatta mümkünse bu hedefi 1,5 derecede tutmaktır. Bu çıkış noktası da
tıpkı ortak ancak farklılaştırılmış sorumluluk ilkesinin yarattığı olumlu hava
gibi ümitvar bir durum ortaya çıkarmaktadır. Öyle ki böylesi doğrudan
belirlenmiş bir hedef ve buna dönük adımlar oldukça anlamlıdır.
Ancak birtakım
sorunlu yanları da Paris (İklim) Antlaşması’nın olumsuzluklarını gözler önüne
sermektedir. Öncelikle antlaşmaya göre taraf devletler, kendi gönüllü emisyon
azaltım taahhütleri doğrultusunda adımlar atmak üzere bildirim yapacaklardır.
Bu, devletlerin ne kadar azaltıma gideceğini kendileri belirleyeceği anlamına
gelmektedir. Bu açıkça sorunlu bir durum ortaya koymaktadır.
Buna ek olarak
daha önce Kyoto Protokolü’nün işletilemediği durumu ortadaydı ve bununla
beraber hiçbir yaptırım mekanizmasının olmayışı oldukça eleştiriye sebep
olmuştu. Paris (İklim) Antlaşması’nın da böylesi bir mekanizma öngörmemiş
olması, taahhüt bildirimlerinin dahi devletlerin kendi iradesine bırakıldığı
bir dönemde oldukça zarar verici bir unsur olmuştur.
Antlaşmanın
ortaya çıkarken sunduğu olumlu ve olumsuz yanların yanında bugün antlaşmanın
işlerliği de tartışmalıdır. Birçok devletin taahhütleri yetersiz, yeterli
olanlarının bir kısmı uygulanmamakta, -Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı
devletler- henüz antlaşmayı onaylamamakta ve hatta kimi devletler hiç imzacı
bile olmamış durumdadır. İklim değişikliği gibi oldukça kritik bir konuda
devletlerin ve uluslararası toplumun tümüyle bu denli sorumsuzca davranması
geleceğe ilişkin kaygıları artırmaktadır. 2018 IPCC raporuna göre artık 1,5
derece dahi çok kritik bir eşik. Bunun ötesindeki tüm istatistikler gezegen
için kapanmaz yaraları beraberinde getirecektir.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, Paris (İklim) Antlaşması’nın koyduğu 2 derecelik hedef bile çok kritik sorunlar yaratabilecekken devletlerin bu antlaşmanın gerekliliklerine uygun bildirimler yapmaları ve bunları uygulamaları oldukça elzemdir. Öyle ki şu ana kadar yapılan bildirimlerle birlikte 1,5 derecede sabitlemenin imkansız olduğu herkes tarafından bilinmektedir. İklim bilimcilerin, çevre aktivistlerinin ve dünyanın dört bir yanında her cuma greve giden gençlerin sesine kulak vermek gerek: “Paris İklim Antlaşması Hemen!” çünkü “Gezegen B Mümkün Değil!”
-Mertcan Keleş
Yorumlar
Yorum Gönder