Ana içeriğe atla

Evlilik ve Aile Üzerine

    

      Aile ve evlilik, kadın aydınlanmasının gerçekleştiği ve kadın hakları üzerine ilk eserlerin verilmeye başlandığı 18. yüzyıldan itibaren, feministlerin eleştirdiği birer kurum olagelmiştir. Kadının aile içindeki rolünün ve onu bu birleşmeye iten nedenlerin tartışılması, kadının toplum içindeki yerinin anlaşılması açısından önemlidir. Toplum içindeki en küçük birim olarak kabul edilen aile, kamusallıktan uzak ve kişisel ilişkilerin yaşandığı bir alan olarak görülür. Fakat aslında bu kişisel ilişkiler, cinslere atfedilen toplumsal rollere göre şekillenmektedir. 1970’lerde ikinci dalga feminizmin “Kişisel olan politiktir.” söyleminin arkasında yatan gerçeklik tam da budur: Kadın ve erkek arasında, Tarım Devrimi’nin sebep olduğu üretim ilişkilerinden kaynaklanan, Sanayi Devrimi ile belirginleşip derinleşen ve toplumdaki her kuruma ve yapıya sirayet eden eşitsizlik ve tahakküm, en “mahrem” yer olarak kabul edilen yatak odasında da en acı haliyle kendini var eder. 
Bu yazıda ele alınacak olan kadın ve erkeğin evlilik içindeki rolleri ve onları evliliğe iten nedenler; sınıf, kültür, siyasi eğilimlerine bağlı olarak farklılaşmaktadır. Üst sınıf bir ailede, ev işleri için ücretli çalışanlar bulunabilir ya da ev içinde eşit rol dağılımına dayalı bir evlilik yürütmeye çalışan çiftlerin de sayısı azımsanmayacak sayıdadır. Fakat burada evlilik kurumunun kendisine dair bir eleştiri sunulacaktır, nitekim tekil örnekler üzerinden bir yargıya varmak mümkün değildir. Anlatmak istenilen, evlilik kurumunda ilişkilerin, erkek üstünlüğü lehine şekillendiğidir. 
Mary Wollstonecraft, 1791’de kaleme aldığı metinde evliliği “kadınların hayatta yükselebilmelerinin yegane yolu” olarak tanımlamıştır. Aynı dönemde Fransa’da, Olympe de Gouges da “evliliğin aşkın ve güvenin mezarı” olduğunu söylemektedir. Ailenin ve anneliğin kutsallığının sorgulanamayacağı o günlerde böylesine radikal çıkışlar yapan kadınlar, kendilerinden kısa bir süre önce “Öyle ki her kadın, bir kocanın adaletsizlikleri ile haksız davranışlarına bile yakınmadan katlanabilmeyi öğrenmelidir küçük yaşta.” diyen Rousseau gibi düşünürlere ve nicesine karşı kadınların hayatlarını ve haklarını savunmuştur. Erken dönem feministlerden günümüze dek uzanan, özel ve kamusal alanda eşit ve özgür olma mücadelesinde toplum baskısının en çok hissedildiği cinsellik ve yeniden üretimin tartışılmaya açılması, bugün bile aile ve evlilik kurumlarının kutsal sayılması sebebiyle hassas bir konudur. 
Evlilik, hala çok yaygın bir biçimde, kız çocuklarının hayallerini süsleyen bir peri masalı olarak zihinlerde yer alıyor. Oysaki gerçeklik bize, evliliğin “pembe” bir masal olmadığını çok net bir şekilde gösteriyor. Kadın cinayetlerinin büyük çoğunluğunun evde gerçekleşmesi gibi acı bir gerçekliğin yanında, babadan, kocadan, ağabeyden veya oğuldan gelen psikolojik ve fiziksel şiddet ile de kadınlar her gün burun buruna. Evliliğin iç yüzü, gerçeklik olarak sunulandan çok daha farklı aslında. 
Evliliğin, kadınlar tarafından arzu edilen bir birleşme olduğunu söylemek tüm toplumsal ve siyasal düzeni gözardı etmek demektir. Bunun yerine, kadınları evliliği tercih etmeye iten nedenleri incelemeli ve bu nedenler üzerine tartışmalıyız. Evlilik kurumunu çok sert bir şekilde eleştiren Emma Goldman evlilik idealini “Devlet’in ve Kilise’nin kadınları ve erkekleri denetleme açısından  başvurabileceği tek kriter.” olarak tanımlar. Gerçekten de iktidar ilişkilerinin yeniden üretildiği aile, hem ekonomik hem demografik açıdan devletin ve dini kurumların rahatlıkla kontrol edebildiği ve bu yüzden de ahlak söylemleri ve politikaları ile koruyup güçlendikleri bir birimdir. 

    Ücretli ve ücretsiz emek kıskacında olan kadınlara; işten çıkartılmada “öncelik” verilir, erkek egemenliğinin olduğu iş yerlerinde türlü türlü taciz, şiddet ve mobbing uygulanır ve erkekler ile eşit pozisyonda çalışmalarına rağmen daha az ücret verilir. “İşten dönmek” kadınlar için paydos değildir, evde yemek yapması, çamaşır asması ve varsa bağımlı kişilerin (yaşlı ve çocuk) ihtiyaçlarını karşılaması gerekmektedir. Hal böyleyken, kadınlar hayatlarını ekonomik anlamda garantileyebilecekleri evliliği arzular duruma düşer. Kültürel normlar, toplum baskısı, patron tacizi, yalnız yaşama korkusu ve yaşadığı aileden uzaklaşma isteği kadını evliliğe iten diğer nedenlerdendir.
Emma Goldman “Erkek de kendi payına düşen bedeli öder, ancak onun alanı  çok daha geniştir, evliliğin kadını bağladığı denli kısıtlayıcı olmayan bir türdedir. Erkek kelepçeleri daha ziyade ekonomik alanda hisseder.” diyerek evlilikte iki tarafında bedel ödediğini ileri sürer. Erkeklerin genelde onu “çekip çevirecek” bir kadın bulması için evliliğe yönlendirildiklerini söylemek yanlış olmayacaktır. 
Evlilik ve aile kurumu toplumda o kadar içselleştirilmiş ve öyle yüksek bir noktada konumlandırılmıştır ki bu birleşme ve bu birleşmenin ürünü olarak görülen “çocuk” için yapılan ve çeşitli gelenek-görenekler temelinde şekillenen ihtişamlı törenler bu kurumların ayrılmaz birer parçası olmuştur. Düğünler, kınalar, nişanlar, baby showerlar, cinsiyet öğrenme partileri gibi çokça masraf yapılan ve toplumsal cinsiyet rollerini pekiştiren davranışların  (kırmızı kuşak bağlama, mavi-pembe temalı partiler vs) yer edindiği bu tarz etkinlikler, geniş bir düğün endüstrisi yaratmıştır. 
Çoğu toplumda tabu olarak sayılan kadın cinselliği, evlilik sonrasında da bu durumunu korumaktadır. Cinsellik, erkek için arzularını yaşamak iken çoğu kadın için üreme yolunda katlanılan bir ilişkidir. Çünkü kadının cinselliğini keşfetmesi çoğu zaman mümkün olmuyor.  Cinselliğin üreme ile sonuçlandığı durumlarda da yine kadınlar, bedenleri üzerinde tamamen söz sahibi olamıyor. Bugün, 68 ülkede hukuken uygulanan ve Türkiye gibi bazı ülkelerde de fiilen işleyen kürtaj yasağı buna örnektir. 
  Kadının kurtuluşunda, kişisel alana itilen ve tartışılmaya bile açılmayan aile ve evlilik kurumlarını sorgulamak çok büyük bir adımdır. Juliet Mitchell’in öne sürdüğü gibi kadının yer aldığı üretim, yeniden üretim, cinsellik ve çocukların toplumsallaştırılması olmak üzere dört yapının dönüştürülmesi gerekmektedir. 20. yüzyılda mücadele vererek hukuk nezdinde eşitliğe sahip olan kadınların, toplumsal ve iktisadi durumlarında bir değişime ihtiyaçları vardır. Ben bu yazıda dilim döndüğünce, kadını eşitsiz aile ilişkilerine mahkum eden evlilik kurumunun siyasal ve toplumsal birçok etkenden dolayı kutsallıkla süslendiğini anlatmaya çalıştım. Gelin ve damadı “gerdek” gecesine dua ve davul-zurna eşliğinde gönderen düğün töreninden, kadının kaç çocuk doğuracağına karar verilmesine kadar kişisel olan her ne varsa politiktir. Eşitsizlikler üzerine kurulu evliliğin dönüştürülmesi gerekip gerekmediği veya ne kadar dönüştürülebileceği ise üzerine tartışılması gereken bir konudur...

    “Şayet dünya, gerçek yoldaşlığı ve tekliği doğuracaksa, böyle bir yoldaşlığın ve tekliğin kaynağı evlilik değil, aşk olacaktır.”

Nisanur Atıcı 

Kaynakça
Alioğulları, Mehmet Ali (2016), “Jean Jacques Rousseau: Halk Kendini Yeniden Yaratıyor.”, Alioğulları, Mehmet Ali (Der.) Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler (İstanbul: İletişim):569-595)
Goldman, Emma (2006), Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir ( İstanbul: Agora Kitaplığı) (Çev.Necmi Bayram)
Kocacıbıçak, Eda (2004),NedenEvleniyoruz https://m.bianet.org/biamag/kultur/44376-neden-evleniyoruz
Mitchell, Juliet (2006), Kadınlar: En Uzun Devrim (İstanbul: Agora Kitaplığı) (Çev. G.İnal, G.Savan, Ş.Tekeli, F.Tınç, Ş.Torun, Y.Zihnioğlu)
Wollstonecraft, Mary (2019), Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (İstanbul: Kafka Kitap), (Çev. Duygu Akın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hollywood Grevi: Yapay Zeka ve Yaratıcı Gayri-Maddi Emek

2 Mayıs 2023 tarihinde Amerikan Senaristler Birliği’nin ( Writer Guild of America - WGA ) çalışma koşullarının iyileştirilmesi hedefiyle başlattığı Hollywood Grevi, ABD’nin eğlence sektöründe uzun süredir görülmeyen kapsamlı bir iş bırakma eylemine dönüştü. Temmuz ayının ortalarına doğru Beyaz Perde Aktörleri Derneği ( Screen Actors Guild - SAG ) ile Amerikan Televizyon, Radyo Sanatçılarının ( American Federation of Television and Radio Artists - AFTRA ) bir araya gelerek oluşturduğu Amerikan Oyuncular Sendikası’nın ( SAG-AFTRA ) WGA’nın 2 Mayıs’ta başlattığı greve katılmasıyla birlikte iş bırakma eylemlerinin kapsamı daha da genişledi. Grev devam ederken ülkede yayınlanan ünlü talk show’lar ve dizilerin kesintiye uğraması dışında, bazı sinema filmlerinin vizyon tarihleri değiştirildi.   Yaklaşık beş aylık bir süreyi kapsayan Hollywood Grevi 25 Eylül’e gelindiğinde taraflar arasında uzlaşıya varılması sonucu askıya alındı. Fakat kısa bir süre sonra bu uzlaşının, sadece senaryo yaz...

Elinizi Çabuk Tutun Yoksa Gramsci de Trump'a Oy Verecek(!)

Gazete Oksijen’in geçtiğimiz günlerde Wall Street Journal yazarı Kevin T. Dugan tarafından kaleme alınan “Meet MAGA’s Favorite Communist” başlıklı yazısını “Gramsci nasıl Trumpçıların favori komünisti oldu?” başlığıyla Türkçe’ye çevirmesi hatrı sayılır bir süre önce dolaşıma giren bir anlatıyı yeniden keşfetmeme neden oldu; Aşırı sağın Gramsci’nin başta (kültürel) hegemonya olmak üzere kimi fikirlerini sahiplendiği iddiasını temeline alan bu yazılar, kültürel çalışmalardan uluslararası ilişkilere bir çok disiplinde pek çok kez “esnetilmeye çalışılan” Gramsci teorilerine benzer bir biçimde, çarpık bir anlatıyı sahiplenerek okuyucuya olmayan ve/veya eksik bir Gramsci anlatısı sunuyor. Tıpkı geçtiğimiz yıl sonlarında Giorgio Ghiglione’nin Foreign Policy’de yazdığı “Why Giorgia Meloni Loves Antonio Gramsci” başlıklı yazısı gibi, WSJ’de yer alan bahse konu yazıda, Gramsci’nin “sınıf mücadelesinin merkezine ekonomi yerine kültürü koyduğu” iddia ediliyor. Her iki yazıda örneğine kolaylıkl...

Çeviri | Guglielmo Carchedi - Makineler Değer Yaratır Mı?

(Artık) Değerin Tek Kaynağı Olarak Soyut Emek Soyut emeğin değerin ve artık değerin tek kaynağı olması Marx’ın iktisat kuramının temel varsayımıdır. İlk olarak, neden emekçiler (artık) değer yaratsın ki? En sık duyulan itiraz, üretim araçlarını ve sermayedarları (artık) değerin üreticilerinin dışında tutmak için hiçbir nedenin bulunmadığıdır. Üretim araçlarıyla ilgili olarak, argüman iki türe ayrılabilir. Daha fazla aşırıya kaçan argüman, emekçilerin yokluğunda üretim araçlarının (artık) değer üretebileceğini savunmaktadır. Örneğin, Dmitriev’in iddiasına göre: “Tüm ürünlerin sadece makinelerin çalışmasıyla üretildiği bir durumu tasavvur etmek kuramsal açıdan mümkündür; öyle ki hiçbir canlı emek birimi (ister insan isterse de başka bir tür olsun) üretime katılmamakta ve buna rağmen belirli koşullar altında bu durumda endüstriyel kâr ortaya çıkabilmektedir; bu, üretimde ücretli işçileri kullanan günümüzün sermayedarlarının elde ettiği kârdan herhangi bir şekilde temelde farklılaşmayacak...