Geleneksel
anlamda ‘üstyapısal’ olarak adlandırılan kurumlar ve süreçlerin
izlerini hayatı boyunca takip eden Poulantzas, yirminci yüzyılda marksist
devlet teorisine önemli katkılar yapmış ve bunu da ‘üstyapısal’ soyutlama
düzeyinde yapmıştır. Poulantzas, ‘üstyapı’ denen betimsel kavramın türediği
nesnel gerçekliği bir bütün olarak ele almış, ekonomik ve siyasal olan arasında
lineer belirlenim değil, bir ‘öz-biçim ilişkisi’ olduğunu ortaya koymayı
hedeflemiştir. Poulantzas ekonomik bileşenin belirlenim zincirinin ilk halkası
olduğuna yönelik herhangi bir itiraz geliştirmez. Dolayısıyla bir marksist
olarak ekonominin belirleyici niteliğini ilke düzeyinde kabul eder. Fakat ona
göre, bunun somut biçimleri siyasal olanın çelişik ve karmaşık unsurları tarafından
tikel formuna ulaştırılır. Bu çelişik ve karmaşık unsurlar ideoloji, hukuk,
etik gibi geniş anlamda dünyayla ilişkimizi kuran nesnel kurumları kapsar.
Böyle düşünüldüğünde üstyapı, çeşitli ekonomik ilişkilerin özgül niteliklerinin
aldığı biçimlerin ve bu biçimleri oluşturan kurumların oluşturduğu bir
bütündür. Poulantzas, üstyapı ve altyapı arasında doğrusal, tek boyutlu bir
ilişki değil, iki boyutlu bir ilişki görmektedir. Altyapı bu boyutların türediği
nokta, geometrik şeklin ağırlık merkezidir. Fakat bu düşünce ortodoks marksist
kavrayışın dışına çıkmasıyla kendisini yeni bir temel üzerine inşa etmek
durumundadır. Bu felsefi temel Poulantzas’ın düşüncesine, Althusser’in
üstbelirlenim kavramıyla gelir ve özel olarak üstyapısal kurumların işleyişine
odaklanmasını teorik olarak sağlayarak Poulantzas için merkezi bir ontolojik
pozisyona dönüşür. Biz de bu yazıda üstbelirlenimci kavrayışın Poulantzas için
önemini vurgulamaya ve Poulantzas’ın etkilendiği düşünürlerle ilişkisini
siyasal alana duyduğu özel ilgi ışığında tartışmaya çalışacağız.
Poulantzas’ın aldığı hukuk eğitimi düşünce yaşamının
ilk döneminde öne çıkar. Bu dönemde pozitivist hukuk kavrayışına karşı, Sartre
ve Lukacs’tan ilham alarak ‘hümanist’ bir kavrayış geliştirilmesi gerektiğini
savunmuştur. Ona göre hukuk yabancılaşmanın aşılmasına katkı sunduğu ölçüde
normatif değere sahiptir. Fakat hukuk aynı zamanda tarihsel praksis içinde
belirli davranış biçimlerinin şeyleşmiş ifadesi olarak yapısal bütünlüğe sahip
tutarlı bir sistemdir. Böylece hukuk içsel ve dışsal anlamda yabancılaşma ve
praksis ile ilişkilendiriliyor, insan eyleminin özgün, deneyimsel biçimleri
vurgulanıyordu. Ayrıca sınıfsal çelişkilerinin üstyapısal kurumlar içindeki
anlamı ekonomizme düşmeden teorik olarak gösterilebiliyordu. Zira sözleşme,
mübadele özgürlüğü gibi değerler hem birer ‘değer’ oluşlarıyla hem de sınıfsal
ilişkiler içindeki karşılıklarıyla üstyapısal anlamlarını ediniyorlar, böylece
analiz düzeyinde soyut bir özerkliğe sahip oluyorlardı.
Hümanist esinleri olan bir marksizm
yorumunu analizi için temel haline getiren Poulantzas, Althusser’in Marx’ın düşünce yaşamındaki
dönemler hakkında yaptığı ayrım ile hedef tahtasına koyduğu Hegelci diyalektik
eleştirisine de bir ölçüde açık hale geliyordu. Poulantzas’ın üstyapısal
kurumlara dönük analizinde yabancılaşma üzerinden geliştirdiği hat
Althusser’in, ‘epistemolojik kopuş’ olarak işaretlediği dönüm noktasında Marx
tarafından bizzat ‘Alman İdeolojisi’nde eleştirilen, ideolojinin sınıfsal
niteliğiyle ilgili sorunla örtüşüyordu. Hümanizm bizzat sınıfsal karakter taşıyan,
ideolojik (yani üstyapısal) bir düşünce sistemiydi ve bir praksis olarak
hümanizm bizzat sınıfsal yapının dönüşümü üzerine, savunduğu değerlerin altyapı
ile ilişkilenme biçimi yoluyla etki yapıyordu. Dolayısıyla olumsallığın ve
zorundalığın bir sarmal olarak birbirini ‘belirlediği’ bir öncüle teorik olarak
ihtiyaç vardı (Bu noktaya geri dönmek üzere şimdilik ilgili öncülün yapısal bir
kavrayış olarak kapitalist devlete karşılık geldiğini belirtelim). Teoriyi
Hegel esinli hümanist yabancılaşma felsefelerinin olumsallık vurgusu ve
Althusser’in bolca eleştirdiği Engels’in mekanik, ‘bilimselci’ ve yine Hegel
esinli lineer diyalektik kavrayışının teleolojik, zorundalığın altını çizen bakışından
‘kurtarılması’ lazımdı. Bunlardan ilki orta sınıf niteliği giderek artan Batı
Avrupa solunun diğeri de Sovyetler Birliği’nin resmi marksizminin ilerlediği
düşünsel çizgiydi ve her ikisi de marksizmin nesnesini kendi tikelliğine veya
tarihselliğine hapsediyordu. Althusser’in eleştirisinin amacı da Poulantzas’ın
analizinin temelinde yer alan kaygı gibi, kapitalist toplumu oluşturan
katmanların ilişkiselliklerini dışlamadan fakat bunlardan siyasal olanı kendi
hareket alanında ele alabilecek marksist çerçeveyi kurmaktı. Bunu da,
Althusser’in dilinden konuşursak, Hegel ve ondan esinlenen felsefi-ideolojik
pratikten, marksizmin anti-felsefi ve bilimsel kavrayışına geçerek yapmaya çalışmışlardır.
Bu eleştirilerle eşanlı olarak
Poulantzas, üstyapısal bir bileşen olarak hukuk felsefesinden bir
bütün olarak üstyapının yani siyasal toplum ve devletin analizine geçmiştir. Bu
dönemde Poulantzas, devlet aygıtlarını çeşitli yollarla kontrol eden sınıf
fraksiyonlarının, altyapıyla kurdukları ilişki vasıtasıyla üstyapısal kurumları
yeniden düzenlediğini, içeriklendirdiğini söyler. Fakat bu eylem, sınıf
fraksiyonları arasındaki ittifaklar ve reel politik konumlanışlardan etkilenir.
Poulantzas’a göre ‘politik-pratik’ olan hegemonya, ideolojik konsolidasyonu ve
aydınların kültürel rolünü önceleyen Gramsci’nin praksis eksenli hegemonya
kavrayışına benzemiyor; ona göre hegemonya, yapısal olanaklar üzerine inşa
edilen politik-pratiğin kendisine dönüşerek altyapısal şartlarla ilişkinin
ifadesi haline geliyordu. Bir başka ifadeyle hegemonya, altyapı-üstyapı arasındaki
gerilimden beslenen politik-pratiğe dönüşerek üstbelirlenimi vurgulayan bir
anlam kazanıyor. Bununla birlikte hegemonya, teorik bir varsayımın üzerine
oturan ve ona teorik bir dinamizm kazandırmayı hedefleyen bir kavram olarak
Poulantzas’ın yapısal kavrayışını da göz önüne seriyor. Poulantzas’a göre
hegemonya stratejik bir kavram değil, yapısal bir çıktı. Devletin kapitalist
niteliği de teori içerisindeki bir sorunsal ve Althusser tarafından
neticelendirilmiş bir tartışma olarak Poulantzas’ın analizinin temel varsayımı
haline geliyor. Kapitalizmi önvarsaymadan Poulantzas’a yaslanan bir devlet
analizinden söz etmek, sanıyorum zor olacaktır.
Bu önvarsayım Althusser’in olduğu gibi
Poulantzas’ın da birçok marksist tarafından eleştirilmesine yol açmıştır.
Devletin niteliğine dair Ralph Miliband ile yaptıkları ünlü tartışma
Poulantzas’ın teorik öncüllerini açıkça ortaya koyar. Poulantzas’a göre
Miliband, devleti, tarafsız bir aygıt olarak görüyor ve kapitalist toplumun
içsel bir ögesi değil yapay bir bileşeniymiş gibi anlıyordu. Miliband ise,
eleştirinin bir evresinde Laclau ile birleşerek, Poulantzas’ın teorisizmine
hücüm ediyor, fütursuzca ve herhangi bir ampirik, tarihsel veriye dayanmadan
yaptığı önvarsayımlara saldırıyordu. Bu şekilde, kabaca üst-alt yapılar arası
bütünlüğün vurgulanması, ters ve karşılıklı belirlenimlerden oluşan olumsal
fakat zorundalığı da içeren ‘a priori’ bir yaklaşımın teorik sorumlusu haline
geliyordu. Teorisizm eleştirisin devreye girdiği an burasıdır. Yapı kavrayışı,
daima temelinde yer alan siyasi-entelektüel kaygıların yöneldiği çelişkilerde
açıklanamayan bir gölge bırakır. Poulantzas, Miliband ile yaptığı tartışmanın
da etkisiyle, ki bu da konjonktürel dönüşüm içinde Althusser’in yıldızının
sönmesiyle eş zamanlı oluyordu, buna eğilmeye başlamış, ‘Faşizm ve Diktatörlük’
kitabıyla gölgede kalan parçaları aydınlatma, kapitalist devletin çeşitli
tarihsel uğraklarda aldığı biçimleri sınıflandırma çabasına girmiştir. Bu durum
Althusser’den kopuşuna da karşılık gelir, zira artık Poulantzas kapitalist
devlet sorununu tarihselleştirmeye ve sınıf mücadelesinin belirli uğraklarda
aldığı biçimlerle açıklamaya çalışmaktadır. Poulantzas’ın düşüncesi dinamik bir
devlet kavrayışına evrilmekteydi.
Bu kavrayış devletin kapitalist niteliğini
kenara koymamakla birlikte, sorunsalı ‘istisnai biçimler’ ile
genişletiyordu. Bu istisnai biçimler çeşitli sınıf fraksiyonları arasındaki
ittifakın tekelci kapitalizm evresine geçiş döneminde konsolide olmasıyla
kuruluyordu. Poulantzas 1970’ler gibi çok erken bir dönemde, ‘olağanüstü devlet’
kavramsallaştırmasıyla müthiş isabetli bir gelecek resmi çizmiş ve sınıf çatışmasının
bugün aldığını gördüğümüz özgül biçimi hakkında açıklayıcı bir perspektif
sunmuştur. Buna göre emperyalizm ile göbekten bağlı ulusal burjuvaziler vasıtasıyla
devlet kabaca ‘uluslararası’ hale gelecek ve ulusüstü kuruluşların görevi
artacaktı. Ayrıca egemen sınıfın küresel çapta konsolidasyonu 1970’lerin kriz
bağlamıyla birleşerek giderek devletin baskı aygıtlarının görünürlüğünü arttıracaktı.
Devlet krizine dair bu öngörüsü Poulantzas’ın Foucault’nun iktidar
kavramsallaştımasıyla diyalogunu arttırmıştır. İktidarın ‘mikro-fiziği’
şeklinde ortaya koyduğu görüşüyle Foucault her ne kadar merkezsiz bir iktidar
kavrayışı öneriyorsa da Poulantzas iktidarın daima kesin bir tabanı olduğunu
düşünüyordu. Burada tartışma üretim ilişkilerinin iktidarla ilişkisi noktasında
düğümlenmekteydi.
Foucault ile tartışmasının da gösterdiği gibi
Poulantzas, devleti yalıtık biçimde çalıştıkça politik eğilimleri ve çalışma
nesnesinin siyasi-entelektüel tutumunda yarattığı korku ve hasar ile giderek
bir çeşit demokratizme savrulmuştur. Teorik öncüllerini Althusser’den alan
Poulantzas için bu şaşırtıcı değildi. Althusser’in yapısalcılığı ve post-yapısalcı
teoriler arasındaki kısa mesafeyi düşünmek Poulantzas’ın evrimini anlamak için
önemli olabilir. Üstbelirlenimin teorik sonucu amaçladığı şeyden oldukça
uzaklaşmıştır.
Poulantzas’ın, devletin göreli özerkliğine
dair geliştirmeye çalıştığı kuram, neticede vardığı yer ne olursa olsun,
Althusserci teorik temel üzerine inşa edilmişti. Poulantzas, yapısalcılıktan
uzaklaşmaya başladığı dönemde bile kavramlarını olanaklı kılan kimi teorik
öncüllerinden kopmuş değildir. Bu öncüller kendisini en duru şekilde marksist
yapısalcılığın, üstyapısal olanın önemine ve ekonomik olana indirgenemezliğine
dair vurgusuyla üstbelirlenim düşüncesinde ifade eder. Siyasal alanın özgül
karakterinin anlaşılması ve buradan kaynaklanan bir siyasal programın pratiğe
dökülmesi, her ne kadar teorik neticesi tartışmaya açık olsa da, Poulantzas’ın
ortaya koyduğu devlet kuramı olmaksızın gerçekleşemez. Onun yapmaya çalıştığı
şey en açık ifadesiyle, marksizmin ekonomi-siyaset ayrımını bu katmanların arasında
hiyerarşi kurmadan, ilişkiselliklerinin doğasını anlamaya çalışarak ve stratejik
amaçlarla düşünmektir. Üstbelirlenimin Poulantzas için anlam kazandığı yer tam
da bu çabadır.
Althusser, Louis (2015), Devlet ve
Devletin İdeolojik Aygıtları (çev: Alp Tümertekin), İstanbul: İthaki.
Martin, James (2013), Poulantzas Kitabı (çev: Akın Sarı,
Selime Güzelsarı), Ankara: Dipnot.
Poulantzas, Nicos (2016), Faşizm ve Diktatörlük (çev: Ahmet İnsel),
İstanbul: İletişim.
Sessions, David (2019), ‘Nicos Poulantzas:
Philosopher of Democratic Socialism’, https://www.dissentmagazine.org/article/nicos-poulantzas-philosopher-of-democratic-socialism
(son erişim: 26.08.2020).
Yılmaz, Zafer (2001), ‘Althusser’in Bilim, İdeoloji ve Düzeyler
Teorisinin Açmazları: Üstbelirlenimden Post-Belirlenime’, Praksis, (4),
35-75.
Deniz Ekim
Yorumlar
Yorum Gönder