Marksizmin mesihvari karakteri yirminci yüzyılın sonuna
doğru sönümlenirken birçok insan,
peygamberlerin doğuşu için önkoşulun bir kaybolma durumu olduğunu
unutmuştu. ‘Reel’ sosyalizmin çöküşünün getirisi, kapitalizmin kesin olarak
zafer kazandığı yönünde bir kanı ve piyasa genişlemesinin önündeki bütün
engellerin öğütüldüğü bir yıkım oldu. Yirmi birinci yüzyılda sosyalizmin
beklenmeyen dirilişi sadece ne kadar çok alan kaybedildiğini değil, ne kadar
yükün de atıldığını gösteriyor. Otoriter ve sosyalist bir süper gücün varlığı
Doğu Bloku dışında kalan sol siyasetler için sadece ideolojik bir pranga değil,
aynı zamanda jeopolitik açıdan bir deli gömleğiydi. Avrupalı komünist
partilerin seçimlerde en iyi sonuçlarını elde ettikleri 1970’lerde dahi
Sovyetler Birliği, Batı’da gerici güçlerin iktidarını tercih ettiğini asla
gizlemedi.
Bu dönemin bitişiyle bugün sosyalistler yavaş yavaş
ortaya çıkıyor ve kendilerini yeni yüzyıl için yeniden tanımlama şansına
sahipler, fakat öncekinden daha iddialı ve dikkatli adımlar atmak zorundalar.
Bu çabanın günümüz demokratik sosyalistlerini, sosyalist düşünürlerin siyasal
olasılıklardan sonuna kadar faydalanabildiği son tarihsel dönem olan 1970’lere
bakmaya itmesi şaşırtıcı değil. Neoliberal dönemden önceki bu son çıkışta sosyalistler,
demokratik seçimleri kazanabilecek bir sol siyasetin neye benzeyebileceğini
sorgulamaya başlamıştı. Tabanı kimlerden oluşacaktı, nasıl bir sınıf ve kimlik
grubu ittifakına hitap edecekti? Komünistlerin, sınıfsal baskının iflah olmaz
aracı olarak gördüğü ‘burjuva’ siyasal sistemine karşı nasıl hareket edecekti?
Demokrat ve devrimci olmak aynı anda mümkün müydü ki?
Bütün bu sorular 1960 ve 1970’lerin büyük bölümünü
Paris’te geçiren Yunan düşünür Nicos Poulantzas’ın çalışmalarında toplanmıştı.
Poulantzas, kapitalist devletin nüanslarıyla kavranmasının, demokratik
sosyalist strateji için merkezi olduğu görüşünü orada ortaya attı. Sınıf
mücadelesinin merkezi rolünü savunmaya devam ederken, marksist bir siyasal
kuramın imkanı üzerine çalıştı, ve ‘otoriter devletçilik’ dediği şeye karşı
parlamenter demokrasi savunmasını, devrimci stratejik kavrayışla birleştirmeye
çalıştı.
Son dönemde Poulantzas’ın birkaç kitabının İngilizce ve
Fransızca’da yeniden basımlarının yapılması gibi diriliş göstergeleri, Poulantzas’ın
demokratik sosyalizme yönelik ikili stratejisinin günümüz sosyalistlerinin
görevlerine hitap etmesiyle yakından ilgili. Bu görevler, kapitalist devletin
stratejik bir araç olarak ve onun başarısız seçim projeleri ve ittifak
stratejileriyle dolu tarihinde yer almadan nasıl kullanılabileceği şeklinde.
Poulantzas’ın düşüncesi içindeki gerilimler, sol siyaset içerisindeki güncel
gerilimlerle örtüşüyor. İktidarı ele geçirmek, elitleri hükümetten uzaklaştırıp
adaleti yeniden tesis etmekle mi ilgili, yoksa devletin daha radikal bir
biçimde dönüştürülmesi mi gerekiyor?
Poulantzas’ın demokratik sosyalizme dair tatmin edici
bir görüş kurup kuramadığı, ucu açık bir soru. Buna rağmen Poulantzas’ın
çalışmaları, yirmi birinci yüzyılda sosyalizmin yüzleşmesi gereken soruların
tam da kalbinde duruyor.
KAPİTALİST DEVLETİN YAPISAL TEORİSİNE DOĞRU
Nicos Poulantzas 1936’da Atina’da doğdu. Yirmili
yaşlarında Atina Üniversitesi’nde, hukuk eğitimi aldı ve felsefeye ilgi duymaya
başladı. Poulantzas’ın sonradan açıkladığı gibi, Jean-Paul Sartre’ın eserleri
sırasıyla Nazi işgali, iş savaş ve baskıcı bir antikomünist hükümetten muzdarip
olmuş bir ülkede, temel marksist eserleri bulamayan genç entelektüeller
arasında marksizme uzanan bir kanal görevi görmüştü. Almanya’da hukuk
çalışmalarıyla kendisini kısa süre sıktıktan sonra Poulantzas, Sorbonne’da
hukuk eğitimi vermeye ve Sartre ile Simone de Beauvoir’ın dergisi ‘Les Temps
Modernes’in editörleriyle içli dışlı olmaya başladığı Paris’e geçti.
Poulantzas, hukuk ve devlet ile ilgili erken dönem yazıları, İngiliz ve İtalya
Komünist Partisi’nin resmi teorisyeni Antonio Gramsci dahil olmak üzere kimi
İtalyan marksistleriyle çatıştığı metinleri basan bu derginin genç kuşak
yazarları arasındaydı. Hukuk felsefesi üzerine yazdığı 1964 tarihli doktora
tezi, Sartre’ın varoluşçuluğu ile Fransa’da baskın olan Hegelci marksizm ile
uyumlu düşüncelere sahip Georg Lukacs ve Lucien Goldmann’dan oldukça
etkilenmişti.
O dönem marjinal bir düşünür olan fakat kısa sürede
bütün Avrupa’da üne kavuşacak Louis Althusser, bu Hegelci eğilime karşı bir
muhalefet geliştirdi. Jacques Ranciere ve Etienne Balibar gibi tanınmış
kuramcıların entelektüel çalışmalarını oldukça etkileyen 1965 tarihli semineri
‘Kapitali Okumak’, marksizm tarihi içinde ilginç bir olaydı. Bu seminer
tarafından marksizmin içine atılan ve çoğu zaman ‘yapısalcılık’ olarak
adlandırılan düşünce çerçevesi, Althusser’in Stalinist ekonomizm ve Sartre
gibilerin hümanizmine yönelik ikili karşıtlığından ayrı düşünülemez. Klasik
marksist kavrayışta ekonomik ‘altyapı’nın üzerine, politik ve ideolojik
‘üstyapı’ yükselir. Başka bir ifadeyle, kapitalist toplumla ilgili olan,
siyasal kurumlardan kültüre kadar her şeyin işleyişi ekonomik kurallarca
belirlenir. Althusserciler ise tersini düşünüyordu. Onlara göre kapitalist
toplumun her katmanı, kapitalist egemenliğin yeniden üretimini esnekçe
sağlayabilmek için birbirinden yarı bağımsız biçimde hareket etmekteydi.
Bununla birlikte bu katmanlar arasında sıkı bir ilişki vardı ve ekonomik olan,
önceliğin kendisinde mi yoksa başka bir yerde mi olacağına dair ‘son kertede
belirleyici’ydi. Fakat bizzat Althusser’e göre dahi ‘‘o son kerte’ anı, asla
gelmemekte’ydi.
Poulantzas ‘Kapitali Okumak’ seminerinin önemli
katılımcılardan değildi fakat seminerin kimi kuramsal ilkelerini hukuk ve
devlet ile ilgili düşüncelerine uyguladı. Kendisinden önce Marx ve Engels’in
düşündüğü gibi, Poulantzas da devletin temel görevinin sınıf iktidarını korumak
olduğunu düşünüyordu. Fakat ona göre kapitalist devlet bu işlevi, liberter ve
geleneksel marksist teorilerin göremediği karmaşık bir biçimde yerine
getiriyordu. Kapitalist devlet liberallerin gördüğü gibi, ‘sivil toplum’
içindeki bireylerin tekil mensubiyetlerini temsil eden bir siyasal yapı
değildi. Fakat geleneksel marksizmin düşündüğü gibi salt sermayenin ekonomik
tahakkümünün uzantısı, doğrudan sınıfsal iktidarın aracı da değildi. Tersine,
ulusal egemenlik, bireysel haklar gibi liberal idealler, kapitalist devletin
egemen sınıfların çıkarına davranmasına olanak tanıyan şeyin bizzat kendisiydi,
zira kapitalist devlet, kendisini halkın temsilcisi olarak sunabilmesiyle
kapitalist sınıfın çıkarlarının ideal savunucusu haline geliyordu. Kapitalist
devlet, temel güdüsü egemen sınıfın bir bütün olarak konumunu değil, Marx’ın
tabiriyle ‘sığ ve alçak özel çıkarlarını’ korumak olan, kapitalist sınıf
içindeki en yoz ve kıt görüşlü fraksiyonlarıyla arasına mesafe koyarken,
‘ezilen sınıflarla’ toplumsal düzenin meşruiyetini sağlamak için gerekli
uzlaşıları sağlayabiliyordu.
Sermaye ve emek arasındaki mücadeleye yapılan vurgudan
uzaklaşması Poulantzas’ın ‘sınıf’ ve ‘sınıf mücadelesi’ üzerinde yeniden
düşünmesini gerekli kılıyordu. Ona göre sınıflar; ücret, zaman ve çalışma
koşulları üzerine dönen ‘ekonomik’ kavganın içinden doğmuştu, fakat aynı
zamanda kendilerini nasıl örgütlediklerine ve siyasal sistem üzerine nasıl etki
uyguladıklarına bağlı olarak siyasal niteliğe de sahiplerdi. Poulantzas
kapitalist toplumda, siyasal olanın ezilen sınıfın aleyhine bir kurguyla diğer
sınıf mücadelesi biçimlerini ‘üstbelirlediğini’ yani bunlar üzerine karmaşık ve
çelişkili bir hiyerarşi kurduğunu iddia eder. Bu, kapitalist devletin egemen
sınıfların çıkarı için örgütlenmesini sağlarken aynı anda ezilen sınıfları
mevcut bulundukları ekonomik kategoriye göre değil, hukuken ve siyasal olarak
birbirlerinden soyutlanmış bireyler biçiminde tanıyarak örgütsüz kılan
meşruiyet sisteminin yansımasıdır. Kapitalist devlet için siyasal ve ekonomik
olan arasında yaptığı ayrım, fabrikalar ve işyerlerindeki sınıf mücadelesini
yalıtmaktadır ve savaşın asıl kazananı, siyasal sistemin çarkları içerisinde
zaten belli olmuştur.
Bir marksist sosyoloji eseri olan ‘Siyasal İktidar ve
Toplumsal Sınıflar’ savaş sonrası düzeni, toplumsal bütünleşmenin arttığı ve
sınıf çatışmasının azaldığı bir dönem olarak gören ve toplumsal gruplar,
bürokrasi ve ‘endüstri ilişkileri’ne vurgu yapan liberal teorilerin doğduğu
savaş sonrası zemine hücum etti. Liberal sosyoloji, hem özel sektörde hem de
bürokrat olarak kamu yönetiminde çalışanların sayısının artmasını sosyal
örgütlenmenin karmaşıklığıyla bağlantılı görüyordu. Bu ‘idari’ veya
‘endüstriyel’ toplum, kimilerine göre serbest piyasa kapitalizmindeki rekabet
ve çatışmanın aşıldığı bir dönemi imliyordu. Hepsi değilse de birçok liberal
sosyal bilimci ve teknokrat, savaş sonrası döneme elitist bir bakış
geliştirmişti: Keynesyen tavizler kitlelere somut kazanımlar verirken, siyasal
iktidar rasyonel uzmanların elinde kalıyordu.
Sosyal demokratların solunda kalanlar içinde neredeyse
herkesçe onaylanan düşünce, o dönemin liberal ortodoksisinin Keynesçi
teknokratik devletin gerçek doğasını gizlediği biçimindeydi. 1960’larda
Poulantzas bunun tam anlamıyla ortaya konabilmesi adına marksist teorinin
gelişmesi gerektiğini düşünen tek kişi değildi. Poulantzas’ınkinden birkaç ay
sonra basılan ‘Kapitalist Toplumda Devlet’ isimli kitabında İngiliz siyaset
bilimci Ralph Miliband, kısıtlı liberal devletten, daha müdahaleci idare
devletine geçişin, egemen sınıfın iktidarını hiçbir şekilde tehdit etmediğini
ampirik verilerle gösterdi. Ona göre, birçok örnekte görüldüğü gibi büyük
şirketlerin devlet ile arasına mesafe koyduğu düşüncesi yanlıştı. Hatta büyük
şirketler, hükümetlerde, mali yönetim aygıtlarında ve ekonomik planlamada
varlık gösteriyordu. ‘İktidar Seçkinleri’ kitabıyla, Amerikadaki egemen
sınıflarının sıkı ilişkiselliğini tespit etmeye çalışan Amerikalı sosyolog C.
Wright Mills’ten etkilenen Miliband, çeşitli elit tiplerinin sosyal köken,
kültürel arkaplan, eğitim doğrultusu ve zihniyetlerinin benzerliğine ve benzemeyenlerin
de kurallara uymayı fark etmeden öğrendiğine dair birçok kanıt toplamıştı. İşçi
sınıfına verdiği tavizler ne olursa olsun, kapitalist devlet egemen sınıfın
aracı olmaya devam ediyordu.
Miliband’ın yaklaşımı Poulantzas’ın muhalefet ettiği komünist
yaklaşıma benziyordu. Poulantzas’a göre bu yaklaşım devleti, onu ele geçirmiş
olanlar tarafından yozlaştırılmış tarafsız bir zemin olarak görerek hata
yapıyordu. Ona göre doğru olan tersiydi. Kimin yönetimde olduğu fark etmiyordu,
çünkü kapitalist devlet sınıf egemenliği üreten bir makine gibiydi. Bu teorik
açılımın büyük stratejik sonuçları olduğunu düşünen Poulantzas, sol devletin
mevcut bütünlüğüyle sosyalizme yönlendirilebileceğini düşünüyorsa hayal
görmektedir, diyordu. “Lenin, devlet iktidarı, ancak devlet aygıtı yıkılarak
kazanılabilir demişti. Benim buna ekleyecek hiçbir sözüm yoktur.”
‘OTORİTER DEVLETÇİLİK’ VEYA NEOLİBERALİZMİN
YANLIŞ KAVRANIŞI
Poulantzas, 1960’ları 1970’lere bağlayan dönemde
devletin doğası üzerine düşünürken, savaş sonrasının post-ideolojik uzlaşısı
giderek belirginleşiyordu. Bu sırada, yeni fikirlerin taşıyıcılığını yapan sol
hareketler ortaya çıkıyor, geleneksel sosyal demokrat ve komünist partilerin
üye listeleri şişerek onlara sandıkta güç kazandırıyordu. Bununla birlikte çoğu
yerde, sosyalizmin iktidar yolunda attığı adımlar acımasız tepkilerle
karşılaşmıştı. Yunanistan’da sol bir hükümetin iktidara geçmesinden duyulan
korku, 1967 yılında bir darbeye sebep oldu. Şili’de demokratik bir şekilde
iktidara gelen Salvador Allende’nin sosyalist hükümeti de yine ABD tarafından
desteklenen benzer bir askeri darbe ile 1973 yılında ezildi. 1970’lerin sonuna
doğru, devlet iktidarını yeniden dağıtımcı ve eşitlikçi projeler için bir araç
olarak kullanmayı engelleyen bir dönem başlatan ekonomik kriz, durumu daha da
karmaşıklaştırmıştı.
1970’lerin düşünürleri arasında Poulantzas, askeri
diktatörlükleri ve neoliberalizmin doğuşunu, kapitalist yönetimlerin hem
ekonomik hem de siyasi krize aynı anda vermeyi hedefledikleri bir cevabın parçası
olarak görme biçimiyle öne çıkmıştı. 1970’ler sonrası siyasi ve ekonomik
düzenine dair, bu dönemi ulus-devlet iktidarının zayıflamasıyla tanımlayan
kemikleşmiş bir görüş vardır. Büyük şirketler, devletlerin ekonomiden elini
çekmesini istemiş, bu sırada giderek küreselleşen sistem, kapitalistlerin
ulusal idareyi aşındırmasını sağlamıştır. Poulantzas’a göre neoliberalizm,
‘otoriter devletçilik’ dediği şeye geçişin sadece bir parçasıydı. Bu, Keynesyen
devletin idari kapasitesi ve ekonomik işlevlerindeki stratejik gerilemenin
birleşiminden oluşuyordu. Yeni devlet taktikleri, anti-demokratik kurumlara,
hayatı giderek güvencesiz ve atomize kılan ekonomi politikalarına ve yoğun
gözetime, baskıya başvurmayı içeriyordu. Özellikle ‘emperyalist’ güçlere
yaslanan ülkelerde görülen uç durumlarda ekonomik kriz, faşizm veya askeri
diktatörlük gibi kapitalizmin ‘istisnai biçimleri’ yaşanabiliyordu. Gelişmiş
liberal demokrasilerde ise bu durum çoğu zaman seçici bir uluslararasıcılık,
artan teknokratik yönetim ve polis şiddetinden oluşan bir bütünlük
gösteriyordu.
Entelektüel gelişiminin ilk döneminde Poulantzas,
kapitalist iktidarın yeniden üretimini sağlamak için ihtiyaç duyduğu biçimin
anlaşılması adına her ülkenin küresel ‘emperyalist zincir’ içindeki yerinin
belirlenmesinin önemini vurguluyordu. 1970’lerde ise öncelikle Amerikan
sermayesinin 1960’lar Avrupası’nda büyüyen yatırımlarıyla görünürlük kazanan
Avrupalı devlet ve egemen sınıfların, ABD emperyalizmine bağımlılığına
odaklandı. Birçok komünist partinin yaptığı gibi ‘tekelci kapitalizm’in kendi
kendisini yıkacağını düşünmek Avrupa solu için yeterince açıklayıcı değildi.
Stratejik nedenlerden dolayı, Avrupa ve ABD’nin ‘emperyalist metropolleri’
arasında gelişen ilişkilerle dahil olmak üzere çeşitli emperyalist ilişkilerin
ve bunların ürettiği krizlerin anlaşılması gerekiyordu. Poulantzas’a göre
Amerikan sermayesi, Amerikan şirketlerinin halihazırda sağlam biçimde
uluslararası kontrol uyguladığı sektörlere yapılan doğrudan yatırımlar
sayesinde Avrupa’daki egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece hammadde
standartlarını belirleyerek, emek sektörünü yeniden örgütleyerek ve çeşitli
yönetim ideolojileri dayatarak uygulayabildikleri ekonomik etkiyi arttırma
imkanına sahip oluyorlardı.
Avrupa’nın bu yeni bağımlılığı veya ‘uydu
emperyalizmi’ne çözüm, kimi Fransız liberallerinin iddia ettiği gibi
ulus-devlete karşı ‘çokuluslu şirketler’ şeklinde veya kimi solcuların hayal
ettiği gibi ulusal burjuvaziyle, uluslararası sermayeye karşı kurulacak bir
ittifakta değildi. Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi ulusüstü kurumların ortaya
çıkışı ve ekonominin giderek uluslararasılaşmasına rağmen Poulantzas,
kapitalizmin ‘yeniden üretiminde’ ulus-devletin hala birincil konumda olduğunu
iddia ediyordu. Ulusüstü kurumların ortaya çıkışı sadece ulus-devletin ekonomi
yönetimindeki rolünün dönüşümünün bir parçasıydı. Ekonomik uluslararasılaşmaya
olanak sağlamak, ulus-devletin egemen sınıf adına gerçekleştirdiği eylemlerden
biriydi.
Fakat böylece uluslararasılaşmanın motoru olarak görev
yapmaya başlayan ulus-devlet krizlere karşı güçsüz ve yeteri kadar tepki
olanağı olmayan bir konuma düşüyordu. Uluslararasılaşma; devlet, sermayenin
belirli fraksiyonlarının lehine ve diğerlerinin aleyhine davranmayı sürdürdükçe
yerel egemen sınıfların bütünlüğünü sarsıyordu. Büyüyen mega kentlerin küresel
ekonomiyi yürüttüğü ve küçük kentler ile kırsal bölgelerin nüfusunun giderek
azalıp istikrarsızlaştığı sıkıntılı süreçlerle günümüz koşullarının da
gösterdiği gibi devlet, kendi egemenlik alanında asimetrik bir ekonomik
gelişmeyi destekleyerek ulusun ideolojik bütünlüğünü riske atıyordu. Bunun gibi
çelişkilerin siyasal gerilim ve isyana yol açması kaçınılmazdır, çünkü devletin
bütün ulus için tarafsız bir hakem görevi üstlendiği efsanesini yerle bir
etmektedirler. (Bununla birlikte devletler, örneğin çelişkiyi insanların
kafasında ‘milliyetçiler’ ve ‘küreselciler’ şeklinde kurmaya çalışabilirler.)
Poulantzas’a göre “devlet bir bakıma kendi tuzağına düşmüş durumdadır” ve
“bugün elimizde olan her şeye muktedir bir devlet değildir. Bu devletin sırtı
duvara yaslıdır ve önündeki çukurun eşiğinde dengede durmaktadır.”
‘Otoriter devletçilik’ o dönemde savaş sonrasında
ortaya çıkan kapitalist yönetim biçimleri için kullanılan geniş bir kavram
olarak 1970’lerin ekonomik krizi ve halk muhalefetinin ortaya çıkmasıyla
ilişkilendiriliyordu. Poulantzas bu kavramı kapitalist yönetimin dönüşümünü
vurgulamak için bir çatı kavram olarak kurmak istemişti. Bu, iktidarın büyük
oranda yasamadan yürütmeye ve geleneksel siyasal partilerin düşüşe geçtiği,
seçim esasıyla çalışan kurumların üstlendiği işlevlerin yavaş yavaş yürütme
aygıtı tarafından kontrol edilen bürokratik aygıtlara kaydığı bir dönüşümdü; ve
halka karşı şiddet kullanımının artması, temel özgürlüklerin sorumsuzca
kısıtlanması ve olağanüstü idare biçimlerinin, kimi zaman kalıcı bi biçimde
‘hukukun üstünlüğü’nün önüne geçmesi şeklinde uygulamalarla doğrudan baskı
boyutu da bulunuyordu.
1978 tarihli ‘Devlet, İktidar, Sosyalizm’ isimli eseri
Poulantzas’ın kapitalist devlet teorisine yaptığı son büyük ektir. Bu kitapta
Poulantzas, Fransız filozof Michel Foucault’nun iktidar teorisi aracılığıyla
düşünmeye ve sonradan ifade ettiği gibi, otoriter devletçiliğin ‘örgütlü kaba
güçten, içselleşleşmiş baskıya’ geçiş ile birlikte nasıl geldiğini anlatmaya
çalışır. Fakat Foucault’nun aksine Poulantzas, bunun gibi disipliner
yöntemlerin, devlet süzgecinden geçiyor olsalar dahi kesinlikle ekonomik sömürü
ve sınıf iktidarına bağlandığını savunur. Poulantzas, daha önce söylediği gibi
siyasal ve ekonomik olanın ayrılması ve bununla aynı anda gerçekleşen yalıtık
birey kurgusunun, kapitalist devletin temelinde yer aldığını düşünüyordu.
‘Devlet, İktidar ve Sosyalizm’ kitabında da ekonomik egemenlik için bireyleri
birbirinden yalıtmanın liberal devletin ‘birincil’ işlevi olduğunu vurguladı.
Liberal devlet, hem ideolojik hem de maddi olarak desteklediği bu ayrımı
sürekli kurumsallaştırmaktadır. Başka bir ifadeyle, devlet neoliberal özneyi
kendi eylemleriyle bizzat yaratmaktadır. Toplumsal hiyerarşi ve ilişkilerin
eski göstergeleri, insanları sınıflandırıp ölçmeye ve atomik toplumsal birimler
olarak statülerini hatırlatmaya yarayan bilimsel-bürokratik normlara yerini
bırakmıştır.
Poulantzas’ın devlet kavramsallaştırması giderek
gelişti ve dinamik bir hal aldı. İlk kavramsallaştırma, işlevsel ve mekanik
özelliklerin vurgulanmasını içeriyordu. İlerleyen aşamalarda ise iç ayrımları,
krizlere karşı hassaslığının gösterdiği olumsallıkları ve sınıf mücadelesiyle
sıkı bağlarını göstermeye başladı. Poulantzas’ın meşhur formülasyonuyla devlet
“sınıflar arası güç ilişkilerinin yoğunlaştığı yer”di ve “sınıfsal çelişkiler
devletin maddi çerçevesinde görülebilir örgütlenme biçiminin örüntüsünü
oluşturan özsel niteliğiydi.” Devlet aygıtları ve sınıf iktidarını yeniden
üretme biçimlerinin maddiliği üzerine yaptığı vurguyla Poulantzas, iktidarı
toplumun temel dokusu, her direniş eyleminin stratejik bir ‘hareket’ olarak
yansıdığı bir oyun olarak gören Foucaultcu teoriye meydan okumaktaydı.
“İktidarın daima kesin bir tabanı vardır” diyen Poulantzas, devletin “kendinden
menkul iktidarı olmayan bir iktidar sahası ve merkezi” olduğunu düşünüyordu.
DEVLETİN İÇİNDE VE DIŞINDA: SOSYALİZME
GİDEN DEMOKRATİK YOL
Poulantzas’ın daha dinamik bir kavramsallaştırmaya
doğru evriminin sosyalist strateji için önemli karşılıkları da vardı. Nitekim
bu, onun düşüncesinde en çok günümüz demokratik sosyalistlerinin dikkatini
çeken parçalarından biridir. İlk çalışmalarında kapitalist devlete dair merkezi
savı olan, devletin sınıf egemenliğini üreten yapısal bir aygıt olduğu
düşüncesi, geleneksel Leninist devleti yıkma stratejisini benimsemesi sonucunu
doğurmuştu. Fakat Poulantzas devlet aygıtlarının karmaşıklığı ve sınıf
mücadelesindeki koruyucu niteliği hakkında düşüncesini detaylandırdıkça yeni
bir sonuca vardı. Devlet bir ‘şey’den ziyade ilişkiler bütünüyse, etrafı
sarılıp bir kale gibi kuşatılabilir miydi?
Mevcut biçimiyle devletin sınıf egemenliğinin kurucu
unsuru olarak hareket ettiğine şüphe yoktu. Fakat Poulantzas’ın teorisinin
önemi bir parçası, ezilen sınıfların da halihazırda devletin bir parçası olduğu
yönündeydi. Yirminci yüzyılda kapitalist devletin temel görevi olan sınıf
mücadelesinin “örgütlenmesi”, özellikle refah devleti örneğinin gösterdiği gibi
işçi sınıfının taleplerini karşılamak için önemli adımlar atılmasını
zorluyordu. Bu kapsamda elde edilen kazanımlar sermaye tarafından daima tehdit
edilse de devlet yapısının bir parçası haline gelen gerçek kazanımlardı. Güney
Avrupa’daki diktatörlüklerin demokrasiyle geçtiği, İtalya ve Fransa’daki
komünist partilerin parlamenter siyasete nasıl katılabileceklerini anlamaya
çalıştıkları 1970’li yılların ortasında Poulantzas, sınıfsal dengelerin yani
devlet iktidarı için verdikleri mücadelelerinde zayıf ve marjinal konumdaki
ezilen sınıfların pozisyonlarının, kopuş
ve dönüşüm için çıkış noktası olarak kullanılarak nasıl kökten
dönüştürülebileceği üzerine düşünmeye başlamıştı.
Teorik ve stratejik nedenlerden ötürü Poulantzas, işçi
sınıfının giderek büyüyüp kapitalist devleti “yıkabilecek” seviyede güç elde
edebilcek karşı-iktidar kurumlarını oluşturmayı hedefleyen Leninist “ikili iktidar” stratejisi üzerine
yeniden düşünmeye başladı. Bu aslında 1917 Rus Devrimi’ne giden süreçte geçici
bir strateji olarak ortaya çıkmıştı. 1970’lerin sonuna doğru Batı Avrupa’daki
siyasal sistemleri inceleyen Poulantzas’a göre devleti tamamen dışlayan bir
konum düşünmek mümkün değildi. Ezilen sınıflar her ne kadar devlete mesafe alarak kitlelere dayanan kurumsal güç
inşasına girişebilir ve girişmeliyse de hiçbir zaman devletin iktidar alanının
tamamen dışında kalamazlar. “Bugün devlet, kitlelerden uzak fildişi bir kuleye
daha önce olduğundan çok daha az benziyor.” ve “Devlet, ne ele geçirilebilecek
şeyleşmiş bir araç, ne de koçbaşıyla kapıları zorlanabilecek bir kale veya bir
hırsız tarafından kilidi kırılabilecek bir kasadır. Devlet, siyasal iktidar
pratiğinin merkezinde yer alır.” demekteydi.
Devleti “yıkma” söylemi, devletin basitçe yıkılamayacak
bir ‘şey’ olduğunu görmemekle birlikte aynı zamanda Ekim Devrimi’nin neticesinin
gösterdiği gibi yeni dönemin otoriter devletçiliğine karşı savunma görevi
üstlenebilecek temsili demokrasi kurumlarının da baskılanmasını ima ediyordu.
Poulantzas sol siyasetin, kitle demokrasisini devlete mesafe alarak nasıl
savunabileceğini, hem de aynı anda devlet içi radikal bir dönüşümü nasıl
zorlayabileceğini kavramaya çalıştı. Devlet içi eylemlerin hedefi, işçi
sınıfına karşı düşman niteliği taşıyan devlet aygıtlarını ‘fren’leyecek
mekanizmaları üretmek olmalıydı. Bu çabaya kitle demokrasinden gelen dışsal
baskı da katkı sunacaktı. “Bu sadece, iyi amaçlar adına devlete özgü araçları
kullanmak için devleti ele geçirme meselesi değil, Buna ek olarak, mücadele
halk hareketlerinin gelişiminde, tabanda gelişen demokratik kurumlarda ve kendi
kendini yöneten bölgesel kurumlarının yükseldiği yerlerde kendisini daima
göstermelidir.” diyordu.
Poulantzas’ın, hiçbir şey yokmuş gibi parlamenter
siyaset içinde hareket eden sosyal demokratik reformizm ve otoriter eğilimlere
sahip devrimci Leninist strateji arasında yürüdüğü içsel-dışsal eksenli
stratejik hattın, sosyalizm hedefindeki mevcut siyasetlerden dışlanması
kaçınılmazdı. Devrimci eleştiriler 1970’lerden beri bunun maskeli reformizm
olduğunu söylüyorlardı. Reformizme düşme riskine Poulantzas da katılmakla
birlikte, bu tehlikenin yirminci yüzyıl sonundaki bütün devrimci konumlar için
geçerli olduğunu söylüyordu. “Tarih bize sosyalizme giden demokratik yolun
henüz başarılı bir örneğini vermiş değil”, “Tarihin bize verdiği tek şey, ki bu
da çok değerlidir, olumsuz örnekler ve üzerine düşünülmesi gereken bazı
hatalar... Fakat şu kesindir: Sosyalizm ya demokratik olacak, ya da hiç
olmayacak.”
YİRMİ BİRİNCİ YÜZYIL İÇİN MARKSİZM
Poulantzas, 1979 yılında kendisini Paris’te bir camdan
aşağıya attı. Son yıllarında düşüncesinin temelleriyle, belki de marksist
geleneğin kendisiyle çatışıyor gibi görünüyordu. Yirmi birinci yüzyıl ve
demokratik siyaset çağında işleyebilecek bir sosyalist strateji adına
kapitalist devlet teorisini gözden geçirmeye çalıştı. Birçok marksist, bilinen
bütün suçları Poulantzas’a yönelttiler. Bunlar, “skolastisizm”, reformizm,
sınıf kavramının terki ve ekonomik olanın belirleyici gücüne ve sınıf
çatışmasına aşırı seviyede önem göstermek gibi suçlamalardı. Poulantzas kendi
pozisyonunu, üretim ilişkilerinin belirleyici niteliğine dair temel kanıyı terk
etmeden gidilebilecek marksist siyasetin en uç noktası olarak görüyordu. “Bu
kavramsal çerçevenin içinde kalarak siyaset özelinde yapılabilecek şeylerin en
çok bendeniz tarafından yapıldığını düşünüyorum.” diyordu. “Marksist olmam
konusunda doğru mu yaptığımdan emin değilim, fakat zaten kimse emin olamaz.”
Poulantzas’ın son dönemlerindeki muğlaklığı eserlerinin
hepsi için geçerlidir. Dinamik bir sınıf anlayışına dayanarak kapitalist
devletin yapısal teorisini ortaya koymak mümkün müdür? Devleti sadece sınıf
egemenliği üreten bir yapı olarak gören bakış ile, devletin kendine ait “hiç
iktidarı olmadığını” söyleyen, salt toplum içindeki sınıfsal güçlerin dengesini
yansıttığını iddia eden bakış uzlaştırılabilir miydi? Sınıf çatışmasını
tarihsel öznelere ve Marx’ın ifadesiyle “yaşayanların zihinlerine bir karabasan
gibi çöken” geçmiş ayrımcılıkların ve yenilgilerin bilincine bakmadan düşünmek
gerçekten mümkün müdür? Devlet dışı halk hareketleriyle devlet içi mücadeleyi
birleştirme stratejisi, kendisinden önce gelen bütün devrimci stratejilerden
daha mı az gerçekçidir?
Poulantzas’ın günümüz demokratik sosyalistlerinin karşılaştıkları
sorunların hepsini cevaplayabileceğini düşünmemeliyiz. Kimi zaman çıldırtan
derecede soyut ve büyülü görünen yazı tarzı, az çok konuya aşinalığı olan
herhangi biri için bile yolu kapatan bir çalılığa benziyor. Bununla birlikte
bizim çağımızdakine benzer şekilde kendi çağının belirsizliklerini yansıtan
çelişkilerinin ve muğlaklıklarının Poulantzas’ı bugün bile kışkırtıcı bir
kaynak yapan şey olduğu iddia edilebilir. 1970’lerin sorunlarına tatmin edici
yanıtlar belki de bulamamıştır, fakat onları büyük ölçüde aydınlatmıştır.
Her şeyin ötesinde Poulantzas, İngiliz siyasal kuramcı
Ed Rooksby’nin ifadesiyle “sosyalist düşünce içindeki belki de en eski ve
tartışmalı konulardan birine” yani “sosyalist hedefler için kapitalist devletin
olanaklarının ne ölçüde kullanılabileceği konusuna” dikkat çekiyor.
Poulantzas’ın kapitalist devlet kavramı, Demokratik Parti’nin [ABD (ç.n.)]liberal
kanadının muhtemelen 2020 seçim kampanyaları sırasında tam boy gösterime
koyacağı, Amerikan oligarşisini geriletmenin aslında, akli yönetimi yeniden
tesis edip zenginlerin siyasal sistem üzerindeki egemenliklerini geriletme
meselesi olduğuna dair tipik görüşünün sınırlarını açık bir şekilde göz önüne
seriyor. Kavram aynı zamanda Amerikan sol hareketinde küçük ama güçlü bir eğilimi
teşkil eden, hayalden ve sürekli marjinal kalma yolundan başka bir şey olmayan,
yeniden düşünülmemiş devrimciliğe de şüpheyle bakıyor. Devlete yönelik nüanslı
bir kavramsallaştırma, bu iki soruna da deva olabilir gibi duruyor.
Benzer şekilde Poulantzas’ın krizlerle kiplenen devlet
düşüncesi, yirminci yüzyıldaki sol kavrayışlara rengini veren basit anlatılara
da meydan okuyor. Yapısal ve daima kapitalist nitelikteki devletin aşamalarını
ve krizlerini anlamaya çalışan Poulantzas, yüzyılın ortasında oldukça
müdahaleci Keynesyen devletin ardından neoliberal dönemin geldiği ve bu dönemin
güçsüzleşmiş ve budanmış bir devletle tanımlandığı anlatıyı da düzeltiyordu.
Stratejik nedenlerden dolayı günümüzde solun, neoliberalizmi ulus-devletin
genel olarak güçsüzleşmesi veya önemini kaybetmesi şeklinde anlamaması çok
önemlidir. Teknokratik devletçilik daha çok, iktidarın uluslararası organlara
devrini de içeren yirminci yüzyıl devlet pratiklerinin bileşimidir. Bu
pratikler aynı anda hem etkili bir biçimde ezilen sınıfları örgütsüz kılmış hem
de iktidarın devredildiği kurumları tartışmanın ve mücadelenin merkezine
oturtarak toplumsal direnişi tetiklemiştir.
Demokratik sosyalizme dair yazıları ise bize, cevaplar
vermekten daha çok içi doldurulabilecek boşluklar vermiştir. Poulantzas son
kitabını şu şekilde bitiriyordu: “Demokratik sosyalizmin riskelerinden kaçmanın
bir tek yolu vardır. Bu yol, ileri liberal demokrasinin vesayeti ve sopası
altında sessizce ilerlemektir.” Bizler biliyoruz ki, bu yolun da kendine has riskleri
vardır.
Metnin İngilizce aslı: Sessions,
David, Nicos Poulantzas: Philosopher of Democratic Socialism, Dissent,
Bahar 2019, https://www.dissentmagazine.org/article/nicos-poulantzas-philosopher-of-democratic-socialism
(son erişim: 25.08.2020).
Çeviren: Deniz Ekim
Yorumlar
Yorum Gönder